', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: 11/16/07

16 Kasım 2007 Cuma

SALDIRGANLIK

SALDIRGANLIK

TANIM

Saldırganlığın tanımı eylemin bizzat kendisi vurgulanarak yada eylemde bulunan kişinin niyeti vurgulanarak yapılabilir. Eylemin kendisi vurgulandığında saldırganlık başka kişilere zarar veren herhangi bir davranış olarak tanımlanmaktadır. Eylemde bulunan kişinin niyeti vurgulandığında ise hedefi yaralamak niyetiyle girişilen bir davranış olarak tanımlanır.

Diğer bir tanım, öfkeli ve araçsal saldırganlık şeklinde yapılmaktadır. Öfkeli saldırganlık öfke ve düşmanlığın kışkırttığı saldırganca bir eylemdir. Araçsal saldırganlık ise, eylemin kendisi dışında bir hedefe ulaşmak için girişilen saldırganca bir eylemdir.

NEDENLER:

· Bazı kuramcılar beynin merkezi sinir sisteminin ve endokrin sisteminin saldırganlığa yol açtığını öne sürmektedir. Bazı bilim adamları da beyinde saldırganlığa neden olan merkezlerin dışında beyindeki tümörlerinde saldırganlığa yol açtığını ileri sürmektedirler. Saldırganlıkla ilgili amigdalalar duyguların kontrolünden sorumlu beyin alanlarıdır ve limbik sistemin bir parçasıdır. Saldırganlık gösteren hayvanların amigdalaları çıkarıldığında hayvanların önceki halinin karşıtı bir durumun, sakinlik halinin ortaya çıktığı gözlenmiştir. Yine bu bölgede oluşmuş olan bazı tümörlerin aşırı saldırganlığa yol açtığı belirtilmektedir. Biyolojik kurama ait bir diğer açıklama genlerdeki farklı kombinasyonların saldırganlığa neden olduğu şeklindedir. Her insanın hücresindeki 23 çift kromozomdan bir çifti cinsiyeti belirler. Kadın da cinsiyeti belirleyen kromozom çifti XX erkekte ise XY biçimindedir. Y erkekliği belirleyen kromozom olarak düşünülmektedir. Bazı erkeklerde bu kromozomlar XYY şeklindedir. Bir kısım bilim adamları fazla olan bu kromozomun erkekte saldırganlığı artırdığını savunmaktadır. Araştırmalar XYY tipi kromozomun erkek suçlular arasında normallere göre 4 kez daha fazla görüldüğü şeklinde sonuçlanmıştır. Fakat kromozomlarla ilgili bu açıklamayı eleştirenler ve saldırganlığı açıklamada yetersiz bulan araştırmacılarda vardır. Çünkü XYY kromozomu taşımasına rağmen saldırgan olmayan erkeklerdeki ve kadınlardaki saldırganlığın nedenleri için hiçbir açıklama getirilememektedir. Bu nedenle biyolojik kuramın saldırganlığa ilişkin açıklamalarının yeterli ve kapsamlı olduğu söylenemez. Biyolojik temelli kuramlar objektif ve somut verileri kapsaması yönünden önemli sayılmakla beraber, saldırgan davranışın oluşumunda etkili olan bireyin duygusal, zihinsel ve sosyal süreçleri dikkate almamaktadır. Bununla birlikte yapılan araştırmalar biyolojik faktörlerin psikopatolojide önemli rol oynadığını ortaya çıkarmıştır. Geçmişte saldırgan davranış incelenirken daha çok çevresel değişkenler üzerinde duruluyor, gelişimsel ve sonradan olma beyin hasarları üzerinde durulmuyordu. Son yirmi yıldır saldırganlık üzerine yapılan araştırmalarda nöropsikiyatrik ve nörolojik sorunların saldırgan bireylerde, saldırgan olmayanlara oranla daha yaygın olduğu ileri sürülmektedir. Şiddeti besleyen bir çok kaynak vardır. Ancak bu kaynakların etkin olabilmesi için etkileyebilecekleri bir canlı organizmaya ihtiyaç vardır. Şiddet davranışını anlayabilmenin yolu onun biyolojik temelini anlamaktan geçer. Bu konudaki bulgular henüz çelişkili ve yetersizdir. Daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Emosyonel sinir bilim (Neuroscience) alanında son yıllarda görülen hızlı ilerleme bu alanda kısa sürede aşamalar kaydedileceğinin sinyallerini vermektedir. Ortaya çıkacak sonuçlar, şiddeti ortadan kaldırmayacaktır. Şiddetin daha iyi anlaşılabilmesi ve ortadan kaldırılabilmesi için hem toplumsal hem de biyolojik etkenlerin birlikte ve uygun ölçülerde dikkate alınması gerekir.

· İnsan davranışlarını insanın doğasından yola çıkarak açıklayan içgüdü kuramcıları saldırganlığı da içgüdülere göre açıklamakta, insanın diğer hayvanlar gibi kendisini saldırgan davranışlarda bulunmaya eğilimli kılan bir saldırganlık içgüdüyle doğduğunu ileri sürmektedirler. Bu kuramcılar saldırganlığı doğuştan gelen içgüdülerle açıklamakta ve saldırganlığın azaltılabileceğine ilişkin bir umut taşımamaktadır. Saldırganlığı içgüdülerle açıklamak, kişiler arası ilişkilerde sorun olan bu davranışı olağan görmek anlamına geldiğinden, bu kurama özellikle sosyal öğrenme kuramcıları tarafından yoğun eleştiriler gelmektedir. İnsan davranışlarını sadece içgüdü modeli ile tanımlamanın doğru olmayacağını daha sonra kabul edilmiştir. Davranışlar sadece içgüdü modeliyle açıklanabilseydi saldırganlığa özel bir anlatım ve özür bulunmuş olurdu.

· Sosyal Öğrenme kuramcıları insanın doğuştan saldırgan olmadığını saldırganlığın toplumsallaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıktığını belirtmişlerdir. Bireyi saldırganlığa iten güçlerin içsel olmaktan çok dışsal olduğunu savunmaktadırlar. Diğer kuramlarla karşılaştırıldığında bu kuram dış etkilere daha fazla önem vermektedir. Ancak kişi yalnız çevresel etkenlere tepkide bulunan güçsüz bir organizma değildir. Kişi ve çevrenin karşılıklı etkileşimleri bireyin sahip olduğu davranışları oluştururlar. Böylece hem çevre etkinlikleri davranışları şekillendirir, hem de çevre davranışlar tarafından etkilenir. Bu dinamik görüşler insanın saldırganlığını diğer sosyal davranışlar gibi hem çevreden kaynaklanan uyaran ve pekiştiricilerin etkisi hem de bilişsel kontrol etkisiyle öğrenildiğini savunur. Bu kuram, saldırgan davranışların kaynaklarının çok çeşitli olduğunu, geçmiş deneyim ve öğrenmeden, dış durumsal etmenlere kadar yayılan çok geniş bir yelpaze içinde değerlendirilmesi gerektiğini, ayrıca saldırganlık ve şiddetin, nesiller boyunca öğrenilmiş bir davranış kalıbı olarak geçtiğini de savunmaktadır. Geçmişteki deneyimlerin saldırganlığın ne zaman, hangi durumlarda ve de ne sıklıkla ortaya çıkacağını belirlediğini, çocukların model olarak aldıkları ana babalarının davranışlarından, nasıl davranmak gerektiğini öğrendiklerini, aile ve dış çevreden edindikleri saldırgan modellere özenerek saldırgan davranışlarda bulunduklarını ileri sürmektedir. Saldırganlığa içgüdü ve engellenme açısından bakan görüşlerle karşılaştırıldığında, sosyal öğrenme yaklaşımını benzersiz kılan şey, saldırganlığı değiştirebilir ve engellenebilir bir olgu olarak görmesidir. Oysa saldırganlığı içgüdüyle açıklayan görüşler saldırganlığı kaçınılmaz ve genetik olarak programlanmış bir davranış olarak görme eğilimindedirler. Bu yaklaşım, saldırganlığın öğrenildiği gibi unutulabileceğini ya da uygun koşullar altında hiç öğrenilemeyeceğini savunmaktadır.

· Saldırganlığın nedenini açıklayan bir diğer kuram olan Engellenme-saldırganlık kuramı ilk ortaya atıldığı zaman “Saldırganlık hali her zaman bir engellenme sonucu ortaya çıkar” görüşü şiddetle eleştirilere uğrayınca her engellenmenin saldırganlığa yol açacağı görüşü değiştirilerek saldırganlık, “engellenme saldırganlığa yol açmaktadır” şeklinde tanımlandı. Pek çok örnekte engellenme biçimlerinin ardından saldırgan davranışlar gelse de engellenme ve saldırganlık arasındaki bağın sanıldığından daha zayıf olduğu düşünülmektedir. Engellenme kaçınılmaz olarak saldırganlığa yol açmamakta ve saldırganlık her defasında engellenmenin ardından gelmemektedir. Bununla birlikte kuram sosyal ödül kazanmak için yapılan araçsal saldırganlık yada kendini savunmak için yapılan saldırganlık gibi engellenme olmaksızın yapılan saldırgan davranışları açıklamakta da yeterli olmamaktadır. Şiddet eylemlerini insan etmeninden soyutlayarak salt çevresel etmenlere dayandırarak açıklamak sorunun çözümüne fazla yardım sağlamamaktadır. Çünkü çevre ve insan birbirinden ayrılmaz bir biçimde bir sorunlar yumağı olarak şiddet eylemlerine katkıda bulunur. İnsan tepkilerini dış uyaranların, ruhsal yapısında yol açtığı etkilerin özelliklerine göre gösterir. Bu etkilerden biri olan engellenme tek başına saldırganlığa neden değildir. Bu konularda çalışmalar yapan bilim adamlarına göre engellenme genellikle öfke olarak nitelendirilen duygusal bir tepkiye yol açmakta ve bu tepkide kişiyi saldırgan davranışlarda bulunmaya hazır hale getirmektedir.

· Saldırgan modeller, bilişsel öğrenme yoluyla yeni davranış kalıplarının öğrenilmesini sağlar. Modelin saldırgan davranışlarının ödüllendirilmesi halinde de dolaylı pekiştirme yoluyla bu tür davranışların taklit edilme olasılığı artar. Böyle durumlarda saldırganlık oldukça yerleşik bir davranış kalıbı haline gelerek söndürülmesi güçleşir. Davranışçılara göre, insanlar iyi, akıllı olarak doğmakta, kötü eğitim, kötü çevre ve kötü örneklerle davranışlar bozulmaktadır. İnsan davranışlarını yalnızca doğuştan gelen eğilimler değil, çevrenin davranışları da biçimlendirmektedir. Bu yaklaşıma göre çocuk saldırgan davrandığında annesinin veya diğer kişilerin ona istedikleri şeyi vereceklerini anlarsa, saldırgan biçimde davranmaya eğilimli olur. Aynı durum uysal, atak ya da sevecenlik için de geçerlidir. Öteki bütün davranışlarda olduğu gibi saldırganlık da kişinin çıkarına uygun düşecek biçimde hareketlerin yapılmasıyla öğrenilir. Kişi istediği şeyi elde etmede başarılı bir yöntem olduğu kanıtlanan bir biçimde hareket eder.

· Saldırgan davranışların oluşmasında taklit önemli bir süreçtir. Bir çocuk yada genç öfke ve saldırganlık düzeyini kontrol edemeyen ve bunu sağlıksız şekilde ifade eden ana babasını gözlediğinde, sözle saldırmayı ve katı bir şekilde eleştirmeyi öğrenir. Ana babanın uyguladığı otoriteye dayalı katı disiplinin çocukta saldırganlık ve başkaldırma gibi olumsuz özelliklerin ortaya çıkarttığını görülmektedir. Araştırmalarda ana babanın kısıtlayıcı ve çocuğa özgürlük tanımayan, kendi düşüncelerini empoze eden onun adına kararlar alıp uygulamaya çalışan katı tutumlarının isyankarlığa ve saldırganlığa neden olduklarını göstermektedir. Çocuğa karşı yargılayıcı olan, fiziksel şiddet kullanan, çocuğu dinleyip anlamaya çalışmayan annelerin çocuklarının güvensiz, tedirgin ve saldırgan davranışlar gösterdiği bulunmuştur. Ayrıca çocuğa karşı dayakla terbiyenin olduğu kadar, aşırı koruyuculuğunda çocuğu saldırganlaştırdığı görülmüştür.

· Toplum da aile gibi suç oranın gelişmesini teşvik etmektedir. Suç oranın yüksek olduğu bir topluluk çocuğun saldırgan aktivitelerde bulunan pek çok modeli gözlemlemesine fırsat verir. Çocuk aynı zamanda bu davranışlarından ötürü bu modellerin ödüllendirildiğine de tanık olur. Göç sebebiyle başta büyük kentler olmak üzere çeşitli yerleşim birimlerinde oluşan, kontrolsüz yapılaşma, nüfus artışı, kültürel yozlaşma ve yabancılaşma, gelir adaletsizliğinin ve yoksullaşma oranının artması, işsizliğin yol açtığı güvensizlik, gelecekten umudunu kesme ve amaçsızlık, haksızlığa uğradığında hakkını resmi yollardan alamaması, sosyal problemlerin çözümünde şiddete başvurulması saldırganlığın ortaya çıkmasını kolaylaştırır.

· Psikologların büyük çoğunluğunun TV’de şiddetin çocuklarda saldırganlık eğilimini artırdığına inandığı kesindir. Hatta sokaktaki insanında genelde bu inancı paylaştığı söylenebilir. Eğer televizyondan bir şeyler öğreniliyorsa ki bunda kuşku yoktur. Saldırgan davranışlarda öğrenilebilir. Bu öğrenme, TV’de gözlenen saldırgan kahramanın gösterdiği saldırgan davranışın taklidi ya da böyle davranışların ilişkili olduğu başka saldırgan davranışları çağrıştırıp etkinleştirmesi biçiminde olabilir. Bununla birlikte, çocukların TV’de gözledikleri ve sonuçta kendileri için zararlı olabilecek saldırgan davranışlara daha fazla başvuracaklarını düşünmek biraz insanı küçümsemek ve onu ayırt etmeksizin her davranışı taklit eden robotumsu bir yaratığa indirgemek olur. İnsan yavrusu eğer ruhsal olarak bir özrü yoksa bebek denebilecek yaşlarda bile gerçek ile filmi, filmde yapılabilecekle gerçekte yapılabileceği ayırt edebilecek kapasitededir. Nitekim gözden geçirdiğimiz sonuçlarda bu görüşü destekler niteliktedir. Bulgular TV’ de saldırganlığın, çocuklarda saldırganlığı büyük ölçüde arttırdığı yargısına varmamızı sağlayacak denli kesin ve tutarlı değildir. Eğer gerçek yaşamda saldırgan davranışlar ödüllendirilip özendiriliyorsa, çevre gerçek saldırgan modeller açısından zenginse ya da koşullar saldırgan duyguları denetim altında tutulamaz ölçülere çıkarıyorsa, o zaman saldırgan davranışların öğrenilmesinin ayıbı büyük ölçüde TV’ye çıkarılmamalıdır.

· Başlı başına okul ve eğitim sistemi bile pek çok çocuk ve ergende öfke yaratan ve saldırganlığa yol açan ortamlar olabilmektedir.Eğitim-öğretim alanındaki eşitsizlikler ve haksız uygulamalar, öğretmenlerin öğrenciler arasında ayrım yapmaları, öğrencilerin kendi içinde değil sürekli birbirleriyle kıyaslandığı yarışmacı, kalitesiz ve ezberci eğitim, başarının düşmesine yolaçan sürekli değişen eğitim programları çocukları saldırganlaştırmaktadır.

· Kalabalık sınıflar, yetersiz fiziki koşullar, fazla ders saati ve yoğun ders programının getirdiği sıkıntılara ders dışı etkinliklerin ve sosyal faaliyetlerin yetersiz olması, öğrencinin rahatlayabileceği, enerjisini kullanabileceği alanların sınırlılığı eklenir. Bu yüzden sınıflar can sıkıntısı için mükemmel mekanlardır ve bu kadar yapay bir ortamda çocuklardan doğal olması beklenmektedir. Bu hayvanat bahçesinde kafese kapatılan vahşi hayvanları niçin doğal davranmıyorlar yada niye huzursuzlar diye suçlamak gibidir.

· Disiplin yönetmeliğinin katı, yasakçı kuralları ve tek tipleştirme uygulamaları sonucu farklı, orijinal ve yaratıcı kişilik özelliklerinin törpülenmesi çocuklarda öfke tepkilerine yol açmaktadır.

· Bir yandan öğretmenlerin formasyon yetersizliği, (öğretmen açıklarını kapatmak için her üniversite mezununun öğretmen olarak atanması) ve eğitimden çok öğretim ağırlıklı çalışmaları, diğer yandan rehberlik ve yönlendirmenin olmayışı, okulda psikolojik danışma hizmetlerinin yetersizliği saldırganlığı engelleme de sorunlar doğurmaktadır. (Rehber öğretmen açığını kapatmak için bu işin eğitimini almamış insanların istihdam edilmesi).

· Genelde ergenlikte sınırlı antisosyal davranışa dahil olan bireyler, toplumun norm ve standartlarını öğrenmektedir ve yaşam boyu antisosyalliği sürdüren bireylerden çok daha iyi sosyalize olmaktadır. Ergenliğin ilk yılları boyunca suçluluk artış, genç yetişkinlikte de düşüş göstermektedir. Arkadaş grubunca kabul arzusu, gençler arasında antisosyal davranışı artırmaktadır. Zamanla arkadaşlar daha az etkili olmaya başlar ve ahlaki değerlerin kazanılmasıyla saldırgan davranış azalır.

ÖNERİLER

· İnsanın biyolojik olarak iki nihai amacı vardır. Hayatta kalmak ve türün devamını sağlamaktır. İnsan bir tehlikeyle karşılaştığı zaman da iki davranış kalıbından birini seçer ya kaçacak yada savaşacaktır. Savaşmak zorunda kaldığı zaman doğal olarak saldıracaktır. Yani şiddetin kökeninde yer alan saldırganlık davranışının insanın hayatta kalmasına yarayan kesin bir fonksiyonu vardır. Bir amaca hizmet eden saldırganlık davranışının, sosyal kaidelerin geliştiği, kişinin güvenliğini sağlayacak toplumsal yapılanmanın arttığı bu gün için eskiye oranla gerekliliği azalsa da, kişinin hangi durumda kendisine zarar gelebileceği bilgisine her zaman ihtiyacı vardır.

· Saldırganlığın üç türünden söz edilebilir. Toplum tarafından onaylanmayan düşmanca saldırganlık, belli koşullar altında onaylanan saldırganlık, toplumca ne yasaklanan ne de onaylanan izin verilmiş saldırganlık. Toplumda etkili işlev görebilmek için bireyler bunları öğrenmek zorundadır. Saldırganlıklarını hiçbir zaman denetim altına alamayanların özgür kalmalarına izin verilmeyecektir. Bununla birlikte saldırganlığa hiç başvurmayanların durumları, gerektiğinde onu kullananlarınkinden daha kötü olabilir. Dolayısıyla önemli olan çocuklara hiçbir zaman saldırmamayı öğretmemek değil, saldırganlığın ne zaman uygun olup ne zaman uygun olmadığını öğretmektir. Önemli bir diğer noktada çocuklara düşmanca saldırganlığın, toplum tarafından onaylanmayan saldırganlığın öğretilmemesidir.

· Araştırmalar çocuklarının kötü davranışlarını cezalandırmak isteyen anne ve babaların aslında bu davranışları pekiştirmekten ileriye gidemediğini göstermektedir. Buna göre övülen iyi davranışlar çocukları tarafından nasıl öğreniliyorsa cezalandırılan kötü davranışlarda öğrenilebilir. Burada önemli olan davranışın altının çizilmiş olmasıdır Bir davranış ödül ile güçlendirilirken, ceza ile ortadan kaldırılabilir. Ancak burada asıl ceza, o davranışın sonunda ortaya çıkacak olumsuz durumun kendisidir. Bir davranış sonucunda ortaya çıkan olumsuzluk bir yanıt iken, cezalandırmak bir uyaran oluşturabilmektedir. Ceza, cezalandırılan tarafından kendine bir saldırı olarak algılanabilir, hatta karşı atağa geçme isteği uyandırabilir. Davranış sonucu ortaya çıkan olumsuzluk davranışın devamını önleyici bir etkiye sahipken, cezalandırmak davranışın tekrarı için bir uyarıcı oluşturmaktadır.

· Okuldaki herkesin okulu sahipleneceği ve orada olmaktan hoşlanacağı bir okul iklimi oluşturulmalıdır. Okuldaki her öğrenciye ve görevliye, kendilerinin okulun önemli bir parçası oldukları hissettirilmelidir. Bu duygu, okulda güvenliği sağlamaya yönelik planlama sürecine herkesin (öğretmenlerin, öğrencilerin, velilerin ve toplumun önde gelen kişilerinin) katılımı sağlanarak başarılabilir.

· Yapılan araştırmalar, okullardaki sorunların çok büyük bir kısmını okuldaki çok küçük bir azınlığın çıkardığını göstermektedir. Bu öğrenciler öncelikli hedef seçilebilir. Okuldaki gözetim ve denetim faaliyetleri planlanırken, sayıca az olan bu öğrencilerin bulundukları yerlere özel bir dikkat gösterilmesi, bu öğrencilerin hem kendilerini hem de olası mağdurları şiddeti karşı korumak için yararlı olabilir.

· Okulda güvenliğin sağlanması birinci derecede okul müdürünün işidir. Okul müdürü kendi odasına çekilmemeli, özellikle ders aralarında koridorlarda görünmeli, sınıfları ziyaret etmeli ve okulda düzenlenen toplantılarda hazır bulunmalıdır. Hiç kuşku yok ki en iyi müdür zamanın çoğunu makam odasının dışında geçiren müdürdür. Başta okul müdürü ve müdür yardımcıları olmak üzere okuldaki bütün görevliler öğrencilerden önce okula gelmeli, öğrenciler okula geldiklerinde tüm çalışanların kendilerini güler yüzle kendilerini karşıladığını görebilmelidir.

· Okul yöneticileri ve öğretmenleri anne babalar ile mutlaka işbirliği yapmalıdır. Güvenli bir okul oluşturmak, sadece okul yöneticilerinin başarabileceği bir iş değildir. Veliler, okul güvenliğinin sağlanmasının aslında kendi çocuklarının başarısına katkıda bulunacağını bilmeli ve bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmeye istek duymaları sağlanmalıdır.

· Öğrencilerin gerçekten ilgisini çeken ders dışı etkinlerinden oluşan bir sistem kurulmalıdır. Okul çağındaki çocuklar yapılacak ilginç ve kendilerine meydan okuyan şeyler bulamazlarsa bu boşluğu olumsuz etkinliklerle doldurabilirler.

· Öğrencilerin kendi güvenliklerinin sağlanmasına aktif bir biçimde katılmalarının sağlanması gerekir. Bu amaçla öğrencilerin okuldaki güvenlik planlarının hazırlanmasına katılmaları sağlanabilir. Ayrıca öğrencilere kişiler arası ilişkilerde ortaya çıkan anlaşmazlıkları ve çatışmaları şiddet içermeyen yollarlı çözme teknikleri öğretilebilir.

· Öğrencilere doğru kararlar verme, sorumluluklarını bilen bir vatandaş olma ve çatışma çözme becerilerine sahip olma gibi yaşam becerileri öğretim programlarıyla bütünleştirilerek kazandırılmalıdır. Özellikle gençlerin çatışmalarla nasıl başedeceklerini öğrenmeye ihtiyaçları vardır. Çünkü okullardaki şiddet olayları aslında çözümlenmemiş çatışmaların yansımasıdır. Eğer gençlere çatışmaları yapıcı bir biçimde çözme becerileri kazandırılırsa, okullar daha güvenli yerler olabileceğini söyleyebiliriz. Her okul öğrencilerine bu yaşam becerilerini öğretmeyi amaçlamalıdır.

· Yetişkinlerin gözetimi ve denetimi ihmal edilmemelidir. Özellikle çocuklar sürekli denetim ve gözetime ihtiyaç duyarlar. Okulda görevli yetişkinlerin çocukların gözetim ve denetiminin nasıl yapılacağı konusunda belli aralıklarla hizmet içi eğitim verilmesi gerekir. Bu eğitimlerde öğrenciler arasındaki bir kavgaya öğretmenlerin yada okul çalışanlarının nasıl müdahale etmeleri gerektiği üzerinde durulabilir.

· Okuldaki şiddet olaylarıyla ilgili düzenli bir kayıt sistemi kurulmalı ve düzenli bir izleme çalışması yapılmalıdır. Bu sayede okulda meydana gelen şiddet olaylarının ve diğer suçların analiz edilmesi sağlanabilir. Bu olaylar en çok ne zaman, nerede meydana gelmektedir? En fazla kimler karışmaktadır? Sorularına cevap bulunarak, bu verilere göre güvenlik önlemleri ele alınmalıdır.

· Okul güvenliğini sağlamak için gerekli fiziksel önlemlerin alınması çok önemlidir. İstenmeye olayların sıkça meydana geldiği koridor, spor alanları, spor sahası, okulun giriş çıkış yerleri ve kantin gibi mekanlar için yetişkin gözetim ve denetimi artırılabilir.

· Okula farklı yerlerden giriş yapılması engellenmeli girişler belli bir kapıdan yapılmalı ve bu kapıda mutlaka denetim olmalıdır. Okula gelen ziyaretçilerin kaydı tutulmalı ve rasgele ziyaretçi giriş çıkışı olmamalıdır.

· Okulda krize müdahale ekibi oluşturulmalı ve gerekli müdahale planları önceden hazırlanmalıdır. Çünkü bütün önlemlere rağmen okullarda zaman zaman sorunlardan kaçınmak mümkün olmayabilir. Okul güvenliği planı her yıl gözden geçirilerek güncelleştirilmelidir.

· Okulun güvenliğini artırmak üzere polis, itfaiye, acil servis gibi birimlerle hemen iletişim kurabilecek şekilde düzenlemeler yapılmalıdır.

· Her okul öğrencilerin hangi durumlarda nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin bilgiler içeren klavuzlar hazırlamalıdır. Bu klavuzlarla kurallara uyulmadığı zaman hangi yaptırımlarla karşılaşacakları bildirilmeli ve bu yaptırımlar bütün öğrencilere aynı şekilde uygulanmalıdır.

· Okulda meydana gelen şiddet yada işlenen suçlardan dolayı mağdur olan öğrenciler özel bir dikkate ve desteğe ihtiyaç duyarlar. Okullardaki rehber öğretmenler bu desteği sağlamada çok önemli bir rol oynarlar.

Anne Babaya Öneriler:

· Katı disiplin uygulama

· Sevgiyi koşullu gösterme,

· Nedenlerini açıklama ihtiyacı duymadan davranışlarda kısıtlama yapma,

· Yapılan hataları affetmeme, katı cezalandırıcı yaklaşım,

· Doğruların merkezi olarak kendini kabul eden bu nedenle çocuğun görüş ve düşüncelerine önem vermeyen ve aile sorunlarının tartışılmasında çocuğa söz hakkı tanımayan,

· Genelde çocuğun kapasitesi üzerinde beklentisi olan ve bu beklentiye ulaşmada çocuğu zorlayan,

· Toplum normlarına sıkı sıkıya bağlı ve bu kalıbın dışına çıkmaya ana baba tutumları otoriter tutumlar olarak tanımlanır. Bu tutumlar çocuk üzerinde katılık, hoşgörüsüzlük, içe dönüklük gibi kişilik özellikleriyle, saldırgan davranışlarda bulunma eğilimine neden olur.

· İlgisiz ve otoriter ana baba tutumlarının binişik özellikleri vardır. Bilerek veya ilgilenemediği için çocuğa karşı itici davranışlarda bulunma, gereksinimlerini karşılamama, sevgi göstermeme, etkinlikleri ve başarıları ilgisizlikle karşılayıp başarısızlıkları ağır şekilde cezalandırma, görüş ve düşüncelerine önem vermeme, ilgisiz ana baba tutumları olarak tanımlanabilir.

· Çocukla ilgilenip onunla iletişim kurarak onu gerektiği ölçüde kontrol etmek ve çocuğun gittikçe artan potansiyeline ulaşmasında gereksinim duyduğu fırsatları elde etmesine rehberlik yapmak,

· Çocuğu reddederek ona karşı ilgisiz davranmak yerine çocuğun kendileriyle karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan olumlu bir özdeşim kurmasına yardım etmek,

· Aile içinde demokratik bir düzen kurarak dengeli bir bağımsızlık modeli sağlamak,

· Çocuğa seçme olanağı vererek gereksinimlerini çekinmeden söyleyebileceği bir ortam yaratmak,


ÖĞRENCİLER ARASINDA CİDDİ BİR KAVGAYA TANIK OLDUĞUNUZ ZAMAN NELER YAPMALISINIZ?

  • Kavganın yapıldığı yere doğru canlı adımlarla yürüyün, ama koşmayın. Öğrencilerin birbirlerinden ayrılmalarını ve uzaklaşmalarını sağlayın.
  • Olaya katılan öğrencilerin,

-Sayısını

-Yaşlarını

-Varsa olayda kullanılan suç aletlerini ve olay yerini inceleyin.

  • Kavga sırasında olup-bitenleri, kendiliğinden gelişen ve genellikle o anda açıklamakta zorlandığınız şeylere dikkat edin. Örneğin olayda herhangi bir çetenin parmağı var mı? Öğrenciler ya da gruplar arasında sizin bilmediğiniz bazı ittifaklar kurulmuş olabilir mi? vb. gibi.
  • Oradaki kişilere, özellikle kavga eden öğrencilere kim olduğunuzu söyleyin. Kendinizi tanıtın, öğrencilere adlarıyla hitap edin.
  • Kavganın tam ortasında değil, biraz uzakta durun. Varsa gözlüklerinizi çıkarın.
  • Sert ve otoriter bir ses tonuyla somut emirler verin. Müdahale sırasında kendi kişisel otoritenizi değil, kuralları uygulayın. Öğrenciler size değil, kurallara boyun eğsin.
  • Saldırganla mağduru birbirinden uzak tutun. Kavgaya karışan herkesi kendi yerine gönderin.
  • Olabildiğince fiziksel güç kullanmaktan kaçının. Gerekiyorsa yaralananlar için tıbbi yardım sağlayın.
  • Olaya karışanların kimliklerini alın. Olayla ilgili tutanak hazırlayın. Olayı, okul yönetimine ve ilgili öğretmenlere bildirin.
  • Olaya karışan kişilere, özellikle de mağdur olan kişiye, olabildiğince uzun süreli olmak üzere psikolojik danışma hizmeti verin.

SAYGI VE SEVGİNİN TOPLUM İÇİN ÖNEMİ

SAYGI VE SEVGİNİN TOPLUM İÇİN ÖNEMİ

Saygı ve sevgi insanlar arasında iyi bir bağ oluşmasını sağlar. Bu bağ sayesinde insanlar birbirleriyle iyi geçinirler.

Saygıyı ve sevgiyi insanlar çocuk yaşta öğrenir. Büyüdükçe de geliştirir bu yüzden çocukların eğitimi ailede başlar. Ailede bir çocuğa insanlara karşı saygı duyması öğretildiyse bu çocuk hayatı boyunca insanlara saygılı davranır. Fakat ailede çocuğa iyi bir eğitim verilmediyse bu çocuk hiçbir zaman insanlara saygılı davranmaz. Bu yüzden hem ailesinde hem de toplumda karışıklıklara sebep olur.

Aile içinde saygılı davranan bir çocuk toplumda da saygılı davranır. Toplumda saygı insanlar arasında barışı sağlar. İnsanlar birbirlerine saygı duyarsa birbirlerinin hakkında gözetir. Bu da insanların birbirleriyle uyum içinde yaşamasını sağlar. O toplum gelişir ve ilerler. Diğer toplumlarda daha üstün bir durum kazanır.

Toplumda saygı tek başına yeterli değildir. Saygının yanında insanlar birbirine sevgide duymalıdır. İnsanlar birbirlerini severse her zaman diğerlerine yardım etmek ister. Bu sayede birinin bir sıkıntısı olduğu zaman bütün toplum o kişiye yardım eder. O kişinin acısını paylaşır ve sıkıntısını azaltır.

Saygı ve sevgi farklı unsurlardır ama biri olmadan diğeri işe yaramaz. Saygı ve sevginin bir arada bulunduğu toplumlar uzun ömürlü olur ve hiçbir zaman kargaşa içine düşmez. O toplumda saygı ve sevgi ne zaman kayboldu ise o zaman o toplum çöker.

Bu yüzden bizde birbirimize saygılı davranmalıyız. Her zaman başkalarının sevincini ve acısını paylaşmalıyız. İnsanları sevmeli onları birbirinden ayırma malıyız.



SEVGİ SOYSAL VE KADIN SORUNLARINA TOPLUMCU ÇÖZÜM ARAYIŞLAR

Problematik; Toplumsal aydınlanmayla bireysel aydınlanmanın elele yürüyüşü ya da Sevgi Soysal ve kadın sorununa toplumcu çözüm arayışları.

Hipotez; - Sevgi Soysal sistemi eleştirirken kadını, kadın değerlerini tamamen gözardı etmez.

- Sevgi Soysal romanlarında ve öykülerinde kendi yaşamına paralel olarak özgür ve cinsel kimliklerinin bilincinde kadın tipleri kullanır.

Plan

Giriş

1. Aile yaşamı ve eğitimin Soysal'ın romancı kişiliğini ve kadın kimliğini etkileyişi, ilk öykü yazı denemeleri

2. Sevgi Soysal ve yapıtları

- İki karşı cins ve evlilik kavramının sorgulanışı; Yürümek

- Bir 12 Mart romanı denemesi; Şafak

- Hastalık ve cezaevi deneyimleri; Barış Adlı Çocuk

3. Soysal hakkındaki değerlendirmeler ve “Paralar Cebe Kadınlar Eve”

Filmi çok ünlenen ama metni pek bilinmeyen Ken Kesey’in Guguk Kuşu adlı romanının anlatıcısı kızılderili Bromden, kapatıldıkları akıl hastanesini betimlerken, toplumsal içerimleri de olan bir vurgulama yapar: “Kimse kahkaha atamaz, atarsa doktorlar içeri dalar, soru yağmuruna tutarlar”. Toplumsal tarihi sık sık uzun süreli sıkıyönetim dönemleriyle dolu Türkiye’de, daha ilk gençliğinden itibaren şu ya da bu ölçüde kurallar ve kurumlar içinde kapatılmış olarak yaşadığını duyumsadı Sevgi ve bu kapatılmanın nedenlerinin bilincine varmaya çalıştı. İstediği, özlediği Guguk Kuşu’nun kapatılmışlarının istediğiyle aynıydı: “Özgürlük dolu bir kahkaha1

Bu isteğin kökenini anlamak için Sevgi soysal’ın yaşamından kesitler sunarak yapıtlarına değinelim;

Sevgi Yenen 30 Eylül 1936’da İstanbul’da doğdu. Selanik doğumlu babası Almanya’da eğitim görmüş bir şehirci-mimardı. Annesi Alman asıllıydı; Almanya’daki gençlik yıllarında modern dans çalışmış, sanat ve edebiyata düşkün, şiirler yazan, piyano çalan bir kadındı. Oldukça ilginç bir kadın olan annesinin Soysal üzerinde büyük etkisi oldu. Sevgi Soysal, kıvrak zekasını, espri yeteneğini ve alaycılığını babasından, sorumluluk duygusunu, geniş görüşlülüğünü, soyut düşünme yeteneğini ve mizah anlayışını annesinden almıştı. Yapısının biçimlenmesinde annesinin ailesindeki ilginç ve çizgidışı kişiliklerin rolü olduğu gibi, hepsi farklı renklilikteki kardeşlerinin de payı olmuştur.

1952’de Ankara Kız Lisesi’ni bitirdi. Bu lise o dönemin en iyi liselerinden biriydi. Düzeyli Türkçesini, heryerden çok orada kazanmış olduğu söylenebilir. Bu dönemde, kurallara uymayışı ve dalgınlığıyla öğretmenlerinin eleştirilerine hedef oldu. Yaşıtlarının aksine, spor giysiler ve kısa saçlarla erkeklerle arkadaşça ilişkiler geliştirdi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji okudu. Ama o, arkeolojiden çok sanatla iç içe bir yaşam istiyordu. 1956'da kendi deyimiyle biraz da ailesinin baskısından kurtulmak için Özdemir Nutku'yla evlendi. 1958'de bir çocukları oldu.

İlk yazarlık deneyimleri, Ankara'da Alman Kültür Merkezi ve İrtibat Bürosu'nda çalıştığı döneme rastlar. Bireyin ruhsal durumunu incelediği öykü ve yazıları Dost, Yelken, Değişim, Ataç ve Yeditepe dergilerinde 1960-64 yılları arasında yayınlandı. Bu arada ilk öykü kitabı Tutkulu Perçem’i 1962’de yazdı. Yine bu dönemde Ankara Konservatuarı’nın Tiyatro Bölümüne devam etti; 1961’de Ankara Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği “Zafer Madalyası” adlı oyunda tek kadın rolünü oynadı. Aynı oyunda Başar Sabuncu’yla tanıştı, 1964’te eşinden ayrılıp onunla evlendi. Daha sonra TRT’de program uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1965-1969 yılları arasında özellikle Papirüs ve Yeni Dergi’de yayımlanan öyküleri, sanatının gelişmesinde yeni aşamalar olarak kabul edilir. Bu dönemde kadın erkek ilişkilerini, kadın sorununu, ağırlıklı olarak ta 1960’lar ve sonrasında Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal olayları ele aldı. Bir yandan da çeviri ve röportajlar yaptı. Teyzesi Rozel’in kişiliğinden yola çıkarak, büyükannesinin adını verdiği, birbirine bağlı öykülerden oluşan Tante Roza’yı 1968 de yazdı.

Kadın-erkek ilişkilerini ve evlilik konusunu işlediği ilk romanı Yürümek; TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülünü kazandı. Romanda Ela ve Mehmet isimli iki karakterin çocukluktan birlikteliğe uzanan süreçte yaşadıkları anlatılıyor. Ela gerek kültürel düzeyi, gerek evlilik yaşamıyla Sevgi Soysal’ı çağrıştırmaktadır. İkisinin de ilk evlilikleri istek üzerine kurulmamıştır. Toplumsal konumlanış onları evliliğe itmiştir.

Romanda Soysal, Kadınlık durumunu da sorgulamakta, evlilik öncesi tabuları keskin bir dille eleştirmektedir. Ela evlendikten hemen sonra balayında aklından şunları geçirmektedir;

“ Kontrat imzalamış bir iş adamı gibi... Memnun. Ya da yeni bir oyuncağa sevinen çocuk gibi mi? Yeni aldıkları arabayı her gün yıkayan adamlar vardır. Arabayı yıkadıktan sonra, öyle Hakkı gibi ellerini çırparak seyrederler; arabacıklarını.”

“ Karıcığım! Şimdi Hakkı beni yeni yıkanmış bir araba gibi...Yüzünde mutlu bir gülümsemeyle Hakkı’ya döndü, kemiği efendisinin ayaklarına götürecek bir köpek gibi...”1

Romanda bireysel kadın sorunlarına, toplumcu göndermeler yapılmakta, kadının kurtuluşunun toplumun kurtuluşundan bağımsız ele alınamayacağı belirtilmektedir;

Ela doğumu sırasında yatırıldığı hastanede ;

“ Her sancıyla hatırlıyordu koğuşu, o yüz binlerce, binlerce denebilecek kadar çok kadının yattığı, bacakları açık, kanlı pamukları ve leğenler arasındaki kadınları, öteki kadınları, öteki kanları, çığlıkları, leğene dökülen sancıları. Çoğaldıkça gündelikleşen, bayağılaşan acıları.

Benim doğumum, benim acım, benim çığlığım demenin anlamsızlığını. Benim ayrı benim güzel doğumum olabilir mi? Hastabakıcıların konuşmalarına, koridordaki hademelerin umursamazlığına çirkin, kendi acına güzel diyebilmek...”2

Soysal çocuk sorumluluğunun kadının omuzlarına yüklenişini ele almakta, “Çocuğun var, ona göre ayağını denk al”,“Çocuklu yuva yıkılmaz”,“Çocuk analı babalı büyümeli” söylemleriyle özellikle kadının kendi geleceğini tayin etmesinde çocuğun engelleyici bir öğe olarak empoze edilmesine değinilmektedir.

Soysal bu kitabı gerekçesiyle “müstehcenlik” gerekçesiyle yargılandı. 1971’de TRT’deki görevinden ayrılmak zorunda bırakıldı.

Bir röportaj sırasında Mümtaz Soysal’la tanıştı ve birbirlerinden çok etkilendiler, 1971’de Mümtaz Soysal Mamak Cezaevi’nde tutukluyken evlendiler. 1972’de siyasal nedenlerle tutuklanarak 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı, 8 aylık tutukluluk döneminin ardından 2,5 ay Adana’da sürgünde kalan Soysal, hapishanede yazdığı “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” adlı romanıyla 1974’te Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandı.

1973 ve 75’te iki çocuğu daha oldu. Bir yazar için bu kadar yakın yaşlarda iki çocuk büyütmek özveri istiyor, zamanını iyi kullanması gerekiyordu.

Adana’da sürgünde bulunan bir kadının başından geçen olaylar çerçevesinde 12 Mart döneminden kesitler verdiği Şafak isimli romanı 1975’te yayımlandı. Romanın kadın kahramanı Oya ile Soysal’ın yaşamlarında paralellik gözlenebilir. İkisi de Adana2ya sürgüne gönderilmiş, evli, çocuklu yazarlardır. Diğer 12 Mart romanlarında olduğu gibi Şafak’ta da ezen-ezilen karşıtlığı, faşizan güçlerle devrimciler arasında çatışmada somutlaşır. Sevgi Soysal, biri iç, biri dış iki tür çatışmayı ana tema olarak seçmiştir. Dış çatışma, devrimcilerle egemen güçler arasındaki çatışmadır. İç çatışma ise romanın ana kişileri Oya ile Mustafa’nın küçük burjuva kimlikleriyle devrimci kişilikleri arasında yaşadıkları bunalımdan kaynaklanır. Şafak’ta iki taraftaki çatışmayla ilgili bir özellikten daha söz etmek gerekir. Soysal’ın bu çatışmaya daha çok bir kadın açısından yaklaştığı ve bundan ötürü kadın devrimcilerin sorununa Türkiye’deki genel kadın sorununun bir parçası olarak baktığı söylenebilir. Kadının cinsel bir nesne olarak algılandığı, ataerkil bir toplumda, devrimci kadının suçu ikiye katlanıyor. Çünkü onun böyle bir işe soyunması, erkeklerle bir arada harekete katılması polisin gözünde onu, yalnız siyasal bakımdan değil, ahlaksal bakımdan da suçlu kılar. Örneğin polis müdürü Zekai Bey’in romanın kadın kahramanı Oya’ya ilk sorusu evli ve çocuklu bir kadınken, alemin herifleriyle içki içmesini nasıl açıklayabileceğidir. Ve sorgu boyunca Oya’ ya fahişe muamelesi yapar, siyasi suçlu muamelesi değil.

Kadın sorununa devrimcilik bağlamı dışında da yaklaşır Sevgi Soysal ve erkeğin egemen olduğu Türk toplumunda ezilen kadının durumunu birkaç örnekle ortaya koyar. Sözgelimi Oya’ nın cezaevinde tanıdığı, kocası esrar kaçakçısı olan Firdevs’in durumu. Kocası bir gün durumdan şüphelendiği için esrarı karısına taşıtır. Ama yakalanıp 24 yıla mahkum edilen karısını iki çocuğuyla hapiste beş parasız bırakıp ortadan kaybolur. İşin garibi Firdevs’in her şeyi kabullenmesi ve hala onunla övünmesidir; “Erkeğe soru sormak doğru değildir. Benim Abdullah bir soru için beş tokat patlatır. Öyle erkek adamdır ki...”1 demektedir.

Bu kadınlar, erkeği için her fedakarlığı yapmak gerektiğine ve bunun erkeğin doğal hakkı olduğuna inanan, cahil, bilinçsiz kadınlar. Ancak aydın, hatta solcu aydınlar katında da erkeğin karısına az çok aynı gözle baktığına şahit olmaktayız. Romanın diğer kahramanı Mustafa, öğrencilik yıllarında tanıştığı devrimci kız Güler ile evlenir ama Maraş'a yerleştikten sonra, güler'in kocasına ve kocasının akrabalarına hizmet etmekten başka bir görevi kalmaz. Mustafa'nın devrimci yaşamına katmadığı karısı, yokuş aşağı inişe geçer ve bir fotoroman okuru olup çıkar.

Berna Moran'a göre, toplumsal koşulların hızla geliştiği Türkiye'de küçük burjuva kimliğinde sıyrılıp işçi sınıfı ideolojisine içtenlikle sarılarak devrimci olabilme çabası güncelliğini yitirmiş olduğundan Şafak, bugün tarihsel değerinden çok sanatsal değeri için okunan 12 Mart dönemi romanlarından biridir.2

Sevgi Soysal'ın Önce Politika gazetesinde yayımlanan Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu İsimli cezaevi anıları 1976 yılında kitaplaştırıldı. 1975 sonbaharında bir meme kanseri nedeniyle ameliyat oldu. Bu izlenimlerini yazdığı öykü ile 12 Mart öncesi ve sonraki değişimini anlattığı öyküleri içeren Barış Adlı Çocuk 1976 yılında yayımlandı.

14 öyküden oluşan ve geniş bir toplumsal panorama sunan bu kitap diğer romanlarına benzer konu ve üslup özellikleri taşır. Ağırlıklı olarak cezaevi ortamının anlatıldığı hikayelerde, iyisiyle kötüsüyle varolan kadınlar tam bir gerçekçilik içinde bol bol argo konuşmalara yer verilip anlatılmaktadır. Politik suçluların anlatıldığı bölümlerde özellikle devrimci ahlakın tartışıldığına tanık olmaktayız. Adi suçlularda ise ufacık ayrıntıların yazarın kaleminde oldukça başarılı bir şekilde ele alındığını görmekteyiz.

Soysal Eylül 1976'da bir ameliyat daha geçirdi ve ardından eşiyle birlikte tedavi için Londra'ya gitti. Bir yandan tedavi oluyor, bir yandan da son romanı Hoş Geldin Ölüm üzerine çalışıyordu. Hastalığı çok hızlı bir gelişim gösterdi ve İstanbul'a geldikten bir gün sonra Kasım 1976'da hayatını kaybetti. Yeni Ortam ve Politika gazetesine yazdığı günlük köşe yazıları Bakmak adlı kitapta toplandı. Tante Rosa kitabı annesinin çevirisi ile 1981'de Almanya'da yayımlandı. Işıl Özgentürk'ün senaryosunu yazıp yönettiği Seni Seviyorum Rosa adlı filme de konu oldu.

Son olarak Sevgi Soysal'da da Adalet Ağaoğlu'nda olduğu gibi toplumsal düzen eleştirisi görüyoruz. Her ikisinde de kadın kahramanlar geleneksel rollerinden sıyrılmış, aydın, erkek kafa yapısına sahip kadınlardır. Ancak Soysal kadın kimliğini, kadın değerlerini, cinselliğini de kitaplarına yansıtıyordu. Vedat Günyol'a göre Sevgi Soysal'la, Halide Edip'le başlayan kadın duygusallığının, etinin, teninin tutsaklığında eriyen ama ruhunu, kişiliğini koruma yolunda savaş veren romantik kadın tipinin gerilerde bırakıldığı söylenebilir. Fethi Naci'ye göre küçük burjuvaları en iyi tanıyan ve eleştiren yazarlardan biri olan Sevgi Soysal en dokunulmaz konulara açık gözlülükle dokunup Türk edebiyatına yepyeni bir kadın tipi armağan etmiştir.

Sunumumuzu Sevgi Soysal'ın 1976 yılında Politika gazetesinde yayımlanmış bir makalesinden kadınlığa bakışı açısından önemli olduğunu düşündüğümüz kısa bir anekdotla noktalamak istiyoruz;

"Sıkıyönetim mahkemeleriyle adliye arasında, mekik dokuyorum. Davalardan biri "halkı suç işlemeye tahrik". Bu suçu da, TRT'deki bir iç hizmet toplantısında işlemişim.Olur a, ben suç severim, halkı da severim, teşvik etmişimdir. Önemli değil. Karşısına TRT'yle ilgili bir suçtan dolayı çıkarıldığım yargıç sordu: "Mesleğiniz?" Karşılık vermemi beklemeden de yazdırdı. "Yaz, ev kadını yaz." Ben hemen itiraz edecek oldum. Yargıç sözümü ağzıma tıkadı. "Nesin ya?" Bir an düşündüm. "TRT'ci" desem, öyle bir meslek yok. "Gazeteci" desem, bunca yıl çalışmaya bir basın kartı bile alamamışız; "yazar" diyeceğim, ama göze alamıyorum. Ya bu hâkim de, "Yürümek" davasındaki hâkim gibi, kötü kötü bakıp "Yazıyormuş, ne yazdığını biliyoruz, yazıyormuş..." diye azarlarsa. Yine de çare yok, ama "yazarım" diyeceğim, hâkim yine konuşturmadı. "Ev kadını değilmiş, nesin ya? TRT'den atılmışsın işte." İşte o zaman ben de dilimi tutamadım: "Siz yargıçlıktan atılırsanız, ev erkeği mi sayılacaksınız?"

Sözüm ev kadınlarına değil. Ev kadınlığını da küçümsemiyorum. Bunca işte
çalıştım, en zor ve nankör işin ev kadınlığı olduğunu bilirim. Benim üstünde durduğum,kadını bir ev çerçevesi içine kapatmak isteyen, böylece kadının coğrafyasını daraltacağını uman anlayış. Ortalıkta rahat cirit atabilmek için, hiç olmazsa nüfusun yarısını eve kapatma aklı evvelliği. Bu "ev kadını" tamlamasında, kadını eve kapatmak gibi bir art niyet var. "1

SEVGİ SOYSAL ÜZERİNE BİR İNCELEME

İSTANBUL

2001

KAYNAKÇA:

CUMHURİYET PAZAR DERGİSİ, 26.11.2000

KİTAPLIK DERGİSİ, 26.Sayı, Mart- Nisan, 1997

MORAN, Berna : Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış III ,İletişim Yayınları, 1994, İstanbul

SOYSAL, Soysal : Barış Adlı Çocuk , Bilgi Yayınevi, 1976, Ankara

SOYSAL, Soysal :Şafak, Bilgi Yayınevi, 1975, Ankara

SOYSAL, Soysal :Yürümek, Bilgi Yayınevi, 1970, Ankara



1 Ahmet Oktay, Özgürlük Dolu Bir Kahkaha, Kitap-lık Dergisi, Sayı 26

1 Sevgi Soysal;Yürümek, sy. 80

2 Age; sy.91

1 Sevgi Soysal, Şafak, sy. 109

2 Berna Moran , Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları

1 Cumhuriyet- Pazar Dergi, 26 Kasım 2000

Sevgili anne, babalar;

Sevgili anne, babalar;

Her öğretmen bir annedir; her anne de bir anlamda “öğretmen!..” Hangi anlamda olursa olsun önemli olan, bu sıfatı taşıyanın ne kadar “iyi” bir anne, “iyi” bir öğretmen; başka bir deyişle ne kadar “iyi” bir model ve kılavuz olduğudur... Bence öğretmenin de annenin de “iyi”liği, bir kısmını birlikte yürüyeceği yaşam yolculuğunda çocuğu için kusursuz bir yol haritası oluşturulabilmesiyle orantılı olarak artıyor ya da azalıyor.

Kuşkusuz bu süreçte, harita üzerinde bir güzergah “oluşturmak”la iş bitmiyor; haritanın doğru okunması, sağlıklı ve yetkin şekilde kullanılması, yeri-zamanı geldikçe rotada düzeltmelerin yapılması ve gerektikçe yeni yollar bulunmasında adeta uzmanlaşmak da gerekiyor...

Bu nedenlerle ben “annelik” kavramını, sadece fiziksel bir olgu ve oluşum olarak algılamıyor, o düzeye indirgemiyorum. Annelik, fiziksel bir oluşumu da içeren, ama ondan çok daha geniş ve derin bir değer, çok boyutlu bir zenginlik ve anlam taşır.

Böyle bir kavramın özünde, herşeyden önce, koşulsuz ve çıkarsız bir sevgi ve sahiplenme, ama aynı zamanda, “efendi-sahip” tavrı takınmadın, küçücük bir canlıdan, kendine yeterli birey yaratma, o bireyi giderek özgürleştirme ve yetkinleştirme eylemi vardır.

Annelik, kanımızla, canımızla beslenip büyütülen ve bizim olan bir canlıyı, hem kendimizden bir parça sayma, hem de bizden apayrı, özel bir kimlik ve kişilik olarak tanıyabilme, öyle kabul edebilme, öyle kılabilme olgunluğu demektir.

Annelik, bu tanıma ve kabulden sonra, onu hiç kimse ile karşılaştırmadan, olduğu gibi benimseyebilme, her gün daha ileriye yürüme savaşında destekleyebilme; onu herkesten üstün görmeden, eksik ve yanlışlarıyla, tek ve biricik olarak bağrına basabilmektir.

Annelik, hem kendi yaşamını eksiltmeden, yani “saçını süpürge etmeden” ve “senin uğruna nelere katlandım” demeden yaşamı sonuna kadar birlikte, dostça ve arkadaşça paylaşarak sürdürebilmektir,

Annelik, özveridir; “ben” yerine “o” diyebilmek, almadan vermek, verdiğini tüm yüreğiyle ve bir tek defa başına kakmadan ve bir şey beklemeden, tereddütsüz sunabilmektir.

Annelik, durmadan konuşmak, nasihat etmek, söylev vermek değil, dinlemek, anlamaya çalışmak, onun gözleriyle bakabilmek, örnek olmak, olumlu bir model olarak örnek davranışlar ortaya koyabilmektir.

Annelik, sormak, sogulamak ve suçlamaktan çok, yanıt vermek, olay ve olguların neden ve sonuçlarının farkına varmasını sağlayabilmek; onun tarafından eleştirilirken bile gözlerinin taa içine dakikalarca, hoşgörü ve sevecenlikle dikkat kesilerek bakabilmek; söylediklerini cankulağı ile dinleyebilmek; düşüncelerinin özünü, dümdüz, dosdoğru ve tam olarak algılayabilmektir.

Annelik, kendisi, ailesi ve toplumu için gerektiğinde “dur” diyebilmek; ona sınırların, hak ve özgürlüklerin farkına varabilecek bir olgunluk kazanabilmesi için yardım edebilmek; eylemlerinin sorumluluğunu görebilme ve taşıyabilme gücü kazandırmak demektir.

Annelik, zoru göstermek, ama ondan korkmadan, cesaret ve özgüven duygusu içinde sorunların üstüne gitmek, onları yılgınlığa karaklılıkla, öfkesiz başarabilmektir.

Annelik, her zaman “ben buradayım, senin yanındayım, seni destekliyorum, ama sen kendi başına da başarabilirsin” düşünce ve inancı yaratabilmek; sizi daima bir koltuk değneği ya da can simidi gibi görmesine ve kullanmasına izin vermemek; herşeyden önce kendi ayakları üstüne, içinden sımsıkı basarak durmasını ve sonra da kararlı, güvenli, azimli şekilde yürümesini sağlamak demektir.

Annelik, ona değer vermek, değerli olduğunu derinden duymasına ortam hazırlamak, değerli olduğu bilincini, böbürlenmeden, başkalarına tepeden bakmadan kazandırabilmektir.

Annelik, onun düşünce, tercih, beğeni ve kararlarına; ölçülü olma, uygunluk ve kabuledilebilirlik sınırları için saygı duymak, gerçek bir demokrat kimlik geliştirebilmektir.

Annelik, kendini tanımak ve bilmek, ondan ve onun davranışlarından çok kendini sorgulayabilmek, kendini aşmak, kendini eğiterek söz ve davranışlarını denetleyebilmek ve geliştirebilmektir.

Annelik, günü gelince “başka biri”yle paylaşabilmek, “başka biri”ni yaşamınıza kabul etmek ve böyle bir yaşama geçişte, bu kez yukarıdaki herşeyi “o” ve “başka biri” için tekrar yapabilmektir.

Tüm bunlara bakınca annelik kavramının neden sadece fiziksel bir olgu ve oluşum düzeyinde tutulamayacağını sanırım anlatmış oluyorum. Bu açıdan yaklaşınca sanırım ortaya iki sonuç daha çıkıyor: Birincisi “annelik” için geçerli olan tüm bu saptama ve düşüncelerin babalar için de geçerli olması.. İkincisi ise “annelik” diye başlayan her paragrafın (sonuncusu hariç) gerçek ve destansı bir aşk yolculuğu için de geçerli bir tanımı içermesi...

Şimdi bu iki saptama ışığında yukarıda yazılı olan düşünceleri “annelik” sözcüğü yerine “babalık” ve “aşık” sözcüklerini koyarak bir daha okumayı ve “gerçek bir aşık” olup olmadığınızı test etmeyi de keyfinize bıkarıyorum!....

SINAVA GİRECEK ÇOCUKLARIN ANNE-BABALARINA ÖZEL NOTLAR

SINAVA GİRECEK ÇOCUKLARIN ANNE-BABALARINA ÖZEL NOTLAR

ANNELER BABALAR/ÇOCUĞUNUZ SINAVA GİRİYOR …

Çocuğunuz sınav için hazırlanıyor, siz de onu destekliyorsunuz. Öncelikle çocuklarımızı desteklemenin, hayata hazırlamanın görevimiz olduğunu düşünüyorsunuz ki çok doğru. Sonra onların başarısının bizlere de gurur verdiğini neden söylemeyelim? Onlar bizim birer parçamız değil mi? Öyleyse, onların başarılı olmasını istiyoruz, istemekte de haklıyız. Onlar için birçok fedakarlık yapıyoruz, karşılığında da hiç değilse manevi bağları, aile için olması gereken sevgiyi bekliyoruz.

Bu konuda pek çok şey yaparken belki de unuttuğumuz bazı noktalar kalıyordur, biraz bunlardan konuşalım mı? Çocuklarımızı çok severken kişisel isteklerimizin, beklentilerimizin onlar için belki de aşırı bir yük olacağını düşünüyor muyuz? Onlara yardım etmekle, onları kontrol etmek arasındaki farkı biliyor muyuz? Onları doğru yönlendirmek isterken onları belki de unuttuğumuzu farkediyor muyuz?

Acaba çocuğumuzu nesnel olarak (objektif) tanıyor muyuz, yoksa onları görmek istediğimiz gibi mi görüyoruz? Çocuğumuzla ilgili uyarıları yada eleştirileri kabul edebiliyor muyuz, yoksa hemen onu ve kendimizi savunuyor muyuz?

Düşünmeye başlayınca görebiliriz ki, çocuğumuza karşı olan sevgimiz belki de bizi kimi zaman bazı gerçekleri görmekten alıkoyuyor olabilir. Çocuklarımıza yardım etmek isterken bizim de bilmemiz gereken şeyler var galiba.

BEKLENTİLERİMİZ ÇOCUKLARIMIZ İÇİN Mİ? …

Bu soru sadece bizim için değil, bütün dünyada geçerli bir sorudur. Ünlü Amerikalı yazar Arthur Miller (sonradan ünlü sinema oyuncusu Marilyn Monroe ile evlendiği için ayrı bir ün kazanmıştı) yazdığı bir tiyatro oyununda ‘kendi beklentilerini oğluna yükleyen ve onu zorlayan bir babanın dramını' yazmıştı. '‘Satıcının Ölümü'’ adındaki bu oyun yazık ki kötü bir sonla bitiyor, kendi istekleriyle babasının istekleri arasında bunalan genç evini terkederken şu mektubu bırakıyordu: "Sevgili babam. Sen bir satıcıydın ve benim okuyarak senden üstün bir yerde olmamı istedin. Ama ben bu beklentini gerçekleştirecek kişi değilim. Ben daha üstün bir yerde olmayı istemiyorum, kendi yaptığım şeylerle kişiliğimi kazanmak istiyorum. Buna uygun hareket edebilmek için de evden ayrılıyorum." Baba, çocuğunun bu hareketinin kendi yanlışından kaynaklandığını anlar ve kendini suçlar. Oyun Amerika’da çok etki yaptı ve pek çok aile çocuklarıyla arasındaki tartışmalara tutulmuş bir ışığı bu oyunda buldu.

Anne baba olarak bizlerin de beklentilerimizde hakkımız olabilir ama çocuğumuzun beklentilerini öğrenmek, bu beklentinin nedenlerini düşünmek önemli değil mi? Belki çocuğumuzun beklentileri konusunda bizim de haklı bulacağımız nedenler vardır. Bunları gözden kaçırmak yanlış olmaz mı?

ÇOCUĞUMUZA VERDİĞİMİZ DEĞER NELER İÇİNDİR ?…

Uzun yıllardır gençlerle ve sorunlarıyla uğraşıyorum. Gençlerin anne ve babalarının kendilerine neden değer verdiği sorusuna verdikleri iki yanıt büyük bir yüzdeyi oluşturuyor:

1. Bize, onların istediklerini yaptığımız zaman değer veriyorlar.

2. Başarılı olduğumuz zaman değer veriyorlar.

§Hemen arkasından da ekliyorlar: Oysa bize sadece kendimiz olduğumuz için değer verselerdi.

Bu konu bütün hayatımızı etkileyecek önemde bir konudur. Hayatımız boyunca ‘kendimize verdiğimiz değerin’ içinde en yakınlarımızın bize neden değer verdiğine ilişkin kanımız rol oynar. 'kendilik değerimiz’ böyle olur. En yakınlarımız, annemiz ve babamız bize neden değer verirler? Bu sorunun yanıtı hep aklımızda durur. Bizi tanıyarak, bizi değerli bularak verilen değer çok önemlidir ve bizim başarımızın sağlam bir dayanağıdır. Bu değer bize özgüven kazandırır. Ama başarımıza verilen değer bize özgüven değil, ’ya başaramazsam ?’ diyen bir kuşku kazandırır. Onun için çocuğumuza, başarıları için değil, kişiliği, karakteri, kısaca kendisi için değer vermeliyiz ve bunu böyle belirtmeliyiz. Unutmayalım ki, hayattaki sınavlar sadece üniversiteye girmek için verilmez. Bütün hayat bir sınavdır ve hepsini de kişiliğimizin, karakterimizin değerleriyle vermemiz asıl olmalıdır.

ÇOCUĞUNUZU YETERİNCE TANIYOR MUSUNUZ?

Bu soruya kolayca ‘elbette tanıyorum, o benim çocuğum’ demeden önce biraz düşünelim. Çünkü, araştırmalar göstermiştir ki, bizler, anneler babalar olarak çocuklarımızı nesnel (objektif) olmaktan çok, öznel (subjektif) olarak tanıyoruz. Bunun asıl nedeni de, anne babaların çocuklarını ‘olmaları istedikleri gibi görmeleri için güçlü bir güdüye sahip olmaları’ dır. Anneler ve babalar çocuklarını belirli hayat başarıları içinde görmek isterler ki bu doğaldır. Çocukları hayatta başarılı olsun, iyi bir eğitim görsün, iyi bir mesleği olsun, iyi bir gelir sahibi olsun, mutlu bir yuvası, mutlu olacağı bir eşi, sağlıklı, güzel çocukları olsun. Hayatlarındaki başarıyı aileleri ile paylaşsın, kendisine, ailesine, topluma yararlı olsun isteği elbette doğaldır. Ancak bu istek ‘güçlü bir güdü’ biçimine geldiği zaman anne babaların çocuklarına bakışını da farkında olunmadan değiştirir ve biçimler. Böylece de çocuklarımızı ‘oldukları gibi değil’, ‘olmalarını istediğimiz gibi’ görmeye başlarız.

Ayrıca, çocuklarımızın bütününü görmekten çok görmek istediğimiz alanlara daha çok dikkat ettiğimiz için, tanımakta eksiklerimiz oluşur. Örneğin, bir anne için çocuklarının en önemli özelliği ‘yeterince yemek yiyip beslenmeleri’ olabilir. O zaman, anne, çocuklarının duygusal sorunlarına beslenmeleri kadar dikkat etmez, bu da çocuklarını tanımakta eksiklikler yaratır. Baba, çocuklarının okul durumuna çok dikkat eder ve çocuklarının mutsuzluk nedenlerini gözden kaçırabilir. Dikkat edilmesi gereken çok şey vardır. Onun için de (evet, elbette tanıyorum’ demeden önce bunları düşünmeliyiz.

Çocuklarımızı tanımanın yolu, onlarla iletişimimizi arttırmak, onları dinlemek, onlara değer vermekten geçer. Çocuklarımızın duygularını, düşüncelerini paylaşmalı, kendi duygularımızı, düşüncelerimizi de onlara aktarmalıyız. Çoğu kez yapılan yanlış, çocuklarımızı sorgular gibi onların yaptıklarını öğrenmeye çalışmak, onları sadece eleştirmek ve ne yapacaklarını söylemek isteğidir. Bunların hiç birisi paylaşmak değildir ve çocuklarımızı anlamanın doğru yolu olamaz. Çocuklarımızı dinleyelim, anlayalım ve hayatı onlarla paylaşalım. Birisini yeterince tanımak oldukça karmaşık bir işlemdir ama ödülü de ‘birbirimizi anlamak ve sevmek’ olarak çok değerlidir.

MİNE AKTAŞ ÖZKAMALI

SON ÇOCUKLUKTA GELİŞİMİ

SON ÇOCUKLUKTA GELİŞİMİ

(Kızlarda 6-11 Yaş, Erkeklerde 6-13 Yaş)

Son çocukluk döneminin başlarında dengesiz ve olumsuz bir gelişim dikkatimizi çeker. Özellikle 6 yaşına rastlayan bu gelişim özellikleri, 7 yaşından itibaren yerini giderek düzenli ve dengeli bir döneme bırakır.

Son çocukluk döneminde çocuk; motor ve dil gelişimi açı­ndan büyük aşamalar kaydetmiş ve dengenin gelişmesi sonu-ı hızlı yürüyebilen, futbol oynayabilen, ok atabilen göz-el koordinasyonunun gelişmesi sonucu da iki elini bağımsız olarak kullanabilen bir birey haline gelmiştir.

Bu bölümde beden, motor ve dil gibi gelişim yüzleri çocuğun belli bir olgunluğa ulaşması nedeniyle farklılık göstermediği için gelişimin bu yüzleri ayrıntılı biçimde incelenmeyecektir.

BİLİŞSEL (Cognitive) GELİŞİM

7-11 Yaş Arası: Somut İşlemler Dönemi

“Somut işlemler Dönemi” (Concrete Operational Stage) adı verilen 7-11 yaşları arasında çocuklarda mantıksal düşünme ve sayı, zaman, mekân, boyut, hacim, uzaklık kavramları yerleşmeye başlar.

Bu dönemde problemin çözülmesi somut nesnelere, “burada” ve “şimdi” gibi anlık durumların olmasına bağlıdır. Çocuklar bu dönemde korunum ilkesini anlayabilirler, çünkü somut işlemleri tersine döndürebilirler. Su miktarının her iki koşulda da aynı olduğunu söyleyen çocukların zihinsel yetenek­leri yetişkinlerinki gibi olmaya başlar. Ancak soyut düşünce henüz tam gelişmemiştir, bundan sonra başlayan “Formel İşlemsel Dönem”de (Formal Operational Stage) somuttan soyuta dönüşüm görülecektir.

Piaget'ye göre, somut işlemler döneminde olan çocuklar yeni bir dizi kural geliştirirler; “gruplandırma” adı verilen bu işlemin özel mantıksal niteliği vardır. Okul çağındaki bir çocuğun düşünüşünün başlıca özelliği de bu «gruplama» yeteneğine sahip oluşudur. Bundan “sınıflama, sıralama, serileme değişmezlik, sayı ve mekân” kavramları oluşur. Sınıflama, sıralama gibi gruplamalarla aynı zamanda çocukta organize etim ve bir sistem kurma yeteneği gelişir. Bu ona dış bir değişikliği içsel olarak telafi etme olanağını kazandırır.

Sınıflandırma, gruplandırma simetri şeklinde bire bir yada birle çok arasındaki ilişkilerden doğar.

İlişkilerin en yalın mantıksal gruplaması bir “sınıflar hiyerarşisi” biçimindedir. Örneğin, hayvanlar sınıfı, etoburlar v etobur olmayanlar diye iki altsınıfa ayrılır. Bu altsınıflar da özel hayvan türlerinin adlarına varılıncaya dek yeniden sırayla altsınıflara ayrılabilirler, ilkokul çocuğunun bu altsınıflarda ki çiftlere anlama yeteneğine sahip olması beklenir.

9 yaşlarına kadar çocukların çoğu sınıflar arasındaki ilişkileri anlamakta zorluk çeker. Piaget burada şunu göstermiştir: Çocuklar; güller, lâleler ve öteki çiçeklerin hepsinin çiçekler sınıfına girdiklerini kabul etmekte, ancak tüm çiçeklerin öldüklerini bilmelerine karşın, güllerin (yada lâlelerin) oldukları gibi kaldıklarını öne sürmektedirler; çünkü bu yaştaki çocuklar için altsınıflar hâlâ bir ölçüde ayrı bir varlığa sahiptir.

İlişkilerin ikinci ilkel gruplaması, farklılıkları ifade eden ilişkileri bir araya toplama yeteneğine dayanır. Böylece çocuklar birbirini izleyen çiftleri bulup sıralama yaparak bir dizi oluşturabilirler. Örneğin, beden eğitimi derslerinde çocuklar boylarına göre sıraya girebilirler, adlarını alfabetik sıraya koyabilirler, aritmetikte uzaklık, ağırlık, alan ve hacim karşılaştırmaları yapabilirler.

Üçüncü temel işlem, “bir şeyi başka bir şeyin yerine koymak”tır. Örneğin, çocuklar aritmetikte aynı sonuca değişik yollardan ulaşmayı gösteren 8 = 7+1=6 + 2 = 5 + 3 türünden ilişki­leri sürekli olarak kullanırlar.

Buraya kadar olan işlemler, «simetrik ilişkiler»i ortaya koymaktadır. 6 yaşına gelen çocuklar uzaklığın hangi yönden ölçülürse ölçülsün değişmeyeceğini anlarlar (yine de yüksek bir ağaçla alçak bir ağaç arasındaki uzaklığın ölçülmesi gibi durumlarda akılları karışabilir). 8 yaşlarında çocukların çoğu, iki kardeş varsa, her birinin ötekinin kardeşi olduğunu anlar.

Çocuk, nesneleri biçim ve renk açısından alt sınıflara göre düzenleyeceği zaman, her iki sisteme göre betimlenebilecek dört alt sınıf bulacaktır; örneğin, kırmızı kareler, mavi kareler, sarı kareler, kırmızı daireler, mavi daireler, sarı daireler gibi. Bu da sınıfların çoğaltılması” dır.

Çocuklar bu gruplandırmaları tam anlamıyla kavradıklarında dört temel mantık gerçeğini değerlendirebilirler. Bu gerçeklerden en önemlisi şudur: A herhangi bir yönden (diyelim , uzunluk açısından) B'ye eşitse ve B de C'ye eşitse, o halde A’nın da C'ye eşit olması doğrudur. Bu olgunun gerçek olduğunu anlamak için A ve C'nin ölçülmesi gerekmez

Bu dönemde mantıksal düşünmenin başlaması duygusal yaşamda dikkate değer bir dengenin oluşumuna yardımcı olur. Son çocukluk dönemindeki çocuklar artık düşündükleri ve merak ettikleri çeşitli becerileri öğrenmeye başlarlar. Bir anlamda düşündüklerinin işlevsel düzeyde gerçekleşmesi onlara haz verir. Örneğin, sözcükleri dilediği biçimde kullanabilmesi, yaz­mayı öğrenmesi, resimli macera kitaplarını okuyabilmesi, sayıları toplayabilmesi çocuğa haz veren beceriler arasında sayılabilir.

İlk çocukluk dönemiyle son çocukluk dönemi zihinsel ve dil gelişimi açısından büyük farklılıklar gösterir. Örneğin, 5 yaşında bir çocuk için top, oynanılan bir şeydir; onu kullanım anlamında düşünür. 8 yaşa doğru çocuk topu şekli, boyu, maddesi ve rengiyle tanımlar. Sözlü beceri 8 yaşında kendini gösterir.

Bu yaşta çocuğun dili hızla gelişmektedir; bazen dili bir yetişkin gibi kullandığı görülür. Çocuk eski sözcük bilgisini zenginleştirir, sözcük dağarcığı 3000 kelimeye ulaşır. Bu sözcük­lerin çoğu sıfat ve edattır. Çünkü çocuk, yalnızca olayların ve nesnelerin adlarını öğrenmekle yetinmez, özelliklerini, farklarını ve benzerliklerini de öğrenmek ister. Çocuk farklılıkların ve benzerliklerin farkına varır. Benzerlikleri öğrenmeden farklılık­ları meydana çıkarır. 6 yaşında bir çocuk bize odunla cam ara­sında bir çocuk bize odunla cam arasındaki farklılığı söyleye­bilir. 8 yaşındaki bir çocuk ise, buna ek olarak, benzerliği bu­labilir. Onun yargıları daha çok somuttur

Son çocukluk döneminin sonlarına doğru çocukta problem­leri kendi kişisel girişimleriyle çözme yeteneğinin yüksek düzeyde geliştiği görülür. Çocuğun bu yeteneği kendinde bulabilmesi, her şeyin en iyisini yapmak üzere kendisini zorlaması yetişkin davranışlarıyla eş düzeyde olduğunu gösterir.

SOSYAL GELİŞİM

Son çocukluk döneminde çocuk kendini sınıf, arkadaş ve oyun grubu içinde bulur. Bu da onu, ergenlerde olduğu gibi kendi cinsiyetindeki grubun tüm faaliyetlerine katılmaya, arkadaşlarıyla iletişim kurmaya doğru yönlendirir.

Son çocukluk döneminde görülen bazı toplumsal özellikler şöyle sıralanabilir:

Kolay Etkilenme: Son çocukluk döneminde, aşırı du­yarlılığın yanında görülen diğer bir özellik de, kolay etkilen­medir. Bu dönemdeki çocuklar, kendi arzularının, diğer çocuk­ların doğrultusunda olduğu inancındadırlar. Bu da onların gru­ba kabul edilmelerini kolaylaştırır. Yaşam süreci içinde, belki de hiçbir dönemde rastlanamayacak düzeydeki kolay etkilenme bu evrede görülür.

Karşıt Görüşte Olma: Bu, çocuğun düşünceleri ve hareketleriyle diğer çocuklara karşıt olmasıdır. Kendi akranlarının görüş ve düşüncelerini paylaşan, kabul eden çocuk, daha büyük çocukların, ve erişkinlerin görüşlerine karşı koyar. Karşıt görüşte olma, daha küçük çocuklarda görülen “negativizm”le, yani olumsuzlukla eşanlamlıdır. Karşıt görüşte olma, çocukluk dönemi boyunca devam eder.

Rekabet: Son çocukluk dönemindeki Çete Çağı (Gangge) boyunca rekabet üç biçimde görülür:

1. Grubun kendisini tanımak üzere, grup üyelerinin ara­sında süregelen rekabet,

2. Kendi grubuyla rakip gruplar arasında çatışmalar,

3. Grupla toplumu düzenleyen diğer sosyal kurumlar ara­sındaki çatışmalar.

Bunların her biri, çocuğun sosyalleşmesini farklı biçimde kiler. Son çocukluk dönemindeki rekabet çoğunlukla kavgaya neden olur.

Sorumluluk: Araştırmalar, kalabalık ailelerden gelen çocuklarda, zorunluluk nedeniyle kendi işlerini yapmak ve kendilerinden küçük kardeşlerine bakmakla yükümlü oldukların­dan, sorumluluk duygularının daha fazla geliştiğini göstermektedir. Kendi evlerinde bazı sorumlulukları üstlenmeyi öğrenen çocuklar, sadece başarılı bir uyum göstermekle kalmamakta, aynı zamanda grubun lider rolüne seçilmiş bir üyesi de olabilmektedirler.

SON ÇOCUKLUKTA KRİTİK YAŞLAR

Altı Yaş

Son çocukluk dönemine giren çocuk, 6 yaşlarına geldiğinde 2,5 yaşında görülen olumsuz evrenin belirtilerini göstermeye başlar. Dengesiz, kurala karşı olan, isyankâr bir tutum ve davranış içine girer.

6 yaş çocuğu değişmekte olan bir çocuktur. Anneler, çocuklarındaki bu ani değişiklikleri: “Bu çocuğa ne oldu, bilmiyorum, çok değişti.” şeklindeki sözcükleriyle dile getirirler. E 6 yaşında çocuk, tembel ve kararsız bir görünümdedir. Çocuk bir kez daha 2,5 yaşında yaşamış olduğu karar verme güçlüklerine uğrar, yine bir şeyin olumlu ve olumsuz iki yüzü arasında hızla gelip gider.

Gesell, çocuğun eylemlerinde bir tür çift motivasyondan oluşmuş görünen iki kutupluluktan söz eder. Örneğin, çocuk bir an annesini sever, biraz sonra ona nefret duyar.

Bir geçiş dönemini oluşturan bu yaşta, bedensel ve psikolojik kaynaklı bazı temel değişiklikler dikkati çeker. Bu yaşta süt dişleri dökülürken, kalıcı ilk azı dişi çıkmaya başlar. Orta kulak iltihabına en sık bu yaşta rastlanmakta, burun ve boğaz hastalıkları yine bu yaşta daha sık görülmektedir.

Çocuğun okula başlamasıyla birlikte, okul öncesine oranlı daha çok sayıda arkadaşla ilişki kurduğu, bunun yanında aile ilişkilerinin zayıfladığı, bireysel oyunun yerini, grup oyununun aldığı görülür. Başka bir deyişle, çocuğun okul çağıyla birlikte grup çağına girdiği ve sosyal bilincin arttığı dikkatimizi çeker.

Çocuğun davranışını sınırlayan «burada» ve «şimdi» ortamı, yerini yakın çevreye bırakmaya başlar.

ON YAŞ

10 yaş; düzenli, huzurlu ve elde edilen bilgilerin özümlendiği toplandığı ve dengelendiği bir ara evredir. Tipik bir 10 yaş çocuğu, çocukluğun gerek kendine özgü, gerekse genel tüm özelliklerini kendinde toplamıştır. Gelecekteki ergenlik döneminin gerilim ve huzursuzlukları onun için henüz söz konusu değildir. Bu yaş, gelişimin dengelendiği altın bir çağdır.

10 yaşındaki bir çocuğun olgunluğunu 9 yaşındakiyle karşılaştırırsak, 10 yaş çocuğunun 9 yaşındakinden yalnız bedence daha büyük, daha güçlü değil, aynı zamanda tüm bedensel ve ruhsal sistemlerin dinamiği ve olgunluğu açısından da ondan daha çok gelişmiş olduğunu görürüz, ilgileri 9 yaşındakine göre daha çeşitlidir. Çok çabuk değişebilir ve farklı konulara yöneliktir.

9 yaşındaki çocuğun gerginlik içinde olmasına karşılık, 10 yaşında bu gerginlik tümüyle gitmiş, onun yerine uysallık ve uyumluluk geçmiş, bu da 10 yaş çocuğunu daha hoşgörülü yapmıştır

Sağlık Durumu ve Bedensel Gelişim: Sağlık durumu genellikle iyidir, önceleri çok hastalananların sağlık durumu bu yaşta düzelmiştir. 9 yaşındayken karın ağrısı, baş ağrısı, baş dönmesi, kol ve bacak ağrıları gibi bedensel hastalıklardan yakınanların çoğunda bu rahatsızlıklar azalır yada tümüyle kaybolur.

Kızlar genellikle erkeklerle aynı boydadırlar, ama daha hızlı büyürler. Çoğu bu yaşta çok çabuk boy atmaya başlar. Vücut hatlarının yuvarlaklaşmaya, yüz hatlarının yumuşamaya başladığı görülür. Kalça ve göğüslerde yağ birikimi artar.

Erkek çocukların vücut yapılarının daha güçlü bir görünüş kazandığı, hatların, özellikle çene, boyun ve göğüste daha yuvarlaklaştığı dikkati çeker.

Bu yaş çocuğunun gelişiminde görülen özellikler şu noktalarda toplanabilir:

Günlük Gereksinmeler: Bu yaşta çocuklar isteyerek ve devamlı yerler. Bu yaşa kadar genellikle az yemek yiyenler bile bu yaşta daha çok yemeye başlamışlardır.

Bu yaştakilerin çoğu belirli bir saatte yatmaya karşı isteksizdir, türlü bahanelerle yatma saatini geciktirmeye çalışırlar. 10 yaşındaki bir çocuk uyumadan önce radyo dinler, kitap okur, kendisiyle ilgili sorunları düşünür ve hayal kurar. Erkek çocuklar uykuya çabuk dalarlar, kızlarsa daha geç uyurlar.

Duygusal Yaşam: Ana babanın gözünde 10 yaş çocuğu açık sözlü, tarafsız, kolay anlaşılır ve çocuksudur. Genellikle sorunlar üzerinde fazla durmaz, bir denge içindedir.Bazı kor­kuları hâlâ vardır, ancak bu yaşta 9 yaşında olduğundan daha az tedirgin ve huzursuzdur. Ender olarak ağlar, sık sık da “gerçekten mutlu olduğunu” söyler. Duygusal patlamaları sık de­ğildir, olduğunda da şiddetli ve anidir, fakat çabuk geçer.

Bu yaştaki çocukların kendileri hakkında endişeleri yoktur, benliklerini ve hayatı olduğu gibi kabul etme eğilimindedirler. Olayların üzerinde fazla durmazlar, kesin yargı gibi genellemeler yapmazlar.

Bu yaş, öfkenin en az görüldüğü dönemdir. 10 yaşındakilerin çoğu “bazı huylarıyla mücadele etmeyi denediklerini, kızmamak için uğraştıklarını” söylerler. Sosyal Gelişim: 10 yaş çocuğunun sosyal ilişkilerinde öğretmeni, arkadaşları ve özellikleri annesiyle kurduğu yakın ilişkiler ön plana geçer. Onlarla olan ilişkileri diğer ilişkilerini de etkiler, ben merkezci değildirler. Evde anne babalarının yanında, yakınında bulundukları zaman kendilerini çok güçlü hissederler. Uğraşlarının büyük çoğunluğu “amaçsızmış” gibi görünse de, onlar bunları kendi mantık yapılarına göre, insanlar arası ilişkilerde uyumu ve bu ilişkileri olgunlaştırmayı amaçlayarak yaparlar.

10 yaşındaki çocuk, 9 yaşındakinden daha fazla ailesine bağlıdır ve sever. Ailesini benimser ve genellikle birlikte yapılan her şeye bu yaşta katılmaya hazırdır.

10 yaş çocuğuyla annesi arasında doğrudan, sorunsuz, dürüst ve güven dolu bir ilişki vardır. Çocuk tüm kalbi ve içtenliğiyle bu ilişkiye kendini kaptırır ve kabullenir. Çoğu da dünyada en çok anne babasını sevdiğini söyler. Anne özel takdir görür, “benim annem kusursuzdur” şeklinde tanımlanır, annesi onun gözünde en mükemmel insandır. Annenin davranışlarını eleştirme ve onun toplumdaki hareketlerinden utanma görülmez. En son sözü söyleyen hep annedir ve onun fikirlerine önem verilir.

Genellikle her iki cins de babayla iyi geçinir ve onunla birlikte olmaktan zevk alırlar. Kızlar babalarını sever, sayar ve yüceltirler, ondan «iyi bir arkadaş» diye söz ederler. Baba onlar için yol gösterici bir ışıktır. Erkek çocuklar da babayı sever, ona âdeta tapar ve her konuda otorite olduğuna inanarak onu kendilerine özdeşim modeli olarak alırlar. Babalarının “dünyanın en iyi, en doğru babası olduğunu” söyleyerek onunla olmaktan, birlikte birer arkadaş gibi yolculuk yapmaktan hoşlandıklarını belirtirler.

OKUL DÖNEMİNDE (6-12 YAŞ) FİZİKSEL GELİŞİM

İlkokul dönemi yıllarında, bedensel gelişme ilk yıllara göre yavaş bir ilerleme gösterir. Yaklaşık olarak dokuz yaşına kadar erkekler kızlardan biraz daha uzun ve ağırdır. Ancak 10 yaşından yaklaşık 15 yaşına kadar, kızların boy ve ağırlıkları, yaşıtı erkeklerin boy ve ağırlıklarını geçer.

Kemik ve iskelet sistemindeki gelişme, kas sisteminden daha ilerde olduğundan zaman zaman büyüme ağrıları meydana gelebilir. Daha önce belirtildiği gibi, okul öncesi dönemde büyük kaslarını çok iyi kullanmakla birlikte küçük kaslarını kullanmada yetersizdirler. Ancak, okul döneminde küçük kas becerileri gelişir, küçük ve ince kalemle yazabilir, piyano ve diğer enstrümanları çalabilirler. Örneğin; okul öncesi dönemde topu bütün vücuduyla tutarken, okul döneminde topu elleriyle hatta parmaklarıyla tutabilir hale gelir.

Okul öncesi bir çok çocuğun gözleri ıraksak iken, okul döneminde görmeleri normale dönmektedir. Bu dönemde karmaşık bir çok beceri kazanılmasına rağmen, ilerleme yavaş olduğundan, dikkati çekmez. (Gallahve, 1982; Gibson ve Chandler, 1988)