', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRK DEVLET FELSEFESİ

18 Ekim 2007 Perşembe

TÜRK DEVLET FELSEFESİ

TÜRK DEVLET FELSEFESİ

Türklerde Devlet kavramı : Devlet : Bir hükümet idaresinde teşkilatlandırılmış olan siyasi topluluk.(1) Devlet kurmak millet olmanın tabii bir gereği değildir. Hiç devlet kurmamış milletler tarihte mevcuttur. Ama Türk milletinin “devlet kurma” tecrübesi çok eskilerden başlayıp aralıksız devam etmiştir. Bu devlet hayatı Türk milletinin şuurunda kök salmıştır. Türk milleti, bekasını devletiyle bir gördüğü için tarih boyunca Türk devletlerinde biri yıkılırken diğeri onun boşluğunu doldurmuştur.

Farklı mekanlarda kurulmuş olmalarına rağmen Türk devletlerinde aynı özellikler, aynı telakkiler görülmesi Türklerde mevcut devlet felsefesine delildir. Bu felsefi temelde; devletin nazariyelerle değil toplumun eğilimlerine ve günün şartlarına göre kurulabileceği esas alınmıştır.

Göçebelik döneminde her an baskına maruz kalma ihtimali her ferdin devlet hayatında görev almasını icap ettiriyordu. Her bireyin ne yapacağını bilmesi onlarda “düzen” fikrini yerleştiriyordu. Ayrıca büyük kitlelerin göç hareketlerini organize etmek sıkı bir “disiplin”le mümkündü. Bu düzen ve disiplin unsuru Türklerin devlet kurmalarında önemli fayda sağlamıştır.

Devleti etkileyen önemli faktörlerden biride o milletin “dini”dir. Eski yunanda tanrılar belli bir siteye aitti, ve yabancıların o siteye girmesine müsaade edilmezdi. Bu kapalı din, “kapalı bir devletin” yani “site devletinin” doğuşuna sebep oldu. Türk milletinin bir dünya devleti kurmayı amaç edinmesinin itici gücünü Türklerin dininde aramak gerekir.

Milletler felsefelerini hayattan alırlar. Dinleri, soyları, sosyal içgüdüleri tarihi gelişmeleri kültür düzeyleri ekonomik durumları felsefelerini etkiler. Felsefeleri de efsanelerinde, masallarında, destan, atasözü ve deyimlerde gizlidir. Milletler devletlerine de kendi felsefelerine göre anlam verirler.

Orhun Abidelerinde “il” kelimesi devlet anlamında kullanılmaktadır.(2) Kaşgarlı Mahmud’un lugatın da da “il”in “sulh,barış” manasında kullanıldığı görülür. “il” kelimesinin bu 2 değişik anlamı Eski Türklerde “barış” ile “devletin” birbirine nasıl bağlı olduklarını gösterir. “il” eski Hunlar dan beri toprağı ile halkını töreye uygun şekilde koruyan içerde barışı sağlayan bir kuruluştur. Devlet idaresi genel olarak “tutmak” fiili ile ifade edilirdi. Devletin yıkılışı “il kaybolmuş, kaçışmış” gibi kelimelerle ile ifade edilirdi. Devlet kurmak “kazganmak” şeklinde ifade edilirdi.

Eski Türklerdeki “il” kelimesinin yerini bugünkü Türkçe’de İslamiyet ile dilimize giren “devlet” almıştır. Batı dillerinde devleti ifade eden kelimeler Latince “durmak” “yerleşmek” “ikamet etmek” manalarındaki “state” fiilinden yapılan “status” dan gelen “etat” “state”, “stat” gibi kelimelerdir. Devlet, D.V.L kökünden alınmış bir isimdir. D.V.L nin anlamı ise “hareket ettirmek, döndürmek dolaştırmak, işleri çekip çevirmek” tir Yani Latinler devlete ”statik” müslümanlar ise “dinamik” bir değer atfetmişlerdir. Latinler yerleşik olmayan topluluklara devlet denmeyeceğini ifade etmektedirler.

(1) Ferit Develioğlu ; Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugatı S.181

(2) Muharrem Ergin ; Orhun Abideleri S.98

Türk Devletinin Doğuşu

Yüzyıllar boyu yaşanan müşterek olaylar toplumları millet olma yoluna doğru iter. Tarihi yapanlarda yine büyük milletlerdir. Toplumlar yaşadıkları coğrafyanın etkisi altındadırlar. İlk Türkler Orta Asya bozkırlarında tarih sahnesinde göründüler. İktisadi uğraşları hayvancılık olan bu ilk Türkler için Orta Asya otlak ver su bakımından pek cömert değildi. Konar-göçer topluluklar halinde idiler. Düşmanla ne zaman karşılaşılacağı bilinmediğinden her an savaşa hazır olmak zorundaydılar. Böyle bir tehlike altında yaşayan insanların teşkilatlanmaya önem vermeleri tabii idi.

Devlet ailelerin bir genişlemesidir. Hayatın haşinliğine karşı mücadele gücünden yoksun çocukları korumayı gaye edinen ailenin en önemli özelliği Türk devletinin de bir özelliği haline gelmiştir. Türk devleti “babalık” görevini yüklenmiştir. Türk hakan çadırlarının kubbeli olması göğün yerdeki sembolü kabul edilmiştir. Eski Türklerde gök kubbesi devletin, çadır ise ailelerin örtüsü olarak düşünülmüştür. Birinin altında devlet diğerinin altında aile kurulmuştur.(4)

İlk Türk toplumunun meydana gelmesinde aile bağlılığının yanı sıra zorla karşılaşmak, tehlikelere karşı bir araya gelmek, geçimi daha kolay sağlamak gibi faktörler de rol oynamıştır. Bu değişik faktörlerle oluşan topluma “boy” (bod) deniliyordu. Boy beyleri cesareti, doğruluğu, mali kudreti ile tanınan kişiler arasından seçilirlerdi. Her boyun arazisi ve silah gücü vardı. Mülkü ve hayvan sürüleri diğer boylardan ayırt edilmektedir.

Bir boy herhangi bir yolla büyük bir nüfuz kazanmışsa onun beyi, boylar birliği olan ”budun” un başbuğu olurdu. İlk siyasi birlik olan boyun bünyesi sağlamlaşıp toprağı genişledikçe boy beyinin çok güçlenmesinden dolayı beyin ailesi “sülale” özelliği kazanırdı. Güçlü bir boyun diğerlerini hakimiyetine alması hayatın kanunu idi. Böyle durumda toprak genişler nüfus artardı. Ama bunlar bir devletin teşekkülü için yeterli değildir. “Velayet-i amme” denen yasama ve yürütme nosyonunun doğması ve bununda budun’a intikali gerekir.

Beylerin yetkileri il beyine karşı sınırlanırdı. Çeşitli yetkilerle karizmatik bir havaya bürünen hanedan devletin mihrakı durumuna gelmiş ve uzun ömürlü hanedanlar kurulmaya başlamıştır.

Ziya Gökalp eski Türk toplumunun geçtiği merhaleleri altılı bir ayrıma tâbi tutmuştur; Aile, soy, sop, boy, uz, il(devlet). İlk 3 zümre ailevi karakterdedirler. Kan bağı bunlarda kurucu unsur sayılır. Siyasi karakterleri ikinci plandadır. Son 3 zümrede ise zayıflayan kan bağı yerini belli ölçüde ülke birliğine bırakmıştır. İçlerinde idare edenler –edilenler farklılaşması vücut bulmuş kısaca aile olmaktan çıkmışlardır.

Türk milleti devletini “töre”sine göre kuruyordu. Töre geçmişten geliyor geleceğe yön veriyordu. “Devleti ellerine alıp töreyi tesis ettiler” gibi abidelerdeki ifade törenin önemini gösterir. Toprağın üstün tutulduğu yerleşik ile birinci planda devlete yer veren bozkır kültürü arasında fark vardır. Hint-Avrupalı toplulukla “baba” sıfatını “vatanlarına” verdikleri halde Türkler bu sıfatı “devletlerine” vermişlerdir. Hint- Avrupalılar daha kolay olan yerleşik hayatı

tercih ettikleri için işgale katlanıyorlardı. Türkler ise varlıklarını bağımsızlıkları ile bir

(4) Mehmed Niyazi ; Türk Devlet Felsefesi S.26

görüyorlardı. Türk devleti Çin’in kıyısında tarih sahnesine çıkmıştı. Bu kalabalık devlete karşı

Göçebelikle varlığını koruyabilirdi. Ancak bu göçü devlet düzen ve disiplininde gerçekleştirebilirdi. Bundan dolayı Türklerde “devlet” topraktan daha önemli hale gelmiş ve “devlet baba” olmuştur. Toprak ise devlet babanın koruyuculuğunda “ana vatan” olarak ifade edilmiştir.

Türk Devletinin Unsurları

Kamu hukukçuları Türk devletini oluşturan unsurları 2’ye ayırırlar. Hazırlayıcı ve meydana getirici unsurlar. “Ülke” ve “Nüfus” hazırlayıcı. “Hakimiyet” meydana getirici unsurlardır.

1) Ülke : Eski Türkler “ülüş” dedikleri ülkeye hiçbir zaman kuru toprak parçası olarak bakmazlardı. Ülke kutsal törenin tatbik edildiği yer olduğu için kutsaldı. Ülkesiz bir topluluğun devlet kurması düşünülemezdi. Milletlerin ülke anlayışları farklıdır. Mesela : Eski Yunanlılar için en ideal site halkının ekip biçtiği yerlere kadar uzanan ülke idi. Aynı dönemde Türkler ise “gökyüzü çadırımız” diyerek ülkelerinin çok geniş olmasını arzuluyorlardı. Ülkenin devletin esası olduğu görüşü Türklerde eskiden beri yerleşmiştir. Hun hükümdarı Mao Dun (Mete) komşuları Tunguzların at ve kadın isteklerine itiraz etmemişti. Fakat çorak işe yaramaz bir toprak parçasını istemelerine çok kızmış devletin malı olan toprağın başkalarına verilemeyeceğini söyleyerek Tunguzlara savaş ilan etmiştir.(5) Türk milleti vatanına sahipken hem korumayı hem de “gökyüzü çadırımız” diyerek sınırlarını genişletmeyi amaç edinmiştir. İslamiyet vatan sevgisine derin boyutlar getirmiş onu korumayı İslam-i görevler arasında mütalaa etmiştir.

2) Nüfus : Gelişi güzel bir araya gelmiş insanlar devletin nüfus unsurunu meydana getirmez. İnsan unsuru çeşitli sebeplerin etkisiyle bir araya gelmiş birbirine bağlı, devlet kuracak ve yaşatacak olgunluğa erişmiş olmalıdır. Türk devletlerinin temel gayelerinden biri de dağınık Türk boylarını bir araya getirmektir. Halk kelimesinin karşılığı eski Türklerde “kün” idi.

Oğuz destanında “Halkımız çok olsun” cümlesinden nüfusun önemini Türklerin çok eski çağlarda kavradığını anlarız. Şehirleri zapteden halkı öldüren Cengiz Han’a Doğu Türkistan’ın Hami şehrinden gelen Tapan adında bir Türk şöyle demişti; “Siz insanları öldürüp toprağı boş bırakıyorsunuz. Halbuki devlet insanla topraktan meydana gelir.”(6) Bu örnek nüfus’un önemini sadece devletin değil halkında idrak ettiğini gösterir.

İslamiyet de nüfus’un çokluğuna ve kalitesine önem vermiştir. Nüfus’un öneminin idrakinde olan Türkiye Cumhuriyetinin ilk yöneticileri tedbirlerle devletin nüfus’unun arttırılmasına çalışmışlardır. T.C’ de nitelikli nüfus yapısı oluşturulduğunda dünyada söz sahibi olabilir.

3) Hakimiyet : Bir istila halinde toprağa yerleşik köylü yaşamak için baş eğmek zorunda kaldığı halde Bozkırlı Türk hür iklimlere göç ederdi. Hayat şekilleri bağımsızlığı Türk milletinin karakteri haline getirdi. Abidelerde bağımsızlıktan mahrum bir millet ölmüş kabul edilmektedir. Hakimiyeti iyi kullanamayan kağanlara halk itaat etmezdi. Kağan

(5) Muhammed Şahin ; Türk Tarihi ve Kültürü S.24

(6) Ögel ; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, C.II S.28

hakimiyet unsuru değil; hakimiyeti kullanan yüksek bir yetkili idi. Bir millet azınlık olarak bir

devlette yaşayabilir ama ideali kendi devletini kurmaktır. Türkler İslâmiyet’i kabul edince devletlerini ona göre düzenleyip geleneklerinde İslam ile çatışmayanları devam ettirdiler. Hakimiyet anlayışları da İslâm-i mahiyet aldı. Hakimiyetin kaynağı 3 çeşittir.

Oğuz destanına göre Oğuz Han karizmatik bir şahıs idi. Hakimiyeti ilahi menşeden almıştı. Yönetme hakkı hükümdara tanrı tarafından ilahi bir lütuf olarak verilmişti. “Kut” diye nitelendirilen bu anlayış Türk devletlerinde yönetici aileye bağlılığı kuvvetlendirmiştir. Kut; Devlet, baht, iyilik, talih anlamındadır. Tanrının bu yetkiyi vermesini ülüg (kısmet) olarak tanımlarlardı. Türk hakanları adete göğün yerdeki temsilcisi gibidir. Atilla 451’deki “Katalanum savaşından” bir gün önce şaman’ a ; “söyle bakalım yarınki savaşın galibi yada malubu kimdir?” dedi. Şaman ; “sen Tanrının kılıcısın” cevabını verdi.(8)

Göktanrı inancı bütün Türk milletinde hakimdi. Tanrı vergisi Kut’a sahip olan tahta çıkar görevini yapabildiği sürece orada kalırdı. Başarılı olamazsa Tanrının Kut’u geri aldığına inanılır ve tahttan düşerdi. Türklerin ilahi kaynaklı hakimiyet telakkisi başka milletlerinkinden farklıdır. Hunlar dan beri hakimiyetin ilahi kaynaklı olduğu kabul edilmekle birlikte hakanlara herhangi bir ulühiyet atfedilmemişti. Tanrı tarafından Kut verilmiş bir insan kabul edilmektedir. Başka kültürlerde kralın şahsıda ilahi meşeli kabul edildiğinden “kral hata yapmaz” fikrini de beraberinde getiriyordu. Türk anlayışında ilahi olan görevlendirmedir. Hakan iyi veya kötü, bilgili veya bilgisiz olabilir.

Türk hakimiyet telakkisine göre kut babadan oğla geçerdi. Kut irsen geçse de buna sahip olabilmek için gerekli başka özellikler vardı. Hazarlarda umumi felaketler hakandan kut’un gittiğine delalet eder ve idam edilirdi. Eski Türklerde hakan devleti töreye göre yönetirdi. Yani yönetim hakimiyete kanuni bir mahiyet verirdi. Türkler İslam’ın kabulünden sonra İslamiyet ile çatışmayan geleneklerini devam ettirdiler. Kut’a İslam-i bir anlam verdiler. Onu Allah’ın takdiri veya nasibi olarak yorumlamışlardır. İslam inancında Allah kadir-i mutlak dır. İnsan nasibinde varsa devlet başkanı olabilir.

Eski Türk devlet geleneğinde hükümdarlık Oğuz Han soyuna aitti. “Kut” bu soyda tecelli ederdi. Mesela Timur Oğuz Han soyundan gelmediği için Han veya Sultan ünvanını alamamıştır. Emir olarak kalmıştır. Osman Gazi hakimiyetin bir nasip olduğunu ; “Ona sultanlık veren Allah bana da hanlık verdi” sözleriyle ifade ederdi. Osmanlıda hakimiyet İslam-i kaynak dan veya Türk menşeinden gelirdi. Osman Gazinin Edebalı’ nın evinde uykuya varmadan evvel Kur’ an’a gösterdiği hürmet İslam-i motifi, rüyasında göbeğinden ağaç çıkması Orta Asya, eski Türk motifinin bir tekrarı olarak tasvir edilebilir.(9)

Türkiye Cumhuriyeti, hakimiyetin kaynağı anayasada “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” şeklinde ifade edilmiştir.

(8) Necati Kotan; Tarih Fıkraları S.14

(9) Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset nameleri S.84

Devlet Başkanlığı ve Hakimiyetin Kullanılması

En başarılı devlet adamları sorumluluğunu üzerine aldığı milletin kültürünü en çok temsil edebilme kabiliyetine sahip şahsiyetler olmuştur.(10) İyi bir hükümdar himayeyi, çaresize el uzatmayı ve bunlarda karşılık beklememeyi içeren “beylik gururuna” sahip olmalıdır.

Eski Türklerde hakanlar hakimiyeti töreye göre kullanırlardı. İslam’ın kabulü ile İslam hukuku ve töre dikkate alındı. Osmanlı toplumunun etnik yapısı meşruti sisteme elverişli değildi. Azınlıklar meclisi bağımsızlık kavgalarının verildiği bir yer kabul ediliyordu. Ancak aydın zümre meşruti idareye bir romantizm ile bağlıydı. İçte ve dıştaki gaxxlerle meşruti idare kaldırıldı. Sıkı yönetimle başladı. T.B.M.M’ nin anayasasında “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” maddesi yer aldı. Savaş yılları hakimiyeti milletin kullanmasına izin vermedi. 1924 anayasasında ise anayasa milletin oyuna sunularak hakimiyetin sahibinin onayından geçirilmek ihtiyacı duyulmadı. Hakimiyet “millet adına” gerekçesiyle başkalarınca kullanıldı.

İstişare hem eski Türklerde hem de Türk İslam devletlerinde önemliydi. “Kurultay” , “Kageş” bu amaçla oluşturulmuştur. İbni Batuta Türklerin yılda bir kere toplanarak Hakanın töreye uygun hareket edip etmediklerini kontrol ettiklerini söyler. İslam da zalim hükümdara isyan etmeyi İslam-amne hukukunun parçası haline getirmiştir. T.B.M.M’ nin 1961 ve 1982 anayasalarında iktidarın tasarruflarının anayasaya uygunluğunu kontrol için Anayasa mahkemeleri kurulmuştur.

İlk Türklerde göç halinde yaşayabilmek bozkırda dağılıp yok olmamak için teşkilat çok önemliydi. Devlet teşkilatı din, töre, coğrafi yapı, hayat tarzı vs. ile yakından ilgilidir. Kur’an da devlet şekline ve müesseselerine dair bir ayet bulunmaması anlamlıdır. Bunun sebebini İslamiyet’in bütün insanlığa ve zamanlara hitap etmesinde aramak gerekir. İslam-i esaslara sahip devlet despotizme kapalı hürriyetlere açık bulunmak zorundadır.(11)

Hakansız devlet düşünülemezdi. Şaman dualarında yurdun Hakansız kalması kıyamet alameti sayılırdı. Türk kağanları kudretlerini “Gök”ten alırlardı. Gökte bir güneş olduğu gibi yerde de bir kağan bulunmalıydı.(12) Türk hükümdarları ; Han, Hakan, Kağan, Tanhu, Gazi, Hüdavendigar, Padişah, Sultan gibi ünvanları değişik dönemlerde kullandılar. Uygurlarda bir prensesin hükümdarlık tahtına oturduğu bilinir. Tahta oturmasa bile padişah hatunları devlet siyasetine yön veren önemli unsurlardandı. (Terken Hatun, Hürrem Sultan vs.) Tahta geçen şehzadenin annesi Türk olmak zorundaydı. Hakanın kurultayda seçilmesi köklü bir devlet geleneği idi.

Tahta çıkma merasiminde otağ kainatın Hakan güneşin sembolü idi. Eski Türk devletlerinde veraset yasasının kesin olmaması yüzünden hükümdarın ölümünden sonra çoğunlukla taht kavgaları olurdu. Hakimiyet hanedanın ortak malı idi. Hanedan ve üyeleri de kutsal kabul edilirdi. Hanedan üyelerinin idamında kanları akıtılmaz, yay kirişi ile boğulurdu. Bu Osmanlıda da devam etti.(13) Cumhuriyet döneminde devlet başkanlığına geliş yolları

(10) İbrahim Kafesoğlu ; “Milli Kültür ve Siyaset”, Türk Kültürü S.646

(11) Niyazi ; a.g.e S.68

(12) Erol Güngör ; Tarihte Türkler S.54

(13) Gas yer

anayasalarda gösterilmiştir. Hakimiyet sembolleri ; otağ, taht, tuğ; davul, sorgua, alem, unvan ve lakaplar, bayrak, taç, saray idi. İslamiyet ile hutbe, sikke, çet, vs. de bunlara eklendi.

Devleti kurma ve düzene koyma. Açı doyurmak, çıplağı giydirmek, milleti çoğaltmak asayişi sağlamak hükümdarın görevlerinden bazılarıdır. Yeni alınan yerlere “kandurma” yani “yerleştirme” ve “iskân” politikası da Türk Kaanlarının önemli vazifelerindendi. Türk kağanları iskâncı idiler.(14)

TÜRK DEVLETİNİN AMACI

a) Yurt Edinme : Türk devletlerinin bir amacı ele geçirdikleri yerlere düzen getirmek oraları vatan etmektir. Bir yeri ele geçirmek değil elde tutmak önemliydi. Bu ise belli bir nüfusun o yere yerleştirilmesi ile “iskân siyasetiyle” olurdu. Sınırlar genişledikçe hakimiyetin her yere ulaşması için çeşitli Türk boylarına “yurtluk” verilirdi. Buna Türk devlet geleneğinde “orun” denirdi. Bu Oğuz Han töresi olup İslamiyet ile de devam etmiştir.

b) Barış : “İl” kelimesinin bir anlamı da “barış” idi. Barış olan ortamda halkın huzuru büyük ölçüde sağlanmıştır. Türk devletleri de iç ve dış huzurun sağlanmasına çok önem verirlerdi. Göktürkler bunu: “Gökte ve yerde nasıl düzen varsa devlette de aynı şekilde olmalı” diye ifade ederlerdi. “Tüz” kelimesi içerdeki asayişi ifade ederdi. Hükümdar devletin asayişini sağlayamazsa Kut’un tanrı tarafından geri alındığına inanılırdı. Türk tarihinin kaynaklarında kılıçtan geçirilen düşman sayısı ile övünüldüğü görülmemiştir. İslam’ın temel ilkelerinden biride “barış”tır. Müslüman olan Türkler tabii olarak İslamiyet’in barışçı ilkesini de benimsediler. Savaşta önce barış teklifinde bulunmaya özen gösterdiler. Osmanlı her an kendine karşı organize haçlı ruhuyla karşılaşmasına rağmen hristiyanlara kin beslemedi. Sessiz sakin şehirleri nice bilginlerin durağı oldu. Türkler hiçbir zaman yaptıkları antlaşmaya sadakatsizlik göstermediler. Barış yaptıkları devletin zayıf anını kollamadılar.

c) Cihan Hakimiyeti : Bir devletin insan unsuru o devletin amacını şekillendirir. “At” sayesinde elde edilen sürat , daha ilk çağlarda “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” ülkelere hakim olmak duygusunu onlarda uyandırmıştı. Türklerde kağan yeryüzünün hükümdarı olarak düşünülürdü.(15) Türk kağanları “Tanrının varlığı” ile dünyanın bütün ülkelerini idare ederlerdi. Böyle bir devlet ve hükümdarı anlayışı hukuk tarihinde de önemli yer tutmuştur. Bu çeşit devlet anlayışlarına uluslararasında “universal” devlet şekli denir. Bizim kitaplarımızda böyle devletler için “Cihanşümül devlet” deyimini kullanırlar. (16) Türk psikolojisinde derin yer tutan bu telakkiyi ilk Cihangir ataları Oğuz Kağan’ın destanında bulabiliriz. “Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız” parolasıyla daha çok denizlere daha çok ırmaklara diyerek yeryüzünün fethine hazırlanıyordu. Göktürkler bu anlayışın gelecek nesillere intikali için Orhun abidelerinde belirtmişlerdir. Bu inanç Uygurlardan Moğollara geçti. Cengiz Han’ın torunlarının tahtında dünyanın 4 bucağı ile 4 bucağın hakanlarını temsil eden 4 minder bulunurdu.

(14) Ögel ,a.g.e C.II S.39

(15) Uğur, a.g.e S.86

(16) Ögel, a.g.e C.II S.31

İslam’ın cihat anlayışı Türklerin cihan hakimiyeti felsefesine uygun düşüyordu. Halifenin Tuğrul Bey’e “Doğunun ve batının hükümdarı” ünvanı nı vermesi aynı gerçeği ifade eder. Osmanlıda Türk devlet geleneğinin mirasçısıydılar. Osman gazinin göbeğinde çıkan ağacın dallarının dünyayı kapladığı ünlü rüya devletin kuruluş amaçlarından birinin cihan hakimiyeti olduğunu gösterir. Yavuz Sultan Selim’in Piri Reis’in yaptığı haritaya bakıp “dünya ne kadar küçük bir hükümdara bile yetmez” sözü aynı ülkünün ifadesidir. Osmanlı döneminde Cihan hakimiyeti Politikası “Kızıl Elma” diye ifade edilmişti. Bu ideal Osmanlı cihadında devamlı itici güç olmuştur. Roma fethedilseydi Kızıl Elma bir başka yeri sembolleştirecekti.

d) Hizmet : Halka hizmet Türk devletlerinin en önemli amacıydı. Halkın ihtiyaçlarını görmek ve ülkede yoksul bırakmama görevini üstüne alan devlet için daha ilk çağlarda “devlet baba” deyimi doğmuştu. Yusuf Has Hacip hükümdara, “Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa onu Tanrı sana soracaktır, gözünü aç” diyerek halka hizmetin önemini ifade etmiştir. Yavuz Sultan Selim Halifeliği devralınca onun emriyle halifelik sıfatı “Hakimü-l Haremeyn” den “Hadimü-l Haremeyn’e” yani “Mekke ve Medine nin hakiminden “Mekke ve Medine nin hizmetkarına çevrildi. Osmanlı dil de ayrımı yapmadan tebasının hizmetinde bulunmuştur. Yüzyıllarca topkapı sarayı batı derebeylerinin malikaneleri seviyesinde bile değilken onlar milyonlarca km2’ye hizmet götürdüler.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK EKONOMİSİ

İslamiyet öncesi (Orta Asya) ekonomi : Bozkır Türk ekonomisinin esasını, yüksek ovalar ve yaylalar olan bozkır coğrafyasının iklim şartları icabı, çobanlık ve hayvan besleyicilik teşkil ediyordu.(1) Türk bozkırlarının başlangıçtaki ekonomik bünyesi yukarıda da belirtildiği gibi bilhassa hayvan besiciliğine dayanıyordu ve bozkırda at ve koyun besiciliğinin yoğun bir vaziyette olduğu görülmektedir. Ayrıca Hun çağına ait bozkır “hayvan üslubu” tasvirlerinde öküz, inek, boğa, manda gibi hayvanların ve ehli domuzların yer alması ilginçtir. Tabiatı ile daha geri devirlerde Türk bozkırlarında at ve koyun sürüleri de vardır. Bozkır Türklerin Türkler’ in ihraç ettiği maddelerin başında da et gelmekte idi. Bol miktarda et istihsal eden Türkler, bunu uzun süre muhafaza edebilmek için çok erken çağlarda konserve yapmayı öğrenmişlerdi. Konserve et Çin’e ihraç edilen başlıca maddelerden idi.

Dünyanın en güneş imparatorluklarını kuran Bozkırlı Türklerin büyük ölçüde ve çağına göre daima yüksek bir harp sanayine sahip olmuşlardır. Bu üstünlüğü sağlayan ise “demir” idi.(2) Demir işleyicilik, madencilikte son safha olarak görünmektedir. Altın gibi değerli madenleri de işlemesini bilen Türklerde kalabalık bir esnaf ve zanaatkar zümresi vardı.

Türkler Orta Asya’da ticaret yollarına sahip oldukları ve bu yollar üzerinde büyük şehirler kurdukları için ticaret hayatı çok gelişmişti. Onlar komşu milletlere umumiyetle başta at olmak üzere canlı hayvan, konserve et, deri, kösele, kürk, hayvani gıdalar satarlar, karşılığında hububat ve giyim eşyası alırlardı.(3) Asya Hunları, Gök-Türkler, Uygurlar Çin ile; Batı Hunları da Bizans ile bu esaslarda ticaret andlaşmaları yapmışlardı.

Türklerin, elverişli bölgelerde ziraatle de meşgul oldukları görülüyor. Bozkır sahasının çoğunluğunu otlaklar teşkil etmekte ise de, tarıma elverişli yerleri de vardı. Mesela Çin kaynaklarına göre Hunlar buğday, darı ekip biçiyorlardı. Göktürklerde her ailenin ekip biçtiği, suladığı arazisi vardı.

Asya Hunlarına ait madeni para çıkmamıştır. Bazı Türk kurganlarında Çin paraları ele geçmiştir. Orta Doğu Hunlarına ait M.4. asır ortalarında basılan paralar, sasmi parası taklididir. Esasen o çağlarda Türklerde tedavül edilen paralar olarak, üzeri hükümdarların resmi mühürü ile damgalı ipek veya pamuk parçası kullanılıyordu.Madeni Türk parası Göktürkler çağında görünmektedir.

İSLAMİYET SONRASI TÜRK EKONOMİSİ

İslamiyet’in Kabul edilişine paralel olarak Türk coğrafyasının değişimi ile birlikte ekonomik anlayış da da küçük de olsa bir takım değişiklikler göze çarpmaktadır.

Selçuklularda iktisadi hayat, kervan yolları sayesinde parlak bir seviyeye erişmişti. Ticaret kervanları; Türkistan, Harezm, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetle sefer yapıyorlardı. (4) Selçuklular ticari kervanlara askeri muhafızlar koyarak, kervanın emniyetini sağlarlardı. Hatta zarara uğrayan bir kervancının zararı, Devlet hazinesinden mevcut hukuka göre tazmin edilirdi. Melikşah zamanında alınan ticari vergiler ve gümrüklerin yekunu altı yüz bin dinara varmaktaydı.

Selçuklular, ticarete ve ticaret yollarına büyük bir önem verdikleri gibi ziraata da değer vermişlerdir. Irak, Horasan, Harezm’ de açılan veya imar edilen sulama kanalları sayesinde zirai üretim çok artmıştır. Üretimin artması, imparatorluğa bağlı şehirlerin büyümesine ve bu şehirlerde ticari hayatın gelişmesine sebep olmuştur.

Sanayi şehir hayatı içinde önemli bir yer tutmaktaydı. Kumaş dokuma tezgahları, demir fırınları, deri işleme atölyeleri, zamana göre en ileri sanayi olan kağıt imalatı yine çini, cam gibi maddeler üreten fırınlar ve imalathaneler, ülkenin her tarafına yayılmıştı.

Ticaret sahasında olduğu gibi zirai sahada da yeni tesislerin kurulması ve bunların işletilmesi, yeni hukukun doğmasına sebep oldu.

Tarih sahnesinden çekilmiş olan ve Tarihe en mühim damgayı vuran Osmanlı Devletinin iktisat anlayışı, devlet ve toplum felsefesiyle yakından bağlantılıydı. İktisadi siyasette devletin mali ihtiyaç ve kaygıları önemli bir yer tutuyordu. Daire-i adalete göre adalet ve huzur sayesinde halk çok üretim yapacaktı. Böylece, devletin hazine gelirleri çoğalacak, dolayısıyla da ordu ve devletin güçlü olması sağlanacaktı.Gerçektende Osmanlı iktisat siyasetinde hazine gelirlerinin mümkün mertebe arttırılmasına dikkat edilmiştir. Osmanlılar için ülke içinde temel malların yeterli miktarda bulunması çok önemli olduğundan ithalata sınırlama getirilmemiş, hububat gibi temel ihtiyaç mallarının ve silah yapımında kullanılan madenlerin ihracı ise yasaklanmıştır. Bütün bunların yanında İstanbul’un ve diğer büyük şehirlerin gıda ve yakacak ihtiyacının karşılanması da önemle üzerinde durulan bir hususta.(5)

Dünya ekonomisinde meydana gelen değişiklikler, Osmanlıları da özellikle XIX. Yüzyıldan itibaren derinden etkilemiştir. Böylece, Osmanlı Devleti, kendi ülkesindeki ekonomik faaliyetleri denetleme gücünü büyük ölçüde yitirmiştir.

Osmanlı ülkesinde üretici unsur, genel olarak reaya adı altında toplanan köylüler, konar-göçerler, esnaf ve zanaatkarlar idi.(6) Osmanlılarda ekonomi büyük ölçüde tarıma dayanıyordu. Tarım üretiminin ana kaynağı olan miri,yani devletin mülkiyetindeki topraklardı. Özellikle Osmanlı Devleti topraklarının ana kısmında uygulanan tımar düzeni, miri arazi rejimine dayanıyordu.

Osmanlı’da nüfusun çoğunluğu köy ve mezralarda yaşamaktaydı.(7) Bunlar esas olarak tarımla meşguldüler.

Tımar sisteminin uygulandığı yerlerdeki tarım faaliyetinin sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi bazı şartlara bağlanmıştır. Miri toprakların tasarruf hakkını ellerinde bulunduran köylüler, kanunla belirlenmiş vergileri dirlik sahiplerine ödemek ve sebepsiz yere topraklarını üç yıl üst üste boş bırakmamakla yükümlüydüler.

Osmanlı ülkesinde en çok susuz hububat üretimi yapılmaktaydı. Başta buğday olmak üzere, arpa, darı ve XVI. Yüzyıl sonlarından itibaren mısır yetiştiriliyordu. Hububatın yanı sıra baklagiller, soğan, sarımsak ve çeşitli bahçe ürünlerinin yetiştirildiğini biliyoruz.

Hayvancılık da ekonomik faaliyetlerin önemli dallarından biridir. Osmanlılar gibi tarım toplumlarında hayvancılığın çeşitli bakımlardan önemi vardı. Hayvanların hem gücünden hem et ve sütünden hem de deri ile yününden sanayi hammaddesi olarak yaralanılırdı.

Osmanlı Devleti’nde, kasaba ve şehirlerdeki zanaatkarlar, mensup oldukları iş kolunun teşkilatına üye idi. Bu teşkilat Ahilikten kaynaklanmıştır. Osmanlıda bu kuruluşlara lonca adı verilirdi. Loncalar, iktisadi hayatın temeli konumundaydı.Loncalarda usta-çırak ilişkisi çerçevesinde bir hiyerarşi göze çarpmaktaydı.

Osmanlı ülkesinde, dokuma alanında Bursa’nın kadifeleri, ipekleri, Kütahya, Uşak, Gördes halıları, Selanik’in kumaşları önemliydi. Osmanlılarda bölgeler arası veya milletler arası ticaret ile uğraşan tacirlerin özendirildiği, esnaf teşkilatı ile ilgili kanuni sınırlandırmaların dışında bırakıldığını görmekteyiz. Onların bu statüleri, temelde Osmanlı devletinin iktisat anlayışından kaynaklanmaktaydı.(8) En fazla gelir; takılar, değerli madenler , baharat gibi lüks maddelerin ticaretinden sağlanırdı.

Orta Avrupa dan İran’a, Rusya bozkırlarından Habeşistan’a Fas’tan Umman denizine kadar uzanan yörelere sahip olan devletinin hakimiyetinin iç ve dış ticaretini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için güçlü bir ulaşım sistemine gerek vardı. Bu çerçevede deniz yoluyla yapılan ulaşım oldukça önemliydi Ancak, coğrafi keşiflerden ve Osmanlıların Umman denizindeki başarısızlıklarından sonra, Hindistan ile Avrupa arasındaki ticaretten Osmanlıların sağladığı gelirler bir derece düşmüştür. Karadeniz, Akdeniz ve adalar Denizindeki ticaret ise canlı bir şekilde devam etmiştir.

XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda özellikle Batı Avrupa’da tarım üretiminin artması ve mamul mal üretiminin kentlerden kırlara taşınması, ülke içi iktisadi bağların gelişip milli ekonomilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her devlet kendi ticaret filolarını destekliyordu. Avrupa ülkelerinin kendi aralarındaki bu rekabet kapitalizmin gelişmesinde etkili olurken, Avrupa dışındaki ülkeleri ve orada Osmanlıları da olumsuz etkilemeye başlamıştır. Avrupa mamullerinin Doğu Akdeniz pazarlarını istilası, sanayi inkilâbın dan sonra, XIX. Yüzyılın ilk çeyreğinde başlayacaktır. Buna paralel olarak da Osmanlı ekonomisi çöküşe geçecektir.(9) Bilhassa ülke ekonomisi devletin siyasi manası güçsüzleşmesine paralel verilen kapütülasyonlar, yapılan imtiyazlı ticari anlaşmalar ve alınan borçlar sebebiyle gittikçe dışarıya bağımlı hale gelecek ve bu süreç günümüze kadar sürecektir. Cumhuriyet dönemi Türkiyesinde ise 1923’den 2000’e kadar Türk ekonomisinin geçirdiği dönüşümler, ikinci Dünya Savaşı yılları dışında devletçi veya liberal iktisat politikalarının etkinliğine göre incelenir. Ancak, her ikisi de kapitalist bir iktisadi sistemin temel çizgileri üzerinde şekillenir.(10) Değişen yalnızca temel önceliklerdir. Kamu işletmeciliğinin veya özel sektörün önceliği bu ayrımda önemli yer tutar. Sistemin şekillendirilmesinde ; piyasa ekonomisinin temel kural ve kurumlarında, diğer bir ifadeyle ekonomik düzen politikası anlayışı ve uygulamadaki yetersizlikler, 77 yılık ekonomi tarihi içerisinde belirli güçlükleri de içinde barındırmıştır. Gerek iktisat kültürü gerekse de genel kültür hedefleri arasındaki farklı yaklaşımlar bu güçlüklerle birlikte karşılıklı etkileşim içerisindedir.

1923 – 29 Dönemi : Cumhuriyetle birlikte iktidardaki kadrolar geri kalmış bir tarım toplumunun bütün özelliklerini sergileyen ülkede, devlet desteğiyle girişimci bir sınıf yani özel sektör yaratma çabasındadır. Buna karşın milli iktisat Döneminin korumacı ve sanayileşmeci politikaları bu dönemde uygulama olanağı bulamamıştır. 17 şubat 1923’de İzmir de toplanan I.iktisat kongresinin sonuçları yeni Türk devletinin ekonomi politikalarını etkilemiştir.(11) Piyasa koşullarının egemen olacağı iktisadi düzenin, kısaca kapitalizmin yerleştirilmesi için siyasi ve idari reformlar yanında iktisadi olanda da uygun politikalar izlenmeliydi. Ancak, savaştan sonra çıkmış yorgun ülke, liberal ekonomik politikalarda pek fazla başarılı olamamıştır. Ekonomik düzen politikasındaki yetersizlikler, ki bu sorun günümüzde de vardır. Serbest piyasa ekonomisini olumsuz etkilemiştir ve zorunlu olarak devletçilik ilkesi ekonomiye hakim olmuştur.

1930 – 39 Dönemi : Cumhuriyetle uygulamaya konulan liberal politikalar, zorunluluktan dolayı kamu – devlet girişimciliğinin etkin olduğu bir dönemin aralanmasını sağlamıştır. Buna sebep olarak; liberal iktisat politikalarında arzu edilen başarının sağlanmaması, 1929 Dünya Ekonomik Krizinin etkisi, Sovyetler birliğinde uygulanan plana dayanan iktisat politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması. Kamu girişimciliği, KİT aracılığıyla oluşturulmuştur. Devletçilik bir ilke olarak ekonomik faaliyetler ile üretim ilişkileri ve sermaye birikiminin belirlenmesinde öne çıkmıştır. Bu planlar 1933’de başlayan ve ikincisi 1936’da başlatılan beş yıllık sanayi planları kapsamında gerçekleştirilmiştir.(12) Bu dönemde sanayi üretimindeki ortalama artış %5 olurken Tarım sektöründeki büyüme %0.4 artmıştır.

1940 – 45 Dönemi : İkinci Dünya savaşı, Avrupa’nın eşiğindeki Türkiye için yeni bir dönemi aralamaktadır. Fiyat istikrarı ve bütçe denkliği dönemin temel politika hedefleridir. Savaş nedeniyle dış ticaretin kısıtlı olması, savunma harcamalarının artması, erkek nüfusunun askere alınması gibi faktörler tarım ve sanayi sektörü üretiminde gerilemelere neden olmuştur. 1939 – 49 Dönemi Devletçiliği zorba ve ırkçı devlet olarak tanımlanırken, buna duyulan öfke muhalefet (Demokrat Parti) tarafından Liberal devlet düşüncesine dönüştürülmüştür.

1949 – 1959 Dönemi : Savaş sonrasında dünya ekonomisi ile bütünleşme eğilimlerinin arttığı bu dönemde, bir yanda Amerika’dan kaynaklanan ekonomik ve demokratik dalga, öte yanda Sovyetler Birliğinden yayılan komünist dalga, Türkiye nin gerek ekonomi politikalarında gerekse sosyo-kültürel yapısında belirleyici olmuştur. İktisadi alanda 1946 yılında başlayan, sonrasında 1950’den itibaren uygulamaya konulan liberal politikalar; siyasal düzlemde ise Demokratik parti iktidarı ile Büyük toprak sahiplerinin liberal kesimle yaptığı bu işbirliği gerek toplumsal bütünde, gerekse bütünün ekonomik alanında önemli ve köklü değişimleri getirmiştir. Cumhuriyetle birlikte tohumları atılan ticari ve sanayi burjuvazisi veya daha genel ifadeyle özel sektör, özellikle sanayindeki yoğun teşviklerle, artık filizlenmeye başlamış ve dalları özel sektör bankalarının kuruluşu ile finans piyasalarına kadar yaygınlaşmıştır.

1950 – 54 döneminde %11, düzeyinde olan büyüme ortalaması, 54 yılında %-31’e kadar düşmüş sonra ortalama yıllık %5 düzeyinde kalmıştır. Bu yıllarda fiyatlar %15 artmıştır. Ekonomideki sıkıntıları atlatabilmek amacıyla 1958 yılında IMF istikrar tedbirleri ile tanıştık. Uygulamalarla nisbi bir rahatlama olsa da sorunların devamı 27 Mayıs 1960 darbesine sebep oldu.(13)

1960 – 1979 Dönemi : Askeri yönetimle birlikte yeni Anayasa ve ekonomideki sosyal düzenlemelerin artması, kalkınmanın beş yıllık kalkınma planları çerçevesinde ele alınması dönemin özellikleridir.(14) Özel sektör için yol gösterici, kamu sektörü için emredici bir nitelik arz eden planın ilki 1963-67 yıllarını kapsamaktadır. 1980 sonrasında etkinliğini yitiren planların günümüzde yedincisi (1996-2000) yürürlülüktedir. İktidarın devletçi-seçxxxlere gelmesi ile başlayan bu süreç, seçimlerle birlikte geleneksel-libarellerle gelmiş; ancak ekonomik anlayış veya temel paradigmada bir değişme olmamıştır.

1970’lerin başında %10’a yükselen büyüme oranı, 1979’da %4 ve 1980 yılında da %1.1’e geriliyor. Dönemin başında yaklaşık &10’lar seviyesinde olan enflasyon 1980 yılında %107’ye yükselmiştir. 1970’li yılların ortalarında artan dış borçlar, yükselen petrol fiyatları ve tıkanan dış finansman kaynakları ekonomide enflasyon ve durgunluğa yol açmıştır.

1980’den Günümüze : Türkiye nin içine girdiği ekonomik krizi durdurmak ve sorunları çözümleyebilmek amacıyla 24 Ocak 1980 tarihinde “istikrar” Tedbirleri alınmıştır. Anılan tarih bir uyum sürecinin başlangıcı olup, uygulamalar uyumu gerçekleştirmeye dönük tedbirlerdir. Ödemeler dengesinin düzeltilmesi, enflasyonun dizginlenmesi, etkin bir kaynak dağılımına imkan verecek fiyat yapısının oluşturulması ile düzgün işleyen bir dış borç düzeninin oluşturulması paketin hedefleridir.

Türk ekonomisindeki geçmişte yaşanan dönüşümlerin aksine ordu, bu kez tercihini IMF kökenli bir istikrar programını uygulamak üzere geliyordu. Artık yeni bir ekonomik düzen şekillendirilmeye çalışılacaktı. Bu aynı zamanda yeni dünya düzeninin gereklerine uygun hareketlerin başladığı bir dönemdir. Serbest piyasa ekonomisinde serbestlik, başıboşluluk, bireysellik ile kişisellik olarak algılanmıştır. Piyasa ekonomisi; kaynakların akılcı ve verimli kullanımını sağlayacağı varsayılan, kişisel çıkar dürtüsü temelinde düzenlenmiş ve kendi kurallarına göre işleyen bir mekanizmadır. Etkinliği rekabetin kurum ve

Kuralları ile işletmesine bağlıdır.

Teşvik ve destekleme politikaları ile dış ticaretin, özellikle ihracatın artışı sağlanırken 1980’li yılların başında göreli bir iktisadi başarı sağlanmıştır. Enflasyon %107.2’den 1981’de %36.8’e düşerken büyüme oranı %1.1’den %4.2’ye yükselmiştir.(Tablo 1)

Yıllar Büyüme Enflasyon İthalat İhracat İhracatın İthalatı

% (%) (TEFE) (Mr USD) (MR USD) karşılama oranı

1963 9.7 0(1963=0) 0.688 0.368 53.5

1967 4.2 7.6 0.686 0.411 59.9

1971 10.2 15.9 1.171 0.676 57.7

1975 8.0 10.1 4.739 1.40 29.6

1979 -0.4 63.9 5.069 2.26 44.6

1980 -1.1 107.2 7.909 2.91 36.8

1981 4.2 36.8 8.933 4.74 52.6

1982 4.6 27.0 8.843 5.75 65.0

1983 3.3 40.8 9.235 5.73 62.0

1984 5.9 53.5 10.757 7.14 66.3

1985 5.1 38.2 11.343 7.96 70.2

1986 8.1 24.5 11.105 7.46 67.1

1987 7.5 48.9 14.158 10.19 72.0

1988 3.6 69.7 14.335 11.66 81.4

1989 1.9 69.5 15.792 11.62 73.6

1990 9.2 52.3 22.302 12.96 58.1

Tablo 1

Para politikalarında 1980-88 yılları arasında TL2nin aşırı değer yitirmesi politikaları terkedilmiştir. Ülke parasının 1989 ve 1990’da reel anlamda değerli kılınması iki sonucu yaratmıştır. TL’nin aşırı değerli kılınması yurtdışı kredileri cazip hale getirirken, ülkeye sıcak para girişi artmıştır. İkinci olarak dış talepteki azalma ihracatta arzu edilen edilen artışları yaratmamıştır. Aşırı değerli TL’nin ihracatı olumsuz etkileyeceği açıktır. Kalite ve rekabete dayalı ihracat ürünlerine yerine döviz ve diğer desteklerle teşvik edilen ihracat politikaları bu tıkanmayı yaratan faktörlerdendir. İthalattaki artışlar, büyümeyi uyarmış, 1992’de %6.4, 1993’de de %7.3 büyüyen ekonomi yetersiz politikalarla 1994’de tıkanma noktasına gelmiştir. Sonuç olarak 1994 yılında %149.6’lık enflasyonla karşılaşan Türk ekonomisi %5 oranında küçülmüştür. 5 Nisan 1994 kararları krizi aşabilmek için alınmıştır. Kararların temel amacı enflasyonu hızla düşürmek, TL’ na istikrar kazandırmak, ihracat artışını hızlandırmak ve dengeleri sürekli kılmaktır. Sonuçta 1995’de enflasyon %65.6’ya çekilmiş, büyüme %8.1 oranında oldu. İhracat 18 milyar dolardan 21.6 milyar dolara çıkarken; ithalat 23.2 milyardan 35.7 milyar dolara çıktı.(15) (Tablo 2)

Tablo 2




2000’li yılların ilk iki senelik dilimi ise maalesef krizler dönemi olarak Cumhuriyet tarihinin en ağır şartlarının yaşandığı bir süreçtir. Bilhassa 19 Şubat 2001 krizi ülkemizi derinden etkilemiştir.(15)

1) Kafesoğlu ; a.g.e., S.317

2) Ali Güler, Suat Akgül, Atilla Şimşek; Türklük Bilgisi, S.68

3) Kafesoğlu ; a.g.e, S.325

4) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C.VII S.206

5) Ali Güler ;ve… ; a.g.e, S.358

6) İnalcık ; Osmanlı İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi, S.73

7) Doğuştan Günümüze B.İ.Tarihi, C.XII, S.381

8) Rıfat Dağ ; 1800’lerden Günümüze Doğu Ekonomisi, S.183

9) Ali Güler ;ve… ; a.g.e., S.373

10) N. Oğuzhan Altay ; D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, C.15, S.49

11) Afet İnan ; Devletçilik İlkesi ve T.C., S.68

12) Altay ; a.g.e, S.52

13) a.g.e, S.54

14) Yalçın Acar ; Tarihsel Açıdan Türkiye Ekonomisi ve İzlenen İktisadi Politikalar, S.67

15) Esat Çelebi ; 2001 yılında Türkiye Ekonomisinin Genel Görünümü, S.23

TÜRK DEVLETİNİN ÖZELLİKLERİ

1)Teokrasi :

Hz. Peygamber ve onu izleyen dört büyük halifenin uygulamaları esas alınacak olursa, İslam devletinde “din – devlet işi” ayrımının yapılmadığı görülecektir. İslamiyet de din ve devlet işlerinin otoriteye bağlı olarak birlikte yürütülmesi “tevhid” ilkesine bağlanmaktadır. Devlet ve din işlerinde, Allah’ın kitabında belirttiği emir ve yasaklara uyulması halinde Allah’ın iradesi, dolayısı ile “tevhid” gerçekleşecektir. İslam devleti din ve devlet işlerini aynı organizasyon içinde toplarken, Batıda Hristiyanlık siyasi sistemin tamamen dışında örgütlenmiştir. Batı siyasi tarihinde kilise ile devlet arasında siyasi otoriteyi ele geçirebilmek için mücadele olmuş kilisenin siyasi hayatı denetimde tuttuğu dönemlerde “teokratik devlet” anlayışından söz edilmiştir.

Batı siyasi düşüncesinde “teokrasi” Tanrının egemenliği yada tanrı adına yürütülen egemenlik demektir. Teokratik devlette yöneticiler, tanrı tarafından görevlendirildiklerini, hatta onun yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi olduklarını söyleyerek otoritelerini güçlendirdiler. Teokratik devlette, yöneticilerin otoriteleri ilahi nitelikli ve sınırsızdır; Tanrıdan başka kimseye karşı sorumlulukları yoktur.(1)

İslamiyet öncesi Türk devletlerinde hakimiyet anlayışında “kut” mühim rol oynar. Kağan ünvanını yalnızca Tanrının göndermiş olduğu soy taşıyabilir. Han soyunun kutsal bir menşei vardır.(2) Kısacası Türklerde hükümranlığın karakteri “ilahi vazife” anlayışından dolayı “karizmatik” iktidar olarak kabul edilmiştir. Fakat oradaki şu mühim farklara dikkat edilmelidir : Karizmatik hakimiyete bağlı topluluklar umumiyetle dini cemiyetler olduğu halde ; Türk siyasi birlikleri dini vasıf taşımaz peygamberler veya veliler tarafından idare edilen Türk devleti yoktur. Ayrıca Türk hükümdarı insan-üstü varlık da sayılmamaktadır. Hem kendisi hem de halk onun normal bir insan olduğunun farkındadır.(3)

İslam devletinin teokratikliğine gelince : Eğer teokrasi ile Allah’ın peygamberleri aracılığı ile gönderdiği hükümlerin , Hz. Peygamberler ile ondan sonra gelen halife ve hükümdarlar tarafından devlet yönetimine uygulaması kastediliyorsa, bu anlamda İslam devletinin teokrasi olduğu söylenebilir. Yok eğer teokrasi ile, bir grup din adamının tartışılmaz egemenliği kastediliyorsa, İslamiyet de ruhban sınıfı bulunmadığından, İslam devletinin teokratik olduğu söylenemez. Halife, Papa ve Kardinaller gibi yanılmazlığı kabul edilen ilahi bir kişilik değildir. İslamiyet Allah’ dan başka ilah ve ilahi kişilik kabul etmez.

Abbasilerin son yıllarında önce Büveyhiler, sonra da Selçuklular siyasi otoriteyi ele geçirerek, hilafet makamını bir kısım dini törenleri yerine getiren bir tür ruhbanlığa dönüştürdüler. Bu yeni durum ile dini otorite ile siyasi otorite birbirinden ayrılmakla kalmayıp, siyasi otoriteyi temsil eden hükümdar aynı zamanda dini iktidarı da kontrolüne almış oluyordu. Sultanlar hem dini hem de siyasi otoriteyi ellerinde toplayarak Müslümanların manevi kişilik olarak saygı duydukları halifeyi memur statüsüne düşürmüşlerdi.

(1) Şükrü Karatepe ; “Devlet Yönetimi”, Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti ; S.73-74

(2) Halil İnancık ; “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi” ; S.B.5.D., S.74-75

(3) İbrahim Kafesoğlu ; Türk Milli Kültürü ; S.256

Osmanlı toplumunda egemen kitlenin dini olan İslamiyet’e devlet de bağlıdır. Gaza ideali çerçevesinde ilk kuruluş ve ilk örgütlenme döneminde çok etkili olan İslamiyet, hukuk sisteminin en önemli temellerinden birini oluşturmaktadır. Osmanlı hükümdarları, İslam hukukunu ülkelerinde uygulamak için titizlik gösterseler de müçtehid olmadıklarından günün ihtiyaçlarına göre İslam Hukuku’nu yorumlayamıyorlardı. Bu nedenle devlet işlerinin, en azından , en azından kamusal düzenleme ve faaliyetlerin şeriata uygunluğunu sormak üzere bir yüksek fetva makamı olarak şeyh-ül İslamlığı ihdas ettiler. Şeyh-ül İslamlar kural olarak, vezir-i azam tarafından atanır, ve görevden alınırdı. Böylece siyasi otorite, dini otoriteden daha üstün tutulmuştu. Ancak vezir-i azam’ ın azlinde veya tatilinde şeyh-ül İslamın fetvası alınarak da durum eşitlenmeye çalışılmıştır.

Klasik Osmanlı siyasi-idare sisteminde, ilmiye örgütünün başında bulunan şeyh-ül İslam ve örgüte bağlı kadı, müftü ve müderresler devletin maaşlı memuru idiler. Batıdaki kilise örneğinde olduğu gibi, ilmiye sınıfı siyasi iktidarın karşısında devleti yönetmeye talip alternatif bir güç niteliği kazanamadı. Siyasi iktidar her zaman dini otoritenin üzerinde, onun statüsünü tayin eden ve gerektiğinde ondan yararlanan konumunu sonuna kadar korudu. Klasik Osmanlı siyasi düzeninde din adamlarının hiçbir şekilde siyasi otoriteye egemen olmaları söz konusu değildir. Osmanlı devletinde siyasi iktidarla dini otoriteler arasındaki bu ilişki, Batı toplumlarındakinden çok farklı olduğu için bunu “laiklik” yada “teokrasi” gibi batılı kavramlarla izah etmek güçtür.

Osmanlı siyasi rejimi sadece dini gruplara tolerans tanıdığı için “laik” sayılamaz. Kamu bürokrasisi içinde din hizmeti yürüten örgütlenmelere yer vermesine rağmen; devletten bağımsız, siyasi iktidarı denetimi altında tutam bir ruhban sınıfı olmadığı için de “teokratik devlet” olarak tanımlanamaz. Fakat mutlaka batılı bir kavramla ifade edilmesi gerekiyorsa, din-devlet ilişkisi esas alınarak Osmanlı devletinin bir “yarı-teokrasi” olduğunu söyleyebiliriz.”(4)

2) Sosyallik :

Hiçbir zaman bir kişinin, ailenin veya bir zümrenin olmayan Türk devleti sosyla bir niteliğe sahiptir. Eski Türk devletlerinde hakan tarafından verilen “şölen” ziyafetlerine herkes katılırdı. Her yıl borçluların borçları ödenir, çıplaklar giydirilir, bey malları yağma edilirdi ki ülkede ne çok fakir ne de çok zengin bir tabaka oluşmazdı. İslam devletlerinde de sosyal dayanışma esastır. İslamiyet çalışmayı, helal kazanmayı, kazancı paylaşmayı, zekât ve sadaka vermeyi emreder. Kimseyi kimseye üstün tutmaz. Bu ilkeler Türk devletlerinin sosyallik özelliğine daha da kristalize etmiştir.

Devrin imkanlarına göre ülke tüm halkın kullanıp faydalanacağı yollar, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, vakıflar ile imar edilmiştir. Hükümdarlar her daim kendi tebalarını ve mazlum durumdaki tüm insanların haklarını korumuşlardır.(5) Toplumun her kesimi iyi organize olmuştur. Cemaatleşme fikri günlük yaşamda halk arasında var olduğu gibi iş hayatında da sıkı kaidelere bağlı “loncalar” bulunmaktaydı. Toprağın büyük çoğunluğunun mülkiyetinde ve memur-askerlerin denetiminde bulunması köylülerin sömürülmesini engellemiştir.

(4) Şükrü Karatepe ; a.g.e., S.77-86

(5) Niyazi ; a.g.e., S.196-200

Mustafa Kemal de gerek ulusal Kurtuluş savaşı sırasında gerekse devrim sonrasında ülkede aristokratik, ayrıcalıklı bir sınıf oluşmaması için “halkçılık” fikrini benimsemiş ve uygulamıştır.(6)

3) Adalet :

Türk devletlerinin ilk dönemlerden itibaren hükümdarlara yüklediği en önemli görevlerden biri iyi yasalar koymak, bu yasaları adaletle uygulamaktır. Çünkü toplum refahı adil bir düzen ile sağlanır. Türk toplumu da bu düzen için elverişlidir ; zira sınıf veya kast esasına dayanmaz. Adalet kavramı eşitliği özünde taşır. Sanık veya davacının sultan veya aciz bir kişi olması sonucu değiştirmez. Osmanlı padişahları, kendilerinin ilahi adalet ve düzenin temsilcileri olduklarını bilirlerdi. Bu nedenle adalet konusunda çok hassas davranırlardı.(7)

4) Liyakat :

Türklerde eski dönemlerden itibaren devlet hayatında liyakat önemli bir kavramdır.Tahta çıkacak kağan’ın bilge, akıllı, cesur, kahraman ve yüksek ahlâki değerlere sahip bir kişi olması gerekir. Hükümdar Kut’a sahip olmakla beraber, onun icabına göre hareket etmeli, liyakat göstermesi gereklidir. İslamiyet’ de doğuştan kimseye sıfat, unvan, imtiyaz, istisnai bir şeref hakkı verilmez, toplumda ancak hizmet ve liyakatle mevki, sıfat elde edilir. Türk İslam devletlerinde, yüksek kademelere genellikle medrese çıkışlı değişik mevkilerde liyakat’ ını ispat etmiş elemanlar getirilirdi. Osmanlıda da liyakatını ispat eden herkes, mevki, menşei ne olursa olsun, paşalığa, vezirliğe hatta sadrazamlığa yükselebilirdi.(8) Tarihte kurulmuş Türk devletlerinin burada izah ettiğimiz başlıkların yanında “hukukun üstünlüğü” gelenek, sınıfsızlık” gibi özellikleri de vardır.

BUGÜNKÜ TÜRK DEVLETİNİN SİSTEMİ

1) Demokrasi :

Türkiye de demokrasiye ilk geçiş aşaması, padişahın otoritesini kısıtlaması bakımından Sened-i ittifak sayılabilir. 1839 Tanzimat Fermanı, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına almıştır. 1856’da yayımlanan ıslahat fermanı ile de tüm Osmanlı uyruklarının devlet memuru olabilmesi kabul edildi. 1908’de II. Meşrutiyet ile meclis yeniden toplandı. Bütün bu aşamalar monarşik yapıyı zayıflatmış, meşruti yönetimi sağlamıştı. Mustafa Kemal, 1923 Ekiminde Türkiye Cumhuriyetini ilan ettikten sonra, 1924 Anayasası’nda meclisin üstünlüğü ilkesi yinelendi. Ancak kişi hak ve özgürlüklerinin meclise karşı korunması, henüz söz konusu değildi. 1945’e kadar süren dönemde bir-iki girişim dışında tek parti düzeninde demokrasi gelişemedi. İkinci dünya savaşını kazanan batı demokrasileri yanında yer almak isteyen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 1945’de çok partili sisteme geçileceğini açıkladı. 1946-50 döneminde demokrasiye geçiş hızlandı. 1950’de yapılan seçimler sonunda demokratik bir şekilde hükümet el değiştirdi. Ancak 27 mayıs 1960’da ordunun müdahalesi ile ara rejim başladı. 1961’de yeni anayasa hazırlandı. Temel hak ve özgürlüklere daha geniş yer verilmiştir. 1961’de yapılan seçimlerle de koalisyon hükümetleri

(6) Taner Timur ; Türk Devrimi ve Sonrası ; S.256-257

(7) Niyazi ; a.g.e., S.213-220

(8) Niyazi ; a.g.e., S.239-244

kuruldu ve 1961-1965 arası demokratik olarak ılımlı bir dönem oldu. Ancak 1965’den sonra siyasal gelişmeler yaşandı, öğrenci hareketleri ivme kazandı. 21 Mart 1971’de Silahlı kuvvetlerden hükümete muhtıra geldi. Hükümet istifa etti. Bu sıkıntılı günlerin ardından 12 Eylül 1980’de askeri müdahale gerçekleşti. Bütün yurtta sıkı yönetim ilan edildi. Bu siyasal gerginlik 1983 seçimlerine kadar sürdü. Seçimlerin ardından demokratikleşme süreci yeniden başladı.(1) Bugünün Türkiye’sinde yönetici xxx başka, halk da gerek eğitim gerek radyo-televizyon ve basılı yayın sayesinde özgürlüğe, hür düşünceye, demokratik bir siyasal yaşama karşı çok daha bilinçli yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım ve gösterilen çabanın Türkiye deki demokratikleşme sürecinde önemli bir payı olacaktır.

Çağdaşlık :

Ulus egemenliğine dayanan laik bir cumhuriyet öngörüsü ile yola çıkan Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun dinsel ve geleneksel yönetim tarzının devleti zayıflattığını, üretmekten çok tükettiğini ve insanların atılım yapmasını engellediğini görerek, Batılıların vaktiyle gerçekleştirmiş oldukları zihinsel değişimin benimsenmesinin Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacağını düşünmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, batı toplumlarını örnek alarak ; batılılaşmayı, toplumsal dönüşümü gerçekleştirme hedefi olarak belirlemişledir. Batılılaşmak, Rönesans ve aydınlanma dönemlerinde “yeniden insana dönmek” fikri çerçevesinde oluşturulmuş olan batı zihniyetine sahip olmak anlamına gelmektedir. Bu zihniyet, ilerlemenin, gelişmenin ve yenileşmenin itici gücünü oluşturmaktadır.(2)

Türk kurtuluş hareketinin birinci amacı bağımsız ulusal Türk devletinin kurulması, bundan sonra gelen en önemli amaç ise çağdaşlaşmadır. Atatürkçülük de , bağımsız milli devleti, milli egemenliği, kişi özgürlüğünü, her çağda çağdaş olmayı amaçlar. Türk kurtuluş hareketinin çağdaşlaşma aşaması , ulusal egemenliğin gerçekleşmesini de sağlayan birçok atılımı kapsar. Bu hareket, bütünü ile bir Türk uyanışı ve yenilenmesidir. Türk devrimini oluşturan bağımsız ulusal devletin kurulması ve çağdaşlaşma diğer birçok ulusa örnek olmuş ve evrensel nitelik kazanmıştır.(3)

Laiklik :

“Dini inancın insanlar yalnızca vicdani bir sorun olarak ele alınması ve dinin hiçbir şekilde devlet işlerine karıştırılmaması” olarak kısaca tanımlanan laikliğin, biri “kişilerin inanç ve ibadetlerinde özgür olması” , diğeri de “din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olmak üzere iki temel özelliği bulunmaktadır. Tamamen Hristiyan batı kültürünün ürünü olan “laiklik” , kaynağını İncil deki “Sezar’ın hakkı Sezar!a, Tanrı’nın hakkı Tanrıya” hükmünden almaktadır.

(1) Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi , “demokrasi” Md., S.3006-3008

(2) Kubilay Aysevener ; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Felsefi Temelleri” ; Doğu-Batı ; S.109

(3) Suat İlhan ; Türk Çağdaşlaşması ; S.7-8

Hristiyanlık inancına göre ideal olan, devlet ile kilisenin birbirine müdahale etmemesidir. Ne var ki, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan kilise, ekonomik yönden güçlenerek devlet işlerine el atmış ve siyasi otoriteyi tamamen kontrolüne almıştır. Batı ülkelerinde Rönesans ve Reformdan sonra, kilisenin dünyevi iktidarının sınırlanmasına ve devlet üzerindeki baskılarının azalmasına bağlı olarak , kişilere daha geniş inanç ve ibadet özgürlükleri sağlanmış ve “laiklik” gerçekleşmiştir.(1)

Birinci Dünya savaşı ile bağımsızlığını yitiren ve nihayet Osmanlı devletinden sonra Anadolu’da başlayan direniş hareketi ve İstiklal Savaşının hemen arkasından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Bu yeni devlet, batılılaşma yönünde kesin bir tercih yaptı Osmanlı İmparatorluğunda uzun asırlar boyu siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda hakimiyetini sürdüren İslam’ı, bu sektörlerin dışına çıkararak, Fransız usülu laik bir düzeni amaçladı. Geleneksel İslam-i kimliğine hala sadık kalan halkın büyük çoğunluğunun zoraki kabullendiği, dolayısıyla soğuk baktığı bu yeni kimlik, Ordu ve basın başta olmak üzere, bürokratik, akademik, ekonomik, siyasal ve entelektüel çevrelerden oluşan elit kesim tarafından hararetle benimsendi.

İslam’dan laik milliyetçi kimliğe dönüşümü belirleyen İnkılâplar adım adım ama oldukça kısa sürede yürürlülüğe konuldu. Saltanat ve hilafet 1922 ve 1924’de iki sene arayla kaldırıldı. İlk Teşkilat-ı Esasiye kanununda devletin resmi dini olarak kayda geçen İslam daha sonra bu kayıttan çıkarılarak resmiyetten düşürüldü. Tevhid-i tedrisat kanunu ile medreseler kapatılarak İslam, geleneksel eğitim kurumlarından yoksun bırakıldı. İslam’ın yüzlerce yıllık gelir kaynağı olan vakıflar, siyasal iktidarın kontrolüne alınarak, toplumsal alanda kurumlaşmanın önüne geçilmiştir. 1924’de Diyanet İşleri Bakanlığının temelleri kurularak ; İslam, devletin kontrol ve takibine alındı. 1925 yılında da tekke ve zaviyeler kapatıldı.

Böylece, tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar İslam’ı bir ideoloji haline getirmiş, başka bir ifadeyle İslam ile adeta özdeşleşmiş Osmanlı devleti, Anadolu topraklarına çekilerek, İslam’ın yerine, milliyetçi radikal bir laisizm temelinde batılılaşma tutkusunu hayatını olmazsa olmaz ideolojisi yapmış milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüş oluyordu.(2)

Genelde Cumhuriyet dönemi Türk bilim ve düşüncesi özelde Türk tarihçiliği, “İslam problemini” genellikle İmparatorluktan milli devlete geçişte ideolojik değişimin yarattığı sarsıntının bulaşıklarından arınmış ciddi bir yaklaşımla ele alıp incelemediği gibi , bunun için bir alt yapıda hazırlamadı. Büyük çoğunluğuyla Müslüman kimliğini taşıyan ve taşıyacak olan Türkiye de bu konuya olan ilgisizliğin yol açtığı bilgisizlik siyasi hayatta olduğu kadar, bilimsel ve entelektüel hayatta da büyük boşluklar ve gerginlikler yaratmıştır.(3)

(1) Karatepe ; a.g.e., S.75-76

(2) A.Yaşar Ocak ; Türkle Türkiye ve İslam ; S.107-108

(3) a.g.e., S.24

1979 İran İslam ihtilâli, Türkiye’de bütün dikkatlerin yeniden İslam’a çevrilmesine sebep oldu. Bu yoğunlaşma iki farklı sonuç ortaya çıkardı : Bir tarafta Batıdaki oryantalist yayınlara dayanarak, İslam’ın kendi kaynaklarından çok yozlaşmış ve gelenekselleşmiş halk İslam’ını gözlemleyerek İslam aleyhtarlığı yapan bir aydın kesim oluştu. Diğer tarafta İslam’ı yeniden anlayıp keşfetmeye ve bu yolla kendi kimliğini ortaya koymaya çalışan Müslüman aydın kesim ortaya çıktı. Bu dönemden önce, 1950’lere kadar olan devre basının da yardımıyla, her alanda İslam-i düşüncenin ve yaşantının devletin sıkı takip ve hatta zaman zaman müdahalesine maruz kalmasıyla karakterize edilebilir.

1960 yıllarda yabancı okullarda okumuş, üniversite eğitimi almış entelektüel kesime Marksist aydınlar da katılarak İslam’a karşı mücadele etmeye başladılar. Nihayet 1980’li yıllara gelindiğinde de “İslam-i rejim” kavramı ön plana çıkarak bütün dünyada merak uyandırdı. Bu siyasal boyut yalnız Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde öne çıkmış ve İslamcı aydınlar içinde, bu konularla uğraşan batılı araştırmacıların literatüründe ortak bir terim olan “fundamentalist” yahut, “radikal İslamcı” terimiyle nitelendirilen yeni bir grup oluşmuştur.

Ancak , “İslam-i rejim” gibi tarihte ve bugün birbirinden çok farklı nitelikler gösteren izafi ve kaypak, son derece teorik bir meselenin bu suretle ağırlıklı olarak gündeme sokulması öncelikli olarak üzerinde durulması gereken, İslam’ın sosyal, bilimsel, fikri ve kültürel muhtevasıyla alakalı devasa meselelerin geri plana itilmesi gibi büyük bir yanlışın kapısını açtı.”(4)

Sonuçta bugünün Türkiye’si, ardan geçen 75 yıla rağmen, Doğulu ve İslamcı kimliğinden kurtulup Batılı bir kimlik kazanmış, gelişmiş bir ülke olmadığı gibi, tam anlamıyla Doğulu bir ülke olarak da kalmamıştır. Türkiye’de toplum açıktan açığa ve giderek sanki keskinleşen bir çizgiyle laikler- Müslümanlar veya Atatürkçüler – Şeriatçılar diye ikiye bölünmüş görüntüsünü vermektedir. Birinci kesimin sosyal tabanını merkezdeki yönetici elit ve İslamsız Batılılaşmacı ideolojisini paylaşan entellektüeller, ikinci kesimin sosyal tabanını ise periferdeki muhafazakar ve aynı zamanda çağdaşlaşmaya ama İslam ile çağdaşlaşmaya talip büyük halk çoğunluğu teşkil etmektedir. Türkiye, tarihinin çok önemli bir dönüm ve dönüşüm noktasında bulunmaktadır. Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitlenin yaşaması hedeflenen Türkiye’de bu ikiye bölünmüşlük, çağdaşlaşma yolundaki en büyük handikap olarak önünde durmaktadır.(5)

Yetmiş beş yıllık Cumhuriyet tarihinde, Kemalist elit, siyasal iktidarın elinden gitmesini hiçbir zaman boyun eğerek karşılamamıştır. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de sağ partilerin iktidarda olduğu zamanlarda, gerek dolaylı yollardan ordu adına “rahatsızlık” sinyallerinin verilmesi, gerekse medyanın seri halde “irtica” kampanyaları başlatması bir türlü ele geçirilemeyen iktidarı yeniden kazanma savaşıdır. İslam, Cumhuriyet ile birlikte onu besleyen kurum ve değerlerin ortadan kaldırılması ile , yerinin daha çok hurafeci bir nitelik arz eden , rafine bir üsluptan yoksun “popüler İslam’a” bırakmıştır. Bugünün Türkiye’sinde gerek taşra kasabalarında gerek büyük şehirlerin kenar mahallerinde yaşayan bir kesim, bu popüler İslam’ı, yönetici elitin Batıcı laik kimliğine bir muhalefet olarak ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber bu popüler İslam çevrelerinden gelerek İstanbul ve Anadolu da ki büyük şehirlere yerleşen ikinci – üçüncü nesil; siyasetten ekonomiye, bürokrasiden yüksek eğitim sektörüne kadar kamusal alana katılarak

(4) a.g.e ; S.92-96

(5) a.g.e ; S.105

Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaya başlamıştır Laik elit tarafından “irtica” olarak algılanan bu doğal sosyolojik gelişme, Batılılaşma projesinde devre dışı bırakılan İslam’ın kamusal alanda boş bıraktığı yerlerin, tekrar doldurulmaya çalışılmasından başka bir şey olmadığı gözlemlenir.

Bugünün Türkiye’sinde İslam etrafında medya tarafından köpürtülen hararetli tartışmalar, siyaset sektörü başta olmak üzere, bürokrasi, ekonomi, adalet, eğitim ve basın sektöründen oluşan elit kesimlerin zihnindeki, Türkiye’nin geleceğine yönelik modernleşme programlarında İslam’ın hala bir yeri olmadığı izlenimini uyandırıyor. Başka bir deyişle, bu programda İslam “hesabın dışında” görünmektedir. Ancak bu programda medeni ve fikri gücünü kaybetmiş, yozlaşmış popüler İslam’ı , bertaraf etmek için İslam’ı büsbütün ihmale ve dışlamaya yönelik politika, yetmiş şu kadar yıldır süren ve taraflar orta yerinde uzlaşıncaya kadar sürecek bir ideolojik mücadelenin kapısını açmıştır. Bu mücadele sonunda da gerçekten demokratik bir Türkiye’yi görmemek için bir sebep yoktur.(6)

(6) a.g.e ; S.111-117

İSLAMİYET ÖNCESİ

Milli kültürün tespit ve izahında coğrafi çevre başta olmak üzere, eski Türk topluluğunun “insan unsuru” bakımından özelliklerini ve sosyal yapısında müsahade edilen hususiliğini hareket noktası yapmak gerekmektedir.(1) Türklerin aslen göçebe bir kavim olduğu xxxx ilim dünyasında yaygındır. Halbuki göçebeliğin ekonomik faaliyeti dışında, sosyal muhtevası henüz iyi bilinmeyen bir cemiyet tipi olduğu gözden kaçırılmakta Türk milleti hakkında hüküm verilirken de yalnız ekonomik görüntüler tesirinde kalınarak hareket edilmektedir.

Batılı bir kısım araştırıcılar Türklere yakıştırdıkları göçebeliğin medeni kabiliyetsizlik yönünden doğrudan doğruya fıtri karakter olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Halbuki herhangi bir hayat tarzının teşekkülünde, yaşanan bölge imkanlarının yön verici faktör olduğunu kabul etmek için fazla mantık zorlamasına gerek yoktur.

Bozkırın kültürü 100 binlerce hayvan ve geçiş otlakları göz önünde tutmak zarureti yüzünden daha başlangıçta “yaygınlık” vasfına bürünmüştür. O. Menghin’e göre “Türk kültürünün dünya tarihine iki büyük tesiri vardır. Bunlardan biri hayvan besiciliği suretiyle ekonomik öteki yüksek teşkilatçılık yönü ile soysaldır.(2) Bozkır sahasındaki dini inançların Şamanlığa bağlanması adet haline gelmiştir. Dinden ziyade bir sihir karakteri ortaya koyan esasen bir bozkır-Türk inanç sistemi olmayan Şamanlığın tarihi Türk topluluklarındaki Tanrı inançları ile ilgisi yoktur. Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı. Ölüm halinde yas törenleri yapılır, ölünün bulunduğu çadırın etrafında süratli atlarla dolaşılır, saçlar kesilir, yüz, kulak bıçakla kesilerek kan akıtılırdı. Ölenin atları kurban edilir, ayrıca yemek verilirdi.(3)

(1) Kafesoğlu ; a.g.e ; S.31

(2) a.g.e ; S.322

(3) a.g.e ; S.303

Gök-tanrı ve atalara da kurban olarak hayvan kesilirdi. En makbul kurban olarak at iskeletine bozkır Türk kavimlerine ait mezarlarda rastlanır. Bozkır Türk topluluğunun asıl dini Gök tanrı idi. Kitabelere göre tanrı, kainatın ilk sebebidir, yani yaratıcıdır.

Kitabelerde Tanrı bazen “Türk Tengrisi” şekliyle o çağlarda milli bir tanrı olarak görülmektedir. Türkler Müslüman olduktan sonrada uzun yıllar Allah anlamında Tengri kelimesini kullanmışlardır. Şamanizm’in ayin törenlerini yapan ruhlarla fani insanlar arasında aracılık eden adama genellikle “Kam” denilmektedir. XI. yy’da Kamaların Müslümanlar arasında unutulmadığı görülmektedir.(4) Müslim- gayri Müslim bütün Türkler dünya hayatının geçicici ve aldatıca olduğuna inanıyorlardı. Türkler misafir ağırlamaya eski dönemlerde de büyük önem vermekteydiler. Bunu uğurlu saydıkları görülmekte “hali perişan, gönlü kırık, bir misafir geldiğinde hazır olan yemeği önüne getir geciktirme” görülüyordu şiir ilk atasözü ile toplum düşüncesi konuğa büyük önem vermektedir. Türklerin konuk ağırlamayı çok eskiden beri milli bir ödev olarak devam ettirdikleri görülür.(5)

Uygurlar zamanında büyük kültür değişikliğine yol açan maniheizm Türkler arasına girmiştir. Uygurlar yerleşik kültüre geçmişler ve en temsilcilerinden olmayı başarmışlardır. Bozkır Türk giyim eşyasının başlıca malzemesi koyun, kuzu, sığır, tilki ve az miktarda ayı derisi, koyun, keçi, deve yünü idi. Türk kültürünün diğer kültür konularında olduğu gibi, giyim kuşam konusunda da bir devamlılık gösterdiği, Türklerin Orta Asya medeniyet dairesinden İslam medeniyet dairesine girmelerinden en az ölçüde etkilendiği görülmektedir.(6) Türkler İslamiyet den öncede doğayı seven, kadına saygı gösteren, yiğit davranan, Gök tanrıya saygılı bir ulustur. Savaşçı oldukları için çeşitli uluslar ile kültürel bağlar kurmayı bilmişler ve çeşitli uygarlıklardan yararlanmışlardır. Düşünceleri ile birçok ulusu etkilemişlerdir.(7)

İSLAMİYET SONRASI

Türkler Müslüman olduktan sonra eski geleneklerinden bir çoğunu devam ettirmekle birlikte artık yeni bir hayata geçmiş bulunuyorlardı. Bu yeniliğin başlıca iki kaynağı vardı. Birincisi yeni bir inanç sistemini benimsemişlerdi. Bu inanç sistemi insanın sadece Tanrı ile aynı zamanda diğer insanlarla olan münasebetini de düzenliyordu. İkincisi Türkler Müslüman olarak yeni bir medeniyet dairesi içine girmişler ve bu daireye dahil olan başka bir takım milletlerle kültür ve medeniyet alışverişi yapmaya başlamışardı.(8) Türkler İslamiyet’i kabul ettikleri yüzyılda bu uygarlık en parlak çağını yaşıyordu. Batı uygarlığı ile aynı seviyede idi. Her iki uygarlık kültür alışverişi sureti ile birbirlerini etkiliyorlardı. Ancak yüzyıllar ilerledikçe İslam uygarlığının gerilemesine karşılık Batı uygarlığı ilerlemeye başladı. Avrupa’da ortaçağ sonlarında bilim ve felsefe ile din bağdaşabiliyordu. Bunun sonucunda birçok bilim adamı yetiştirmiştir. Asıl uzlaşmanın din ile felsefe arasında olması gerekiyordu. Avrupa uygarlığı bu atılımı yapmayı başardı. İslam uygarlığını geride bıraktı.(9)

(4) Reşat Genç ; Kaşgarlı Mahmud ’a göre XI. yy’da Türk Dünyası, S.125

(5) a.g.e ; S.119

(6) a.g.e ; S.175

(7) İbrahim Agah Çubukçu ; Türk İslam Kültürü Üzerine Araştırmalar ve Görüşleri S.135

(8) Güngör, a.g.e ; S.159

(9) Aydın Taneri ; Türk Devlet Geleneği ; S.217

Türk devletinde bilime karşı olumsuz bir tavır takınılmıyordu. Bilim adamları bilimsel çalışmalara teşvik ediliyordu, medreseler açılıyordu, iki medeniyet arasında metod farkı vardı. Bu fark Doğunun aleyhine işliyordu. İslam dünyasında akli bilimler ve nakli bilimler hesabı yapılmıştır. Müslüman Türk siyasi kuruluşları artık sosyal durum iktisadi hayatı, askeri ve idari yönlerde olduğu gibi dil, edebiyat, sanat itibariyle de yeni kültür şartlarının gereklerine uymuşlar, farklı bir kültürün kadim Türk kültürüne aşılanması ile farklı bir hüviyete bürünmeye başlamışlardır.(10)

Terkibin bir kanadını teşkil eden Türk kültürü bütün zindeliği ile devam ediyordu. Hükümdarlık anlayış, devletin askeri karakteri, din hayatında tolerans, düşünce sistemindeki ayrılık, toprak sisteminin değişik oluşu, bazı sosyal haklar bunlardan bazılarıdır. Türkler İslamiyet’ den sonra, sanat dünyasına bazı yenilikler getirmişlerdir. Bu yeniliklerin başlıcaları medrese mimarisi, camii mimarisi, minare mimarisi, çinicilik bunların başlıcalarıdır. Türk minyatür sanatı ve yazı sanatı İslamiyet’ den sonra daha da gelişmiştir. Halı ve Kilim motifleri, yüzlerce yıldan beri devam etmektedir. Türk kültüründe aynı zamanda derin bir mizah anlayışı vardır. Türk kültürü mizah yönü güçlü bir kültürdür.

Türkiye’de halen askere gidenler törenle gönderilmektedir. Bu durum asker millet olma geleneğinin devam ettiğini gösterir. Kültürümüzde yer alan yiğit; delikanlı, mert, cesur, mazlumun yanında, zalimin karşısında olan kişidir. Bunun adı Erzurum’da dadaş, Elazığ’da gakkoş, Ege’de efe’dir. Geçmişten beri bu böyle devam edip gelmektedir.(11) İslam kültürü çevresinde Türkler daha ziyade şii eğilimli İranlılarla kurmalarına rağmen büyük çoğunlukla suni idiler. İran-i geleneklerle ilgisi az olan sunilik aynı zamanda Türk düşüncesine uygun düşmektedir. İslam felsefesinin, biri eski yunan felsefesine, diğeri sufiliğe dayalı olarak iki yanlı bir gelişme takip ettiği ve her iki cephesinde de Türk düşüncesi ile ilgili bulunduğu görülmektedir. Sufiliğin asıl belirli görüşler etrafında merkezleşerek teşkilatlanması daha ziyade dini ve fikri tolerans çağı olan Türk,İslam idaresi devrinde vuku bulmuştur.(12)

Kültür tarihimize baktığımız zaman öykü, roman, şiir, resim ve mimari üzerinde çok durulduğu halde Türk felsefesi hakkında çok bilgi verilmediği görülür. İslam felsefesini geniş ölçüde Araplara ve İranlılara mal etmektedirler. Oysa ki Türk ulusunun İslam felsefesine hizmeti onlardan daha çoktur. Birun-i, Farab-i, İbn-i Sina, Maturid-i, Ahmet Yesevi, Mevlana gibi büyük düşünürlerin Türk felsefesini dile getirdikleri bir gerçektir. Türklerin İslamdan öncede inançları ve felsefeleri vardı. Anadolu’da 13. yy’ da putperest Moğolların etkisi yanında Hristiyanlar da vardı. Çeşitli İslam mezhep ve tarikatları da faaliyet halinde idi. Böyle bir ortamda Ahi Evram Türkleri sanat ve meslek açısından örgütlendi. Hacı Bektaşi veli insan sevgisi, hoş görü ve Türk törelerine dayalı bir öğretinin temelini attı. Mevlana dünyanın bir düş gibi olduğunu, varlığın Tanrı’nın gölgesi sayılacağını anlattı. İnsanı Tanrı’nın sevgisine yaraşır hayvandan farklı özünü varlığından ayıran onurlu bir varlık olarak tanıdı. Ölümü yeni bir hayatın başlangıcı ve dünya köprüsünden geçiş olarak nitelendirdi. Bütün bu düşünürler görüşleriyle çeşitli topluluklar ve inançlar arasında yakınlaşmayı sağladılar. Varlık anlayışında insanın değerinde, ahlaki ilkelerde Türk felsefesini İslami kavramlarla anlattılar. Bütün bunları yazarken zorlama değil tatlı sözler kullanmayı bildiler.(13)

(10) Kafesoğlu ; Türk İslam Sentezi, S.167

(11) Abdullah Dikici ; “Geleneklerin Toplum’daki Yeri ve Önemi”, Fırat Üni. Sos. Bil. Dergisi, C.11, S.257

(12) Kafesoğlu ; Türk Milli Kültürü, S.385

(13) Çubulçu ; a.g.e., S.197

Türkler kendi kültürlerinden aldıkları dinamizm ile tasavvufun etkisiyle Anadolu’da hizmet etmişlerdir. Bir çok yerlerin fütuhatına tasavvufçular yardım etmişlerdir. Türk felsefesi gelişimini 1547 yılına kadar sürdürdü. Bu tarihten sonra felsefenin karı görüşler nedeni ile medreselerden yasaklandığını, müspet bilimlere en az derecede önem verilmeye başlandığını görüyoruz. Medreselerde ders okutan müderrisler ve din adamları bilim dallarına ve felsefeye karşı taasup içindeydiler Halbuki bu sınıfın bilimsel bilgiler ve felsefi düşüncüler için hazırlıklı olması ve toplumun kültürel önderliğini üzerine alması gerekmektedir.(14)

Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip olan pek az millet gösterilebilir. Bu kada uzun xxxx olan bir millet hâlâ yaşadığına ve yakın zamana kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu yaşattığına göre her şeyden önce eşi az görülür bir hayat gücüne sahipti. Yüzlerce yıl içinde teşekkül etmiş Türk kültürü bu milleti başkalarına hakim kılacak kadar idi. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin mücadelelere girdiği halde bizim kadar mukavemet etmiş olan başka bir millet gösterilemez. Bu direnmenin sebebini Türk milletinin intibak kabiliyetindeki eksiklik yerine Türk kültürünün çok sağlam ve köklü oluşu hatta beşeri ve ahlaki kıymetler bakımından batı medeniyetine üstünde oluşu ile izah etmek mümkündür.(15)

Dünyada yazılmış bütün seyahatnamelerde bütün milletlerin karakterleri hakkında yazılanlar gözden geçirildiğinde Osmanlı Türk’ü kadar övülmüş bir millet göremiyoruz. Bu övgüye katılmayan tek millet Osmanlı Türk’ünün kendisidir. Kimse tarafından beğenilmeye ihtiyacı yoktu, çünkü kendisini Tanrı’nın kullarına hizmet etmek için ve Tanrı’nın adını yüceltmek için kurulmuş bir devlet temsilcisi olarak görüyordu. Onun hizmetinin mükafatı ve takdiri ancak insanların hakiki sahibinde gelebilirdi. Halk hükümdarına “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diyor, insanlar devlet için yaşıyor, devlet için ölüyorlardı. Çünkü devlet onların inandıkları kültür kıymetlerini korumakla görevli idi. Bizde Kültür medeniyet münakaşalarının başlamasını imparatorluğun batılı devletler tarafından yıkılması olarak kabul edebiliriz. Bu yenilgi ve yıkılma hâlâ devam ettiği için elli önceki münakaşa konuları hâlâ hararetle devam etmektedir.

Bugün Batılılaşma ve Batı medeniyeti dairesine girme problemi Avrupa, kuzey Amerika, Japonya dışına komünist ilkelerde dahil olmak üzere bütün devletlerin ortak problemidir.

Merhum Peyami Safa gençliğinde kendisinin de dahil bulunduğu xxxxxx xxx programı şöyle idi; ek kadınla evlenmeli, fes’i kaldırmalı, devlet hizmetinde bulunan herkese yerli malı giydirmek kadınların kıyafetlerini serbest bırakmak ….. işte Avrupaxxx ööre bütün bunları yaptığımız takdirde hem kalkınacak hemde Avrupa’nın düşmanlığından kurtulacaktık. İkinci dünya savaşının ardından, Amerika popüler kültürünün ihracının yoğunlaşması, Amerika’nın ekonomik yayılma politikasının vazgeçilmez bir öğesiydi. Amerika, xxx ekonomisine güç koymak amacı ile dünyanın pek çok yerinde popüler kültürünün egemen olmasını sağladı. Avrupa kıtasında ve hatta Avustralya da sinsice ilerlemiş.Amerikanlaşma eğilimleri, Türkiye’de de göze çarpıyor.

(14) Taneri ; a.g.e., S.218

(15) Erol Güngör ; Türk Kültürü ve Millyetçilik, S.70

Amerikanlaşma süreci, Türk kültürünün kimliğinin top yekün yitirilmesi veya milli kimlik kavramının kaybolması olarak algılanmamalıdır. Bunun yerine daha genç nesillerin, geleneksel Türk kültürünü devam ettirmesine engel olacak bir etken olarak görülmelidir. Bu günün Türkiye’sinde, Amerika popüler kültürü farkına varılmasa da doğal bir şekilde yaşanış tüketiliyor. Türk kültürü üzerinde aşındırıcı bir etki oluşturacak kadar yayılmasına uygun bir ortam yaratılmasında ana rollerin birini medya oynadı. Sahte veya idealize edilmiş, varlıklı bir toplum imgesinin yansıtıldığı Amerika filmleri, görüntü yaratmaya yönelik pembe diziler ve Amerikan değerlerinin reklamını yapan eğlence programları artık her Türk evine girdi.

Türk yemek ve yiyecek alışkanlıkları ve modern küresel kültürel başlıca öğelerinin rekabetine teslim oldu. Sonuçta dünyanın en zengin mutfaklarında birinin geleneksel yemeklerine ilgi göstermeyen, hamburger ve kola düşkünü nesil yetişiyor. İtinayla hazırlanan küçücük fincanlarla sunulan Türk kahvesi, bugün sadece turistlerin tükettiği ilginç ve nadir bir içecek olarak görülmeye başlandı. Eskiden, Kurban ve Ramazan bayramları öncesinde, yeni giysi ve ayakkabı satın almak önemli bir adetti. Ancak bugün, ucuzluk sezonunda büyük alışveriş komplekslerinden giyim satın almak bir tüketim alışkanlığı haline geldi. Dini bayramların geleneksel anlamları da kayboldu. Eskiden erdem sayılan tutumluluk ve yerine hızla kendini tatmin etmeye dayalı bir kültür yerleşiyor.

Amerika popüler kültürünün Türkiye de yaygınlaşması tatil köyleri, yazlık devre mülkler, lüks oteller ve spor kulüpleri sayesinde daha da kolaylaştı. Bunların ortaya çıkmasıyla geleneksel mimari çizgiler terk edilmekle kalmadı, insanların boş zaman etkinlikleri de değişti. Türkiye, bir yandan küreselleşme sürecine ayak uydurma, bir yandan da milli kültürün erezyona uğramasını engelleme çabasında doğan ikilemle, nacak kendi popüler kültürüne sahip çıkarak ve bunu sözel tarihiyle birlikte yeni nesillere benimseterek başa çıkabilir. (Doğu-Batı S.51) (16)

TÜRK DIŞ POLİTİKASI

İslamiyet öncesi Türk devletlerinde hakim olan harici politikamız; ipek yolunu ele geçirme ve dolayısıyla Orta Asya’ya hakim olma şeklindeydi. Bu siyasete paralel olrak en fazla ilişki kurduğumuz devlet Çin olmuştur. Türk’lerin açık politikalarına karşı Çinliler daima entrikaya başvurarak Türk devletlerini içten çökertmeye çalışmışlardır.

Türklerin, İslamiyet ile tanışmasıyla birlikte dış politikamız bu yeni dinin ekseninde şekillenmiştir. Artık Müslüman olan Türkler gayri- müslim olan devletelere karşı İslamiyet öncesinin gaza anlayışının revize edilmiş bir şekli olan cihad fikriyle harici siyaseti yönlendirmişlerdir. Anadolu’ya girişle birlikte batıda Bizans ile doğuda suni olmayan diğer İslam devletleri ile abbasi devletinin koruyucusu olarak mücadele etmişlerdir. Abbasi halifesinin yanında yer alarak ve ona destek olarak İslam dünyasının liderliği yolunda ilerlemişlerdir. Haçlı seferlerine başarı ile karşı koyuşları bu düşünceye binaen gelişmiştir.

(16) Gülriz Büken ; “Amerikan Popüler Kültürünün Türkiye’de Yayılışına Karşı Tepkisel Düşünceler,” Doğu-Batı, S.51

Bir beylikten kısa zamanda bir cihan devletine giden süreç dengeli ve etkin bir dış politika sayesinde olmuştur. Kuruluş döneminde diğer Türk beylikleri ile gerek akrabalık bağları tesis ederek gerekse de mücadele yolu ile Anadolu yarımadasının hakimiyeti ele geçirilmiştir. Bizans ile yapılan mücadele ise ilk dönemlerde dengeli bir şekilde sürmüş ve giderek güçlenen Osmanlı devleti Bizans’a son vermiştir.

Artık iki kıtaya da hakim olan Osmanlı “cihansumul” bir devlet haline gelmişti ve günün şartlarında Birleşik Amerika konumundaydı. Büyük devletin politikası şüphesiz ki kendi çıkarlarını korumak ve tebasına refah sağlamaktı. Diplomasi arenasında belirleyici bir güç haline gelmişti. Hoşgörü ve adalet politikası sayesinde bir çok milleti bünyesinde barındırmış ve düsturunu “ila’yı kelimetullah için nizam-ı Alem” olarak belirlemişti.

Osmanlının çok güçlü olması dünya siyasetinin merkezinde yer almasına ve dış politikasının da bu ölçüye paralellik göstermesini sağlamıştır. Süper güç haline gelmiş olan Osmanlı hilafet zırhı ile kendi egemenliği altında olmayan İslam devletlerinin üzerinde dahi bir etkinlik sağlamıştır. Osmanlının gücünü kaybedip zayıflaması ile birlikte dış politikamızda önemli değişimler olmuştur. Artık belirleyici olan ve dünya siyasetine yön veren bir harici politika yerini ayakta kalabilmek için dengeye dayalı bir siyasete bırakmıştır. Bu dış politika az da olsa devletin uzatmış ancak yıkılışını engelleyememiştir.

Osmanlı enkazı altından büyük bir mücadele sonucu ortaya çıkan ve üç kıta yerine küçük Anadolu yarımadasına sahip olan Türkiye Cumhuriyeti dış politikasını da bu eksende oluşturmak zorunda idi. Kurucusu M. Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, Cihanda sulh” ilkesine dayanarak yeni bir dış politika düşüncesi ortaya çıkmıştır. Yeni devletin kurulması ile birlikte yapılan anlaşmalar bu düşüncenin tezahürleri idi. Ayrıca dış politikamızın diyalektiğini ortaya koyması açısından dünya barışına katkıda bulunmak için kurulan oluşumlara dahil oluşumuz yukarıdaki düşünceler paralelindedir. Ancak bu barışçıl politika zaman zaman sekteye uğramış ve tavrımızı net bir şekilde ortaya koymamız gerekli durumlar olmuştur. (Kıbrıs Harekatı) Son dönemler içerisinde ise pek çok konuda olan istikrarsızlığımız dış politikaya da yansımış hemen hiçbir konuda uzun vadeli politikalar üretilememiş ve bunun sonucu olarak önümüzde Avrupa birliği, Kıbrıs meselesi ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri hususunda etkin bir dış politika izlememiz gerekmektedir.

Bibliyografya

ACAR , Yalçın ; Tarihsel Açıdan Türkiye Ekonomisi ve İzlenen İktisadi Poitikalar ; Uludağ

Ünv. Yayınları ; Bursa ; 1991

ALTAY , Oğuzhan ; Türkiye’de İktisadi Dönüşüm ; D.F.Ü. İ.İ.B.F. Dergisi ; C : 15 ; İzmir ,

2001

Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişme Semineri ; A.Ü.S.B.F

Yay ; Ankara ; 1982

AVCIOĞLU , Doğan ; Türkiye’nin Düzeni ; Bilgi Yayınevi ; Ankara ; 1969

AYSEVENER , Kubilay ; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Felsefi Temelleri” ; Doğu – Batı

Düşünce Dergisi Sayı: 8 ; 1999

BİLEN , Alber ; Türk Sanayisinde Kırk Zorlu Yıl ; Final Ofset Matbaacılık ; İstanbul , 1988

BÜKEN , Gülriz ; “Amerikan Popüler Kültürünün Türkiye’de Yayılışına Karşı Tepkisel

Düşünceler” ; Doğu – Batı Düşünce Dergisi ; Sayı : 15 ; 2001

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi , “Demokrasi” Md. , İnterpress Yayıncılık, İstanbul

6. Cilt

ÇELEBİ , Esat ; 2001 Yılında Türkiye Ekonomisinin Genel Görünümü ; Ankara ; 2001

ÇUBUKÇU , İbrahim Agah ; Türk – İslam Kültürü Üzerine Araştırmalar ve Görüşler ;

Ankara Ünv. İlahiyat Fakültesi Yayınları ; Ankara, 1987

DAĞ , Rıfat ; 1800’lerden Günümüze Doğu Ekonomisi ; Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası

Ankara , 1995

DEVELİOĞLU , Ferit ; Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat ; Aydın Kitabevi , Ankara

2000

DİKİCİ ,Abdullah ; Geleneklerin Toplumdaki yeri ve Önemi ; Fırat Ünv. Sosyal Bilimler

Dergisi , C: 11 , Sayı: 2 ; Elazığ ; 2001

Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi ; Cilt 7 , 12 ; Çağ yayınları ; İstanbul , 1992

ELDEM , Vedat ; Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi ;

T.T.K ; Ankara , 1994

ERGİN , Muharrem ; Orhun Abideleri, M.E.B , İstanbul ,1970

GENÇ , Mehmet ; Osmanlı İmparatorluğu, Devlet ve Ekonomi ; V. Milletler Arası Türk

Sanayi ve İktisadi Kongresi Tebliğleri , Ankara , 1990

GENÇ , Resat ; Kaşgarlı Mahmut’a Göre XI. yy’ da Türk Dünyası ; T.K.A.E ; Ankara ; 1997

------------------- ; Türk Kültürü ve Milliyetçilik ; Ötüken Yayınları , İstanbul , 1997

İLHAN , Suat ; Türk Çağdaşlaşmasını Atatürk Araştırma Merkezi dergisi , Cilt: 7 , Sayı:

19’dan Ayrı Basım ; 1990

İNALCIK , Halil ; “Osmanlılar’da Saltanat Veraset Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisi ile

İlgisi” ; A.Ü.S.B.F , 14/1 1959

------------------- ; Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi ; Eren Yayınları , İstanbul ,

1996

KAFESOĞLU , İbrahim ; Türk Milli Kültürü Ötüken Yayınları , İstanbul , 1997

------------------------------- ; “Türk Kültürü” ; T.K.A.E ; Ankara Ünv. Basımevi , Ankara

1962

------------------------------- ; Türk İslam Sentezi ; Aydınlar Ocağı Yayınları , İstanbul , 1985

KARATEPE , Şükrü ; Abdülkadir Özcan vd ; Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti , İz Yay ;

İstanbul ; 197

KOTON , Necati ; Tarih Fıkraları ; M.E.B Yay ; Ankara , 2001

NİYAZİ , Mehmet ; Türk Devlet Felsefesi ; Ötüken Yay ; İstanbul , 1999

OCAK , Ahmet Yaşar ; Türkler , Türkiye ve İslam ; İletişim Yay ; İstanbul , 2001

ÖGEL , Bahattin ; Türk Kültürünün gelişme Çağları ; M.E.B , Ankara , 2001

TİMUR, Taner ; Türk Devremi ve Sonrası , İmge Kitabevi , Ankara , 1993

Türk Ekonomisinde Yapı Değişmeleri , T.O.B.B Yay ; Ankara , 1989

YAZICI , Erdinç ; Türkiye’de Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde İşçi Hareketlerinin

Doğuşu ve Gelişimi , Ankara , 1988

0 yorum: