', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: turklerin islamiyeti kabulu

18 Ekim 2007 Perşembe

turklerin islamiyeti kabulu

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULU

751'de Arapların Çinliler üzerindeki Talas galibiyetinden sonra İslamiyet Türkler arasında yayılmaya başladı. Fakat Türklerin kitle halinde ancak 10. yy ilk yarısında Karahanlılar Devleti’nde kendi istekleri ile Müslüman oldukları görülür. Türklerin ulaştıkları tek tanrı düşüncesi, savaşçı; yoksulları doyurma, kurban törenleri, bilim sevgisi gibi gelenekleri İslamiyet’in Tanrı anlayışı, cihat, zekat, sadaka, kurban, bilim anlayışı ve uygulamalarıyla büyük benzerlikler gösterdiği için onların bu yeni dini benimsemeleri zor olmadı.

Türkler, İslam’ı benliklerine sindirdikten sonra, gerçek müslümanın en mükemmel insan olduğuna yürekten inandılar. Geçmişi tedavi etmek ve kendilerini gerçeğe ulaştıran bu dine karşı borçlarını ifa etmek azmiyle hayatlarını tamamıyla bu dine adadılar. İslam’a hizmet etmek artık onların milli ideali oldu.

Türkler İslam’a siyasi olarak ilk defa Abbasiler zamanında hizmet etmişlerdir. Abbasi Halifelerinden Memun ve Mutasım, Türklerin İslam ülkelerine gelmelerine çalıştılar. İçte mezhep kavgaları, dışta Bizans ile uğraşan Abbasiler bu iki önemli sorunu Türk askeri gücüyle aşmaya çalıştılar. Mutasım Türk askerleri için Bağdat yakınlarında Samerra şehrini kurdular (836). Bizans sınırı boyunca kurulan Avasım şehirlerine (Diyarbakır, Malatya, Manas, Antakya, Adana, Tarsus) Türk askeri birlikleri yerleştirildi. Türkler Bizans’a karşı İslam dünyasının savunuculuğunu üstlenmiş oldular.

Türkler XI. yüzyıl sonlarında başlayan ve XIII. yüzyıl sonlarına kadar devam eden Haçlı seferleri sırasında, İslam dünyasını korudular ve savundular. Bu olayı şu örnekle açıklayabiliriz:

100.000 kişilik ilk Haçlı ordusu Edirne yakınlarındaki Sırpsındığı’nda geceleme kararı vermiş ve ertesi gün kazanacağı zaferin şenliğine bir gün önceden başlamıştı. Sınırı korumakla görevli olan Hacı İlbey, 10.000 kişilik süvarisiyle düşmana gece baskını yapmaya karar verdi ve baskından önce yaptığı konuşmada askerlerine şöyle hitap etti: “Arkadaşlar! Biz buralara kadar Allah’ın ismini yüceltmek ve İslam’ı yaymak için geldik.”

Baskın yapıldı. Haçlılar büyük bir bozguna uğratıldı. Hacı İlbey’in şu sözleri Müslüman Türk’ün en büyük milli idealini formülleştirmektedir. Allah’ın dinine hizmet etmek böylece O’nun rızasını kazanmak ve bu uğurda şehit olmak Türk’ün en çok imrendiği ve istediği bir gaye olmuştur. Zaten İslam’ın gayesi olan kainat fanusunu ezan sesleriyle çınlatmak arzusu, atalarımızın kanını tutuşturmuştur. “fi sebilillah cihad” ideali onları yağız atların sırtında asırlarca serhat boylarında koşturmuştur.

Müslüman Türk’ün bu özlemini bilmeyen yoktur. Fransız seyyahı M.de Thevenot bunu şöyle dile getirir: “Din gayretleri son derece yüksek olduğu için bütün Türkler, İslamiyet’i baştan başa kainata yaymak isterler.”

Türkler İslamiyet’i sadece dış düşmanlara karşı değil iç karışıklıklarda da savunmuşlardır. Şu olayla bu konu açıklığa kavuşturulabilir:

Miladi XI. asrın ortalarında İslam alemi bir yandan iç buhranlar, diğer yandan dış saldırılarla zor durumda kalmıştı. Abbasi Halifesi Kaim- Biemrillah, Büveyhoğulları’nın küstah ve terbiyesiz davranışları karşısında eziliyordu. Bu hal İslamiyet’e samimi bir şekilde bağlanmış olan Selçuklu Türkleri’ni üzüyordu. Halife içinde bulunduğu müşkil durumdan kendini kurtarması için Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet etti.

Beş vakit namazını cemaatle kılan, yanında cami inşa ettirmedikçe kendisi için saray yaptırmayacağını söyleyen ve halifenin davetini aldıktan sonra da, memleketi koruma hususunda halifenin bir kölesi olduğunu söyleyecek kadar samimi bir dindar olan Tuğrul Bey halifeye verdiği cevapta şöyle diyordu:

“Peygamber’e hizmetle şeref kazanmak için gelmek istiyorum. Mekke’ye gidip orada dua ve ibadette bulunmak emelindeyim. Hacıların geçtiği bütün yolların emin olmasını diliyorum. Eşkıya ve asilerle Allah’ın izniyle harp edeceğim.”

1055 tarihinde 60.000 kişilik ordusuyla Bağdat’a girip Şii Büveyhoğulları’nın hakimiyetine son veren Tuğrul Bey, halifenin huzuruna girdiği zaman, bu makama beslediği derin hürmet sebebiyle derhal yere kapanıp toprağı öpmüştü.

Türkler’in İslamiyet’i korumaları en kötü durumlarında bile devam etmiştir. Son zamanlarını yaşayan Osmanlılar bile İslam’ı muhafaza etmekten çekinmemişlerdir ki şu olay bunu apaçık ortaya koymaktadır: “Dini uğrunda can vermeyi en büyük ideal sayan Müslüman Türk devleti can çekişirken bile bu idealine gölge düşürmemişti.”

Paris’te Volter’in yazdığı bir piyes temsil edilecekti. “Muhammet yahut Taassup” adlı bu piyesle meşhur Zeyd-Zeynep meselesi dile getirilerek Hz. Peygamber küçük düşürülmek isteniyordu. Bunu duyan Padişah II.Abdülhamid, elçilik vasıtasıyla temsilin durdurulmasını, aksi halde bunu siyasi bir mesele yapacağını Fransa hükümetine bildirdi. Fransızlar temsili durdurdular; lakin tiyatro İngiltere’ye geçti ve aynı temsilin Londra’da da verilmesi kararlaştırıldı. Bu haberi biraz geç alan Osmanlı padişahı aynı teklifi İngiliz hükümetine de yaptı. Lakin İngiliz hükümeti zamanın geçmiş olduğunu ve biletlerinin dağıtıldığını, esasen böyle bir hareketin vatandaşların hürriyetine tecavüz olacağını bildirerek teklifi reddetti.

Osmanlı hükümet temsilcisi Fransa’da da hürriyetin hakim olduğunu, buna rağmen temsilin kaldırıldığını söyleyince İngilizler “Orası Fransa’dır, burası İngiltere, Fransa’da hürriyetin hududu işte o kadardır.” dediler. Bu cevaba pek öfkelenen Sultan Abdülhamid İngilizlere şu ültimatomu verdi:

“İngilizler Peygamberimiz’i tezyif ediyorlar dite alem-i İslam’a beyanname neşredeceğim! Cihad-ı ekber ilan edeceğim!”

Bu tehdit karşısında İngiliz hürriyeti iflas etti, temsil derhal durduruldu.

Türkler İslamiyet’i yıllarca korumuşlardır. Fakat hizmetler sadece korumak ve yaymakla sınırlı değildir. İslami eğitim yaymak için medreseler açmışlardır. Medreselerin önemli olması ve yayılmasının sebebi şunlardır:

èSünni-Hanefi olan Müslümanların, çevrelerindeki Şii ve Fatımilerin aşırı mezhep propagandalarına karşı koyma ihtiyacı. Medreseler böylece, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli adlarındaki dört Sünni mezhebin koruyuculuğu ve yayıcılığı görevini üstlenmiştir.

èİslamiyet’i yeni benimsemiş Oğuz topluluklarının yeni inançlarının pekiştirilme, eskilerinin silinme gereğinin duyulması.

èDin adamı yetiştirme ihtiyacı.

èYeni ele geçirilen ülkelerin manen de fethini sağlamak için gerekli insanları yetiştirme düşüncesi,

èDevlet adamlarının eğitim ve bilimseverliği.

Türkler eğitimin yanısıra bilim konusunda da İslamiyet’e büyük hizmetler vermiştir. Müslüman olduktan sonra Türkler arasında birçok bilim adamları yetişmiştir. Biruni, Farabi, İbni-Sina bunların birkaçıdır.

İbni-Sina daha gençlik yıllarında dönemin felsefe, tıp, tabiiyat, teoloji, matematik alanında tüm bilgilerini öğrenmiş ve kendisine Aristo ve Farabi’den sonra gelen üçüncü öğretmen anlamında “muallim-i salis” denmiştir.

İbni-Sina Kanun ve Şifa adındaki eseriyle bu bilimi o dönem için doruk noktasına çıkarmış ve bu kitaplardan yüzyıllarca yararlanılmıştır. O, kitaplarını, öğrencilerin kolayca okuyup ezberlemelerine yardım eden kısa notlar halinde kaleme almış; böylece tıp öğrenimini en iyi biçimde yapılması yolunda harcamıştır.

Avrupalılar İbni-Sina’yı ölümünden yüz yıl geçince eserlerinin Latince çevirileri ile tanınmış ve bunları tıp fakültelerinde beş yüz yıldan fazla bir süre ders kitabı olarak okutmuşlardır. Osmanlı hekimleri de onun kitaplarından yararlanmışlardır. Örneğin Süleymaniye Tıp Medresesi’nde Kanun okutulmuştur.

Farabi de Türklerin yetiştirdiği önemli bilim adamlarındandır. Felsefe ve görüşlerinin derinliği nedeniyle Aristo’dan sonra kendisine muallim-i sani denmiştir. Felsefe, mantık, ahlak, psikoloji, metot, fizik, kimya, astronomi, geometri, siyaset, sosyoloji, askerlik, din, tasavvuf, dil, edebiyat ve musiki ilgilendiği bilim dallarıdır.

Bilimde olduğu gibi sanatta da Türkler İslamiyet’te etkili olmuş, İslam sanatına katkıda bulunmuşlardır.

İslam’ı yaymak amacıyla başlatılan ve gerçekleştirilen fetihler aynı zamanda İslam sanatının da gelişmesini sağladı. İslam sanatı zaman içinde Bizans, İran ve Türk sanatının etkisinde gelişti. İslam sanatında en büyük gelişme mimari alanda olmuştur.

Abbasiler zamanında İslam mimarisi öncelikle İran sanatında etkilendi. Türklerin İslam Devleti’nin hizmetine girmesiyle, İslam sanatında bu kez Türk etkisi görülmeye başlandı. Örneğin Kahire’de Tolunoğlu Camii’nde Orta Asya Türk mimarisinin özelliklerini görmek mümkündür.

Sonuç olarak Türklerin İslam’a koruyuculuk ve yayıcılık, bilim, eğitim ve sanat konularında ciddi hizmetleri olmuştur. Yani İslamiyet Türklere çok şey borçludur.

0 yorum: