', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: 10/17/07

17 Ekim 2007 Çarşamba

türk tarihinde esnaf teşkilatı

TÜRK TARİHİNDE ESNAF TEŞKİLATI

Anadolu’da 13. ve 14’üncü yüzyıllarda oluşup gelişen ve kısa denebilecek zaman zarfında hayli geniş bölgelere yayılan, sosyo-kültürel bir esnaf teşkilatı niteliğini koruyan Ahilik, kökeninde fütüvvet teşkilatının tesir ve nüfusu bulunmakla beraber özü itibariyle bir Türk kuruluşudur. İmrenilmeye değer prensipleri; günlük hayatta ekonomik, ahlaki, yardımsever ve yiğitlikle bezenen uygulamaları ile Türk halkı tarafından kolayca benimsenen bu kuruluş, öğrenilmeye, sevilmeye ve tanınmaya değerdir.

Dünya tarihinde her yönüyle çağdaş milletlerden üstün, büyük, kudretli ve ileri olabilme mucizesini göstermiş olan Türk-İslam kültür ve medeniyeti, bu üstünlüğünü bazı batılı tarihçilerin öne sürdüğü gibi kılıç kuvvetinden, bilek gücünden almamıştır. Türk-İslam İmparatorluğu’nun sahip olduğu kültür yüksekliğidir ki, ona büyük, geniş ülkeleri idare etme kudretini vermiştir. Eğer o kültürün her sahasında zamanının en yüksek derecesine ulaşmamış olsaydı, uygarlığın türlü çemberinden geçmiş olan ülkelerde hakim olabilir miydi? O kültür ve medeniyetin kudret ve kuvveti, ileri bir zihniyetle karşısındaki kavimlere üstün olabilecek tarzda siyasi, askeri, fikri ve iktisadi münasebetlerde medeni bir seviyede olmasındandır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda büyük faydaları görülen Ahilik, imparatorluğun kuruluşundan sonra esnaf kurumları halinde devam etmiştir. Osmanlı devleti layıkıyla kurulduktan sonra siyasi rollerine lüzum kalmayan Ahilik, sadece hayırsever esnaf kurulları tarafından sürdürülmüştür.

Loncalar sendikaların işini de görmekteydi

Her yönü ile içtimai düzene sahip eski cemiyet hayatımızda, ticaret ve zanaat ile meşgul olmak, bir dükkan açmak veya imalathane kurmak serbest değildi. ‘Gedik’ tabir edilen bir tahdide tabiiydi ve her sınıf esnaf ve sanatkar halinde toplanmıştı. Lonca mensupları ise devamlı kefalete bağlanmıştı. Gedik sahiplerinden biri ölür ve sanatı terk ederse dükkan veya imalathane o işin başında bulunup çalışmak şartıyla evladına kalırdı. Evladı yok ise veya baba mesleğini terk etmişse, o zaman gedik fonksiyonunu kaybetmiş addedilir ve lonca tarafından dükkan veya imalathane sahibi olmaya layık görülen bir kalfaya devredilirdi. Eski gedik sahibinin mirasçılarına işi terk etmiş evladına da dükkan veya imalathanede kalmış malın bedeli ile gediğe takdir edilecek bir peştamallık bedeli ödenirdi.

Sanat sahiplerinin aralarında muntazam teşkilat ve birlik kurmalarına Anadolu Türkleri arasında 13’üncü yüzyıldan beri rastlanmaktadır. Bu teşkilat o zamanlar dini ve iktisadi bir mahiyet taşımaktaydı. Abbasi Halifesi Nasr- Li Dinillah’ın bir meslek haline getirdiği fütüvvete girip cömertlik, gariplere yardım etmek, zulüm görenleri korumak gibi işlerle tanınmış olanlara Anadolu’da Ahi denmiştir. Fütüvvet, Anadolu’da 13’üncü yüzyılda meydana çıkmaya başlayıp daha sonra muntazam teşkilatlı bir hale gelmiş olan dini-iktisadi zümrelerin esnaf ve sanatkar birliklerinin nazariyelerine topluca verilen isimdir.

Bugünkü manasıyla üretim kooperatiflerine benzeyen loncalar, aynı zamanda sendikaların işini de görmekteydi. Malın kalitesini daima yüksek tutmak, standart istihsal temin etmek, kalifiye işçi yetiştirmek, iş ve ticaret ahlakının muhafazası, işçinin himayesi, ihtikarın önlenmesi, malın değerlendirilmesi ve bu değerini muhafaza etmesinin sağlanması loncaların gördüğü işlerdendi.

Usta, çırak ve kalfalar

Her sınıf esnafının idaresini elinde tutan bir ihtiyar heyeti vardı. İhtiyar heyeti, her sınıf esnafın kendi aralarında seçtikleri 6 ustadan ibaretti. Esnaflar arasında herhangi bir mesele hakkında şikayeti olanların ilk başvuracakları kişi yiğitbaşı idi. İşçibaşı kahyanın lonca toplanma kararını vermesi üzerine ihtiyar heyetinde bulunanları çağırmak ve meseleyi duyurma vazifesiyle görevlendirilmişti. Ehl-i hibre, ihtiyar heyetinin üyelerini teşkil ederdi. Bunlar toplantılarında alınacak kararlarda hakemlik rolü oynarlardı. Ehl-i hibre olanlar o meslekten anlayan, herkesin saygı ve sevgisini kazanmış olan kimselerdi. Şeyh, esnafın idare heyetinde her zaman bulunmayan kimseydi. Esnafın en küçüğünden, en büyüğüne kadar herkes onu sayardı. Meclislerde nasihat etmek, o sanatın geçmişi hakkında bilgi vermek şeyhlere düşerdi.

Herhangi bir sanatta çalışanlar üç gruba ayrılırlardı: Ustalar, kalfalar ve çıraklar. Ustalar, sanatı iyi bilenler ve aynı zamanda sermayedarlardı. Kalfalar, usta olmaya aday ve henüz sermayesi bulunmayan ücretli usta işçilerdi. Çıraklar ise sanata henüz girmiş ve çok defa ücretsiz çalışan heveslilerdi. Kalfalık ve çıraklık müddetleri muhtelif esnaf sınırlarına göre değişmekle birlikte çok defa 1001 gün olarak itibar olunmuştu. Yani en az 1001 gün çıraklık yapanlar, kalfalığa ve bir o kadar kalfalık yapanlar da ustalığa geçmek hakkını kazanırlardı. Bir pirden öğrenilen sanat, nesilden nesile ulaştırılırdı. O sanatı en iyi bilen kişi usta sayılırdı. Ustaların çıraklar ve kalfalar üzerindeki otoritesi kesindi. Çıraklar ustalarının yanında konuşmaz ve gülmezlerdi.

Yardımlaşma ön plandaydı

Loncalarda ustalık, peştamal kuşanma denilen ve bir çeşit iffet kemeri demek olan peştamalın, lonca kahyası tarafından yeni usta adayının beline dolanması şeklinde cereyan eden bir törenle verilirdi. Merasim başlarken, usta olacak kalfanın yaptığı işler lonca heyetine arzolunurdu. Heyet eserleri tetkik eder, bir torba içine koyup mühürlerdi. Sonra usta namzedi tören mahalline doğru yürürdü. Bu sırada “Esselamüaleyküm ya ehli şeria”, daha sonra “Esselamünaleyküm ya ehli tarika” ve Esselamüaleyküm ya ehli hakika” ve nihayet “Esselamüaleyküm ya ehli marifet” diye dört kapı selamını tamamlar ve usta namzedini, loncasına teslim ederdi. Usta namzedi, yaş ve kıdem sırasına göre el öper, hayır duası alırdı. Sonra ölünceye kadar mesleğinde şeref ve namusla çalışacağına dair Kuran-ı Kerim üzerine yemin ederdi.

Müteakiben yiğitbaşı torbayı açarak, usta adayının yapmış olduğu işleri gösterirdi. Kahya, elini öpen usta adayının sol omzuna elini koyarak, “sabür ol, hamül ol, mütevekkil ol, haram yeme, haram içme, el ve eteğini temiz tut, koymadığın mala el uzatma, gördüğün iyiliği unutma, sana fenalık edeni sen affet, yürü Allah yardımcın ola..:” derdi. Sonra sıra kökü Ahi teşkilatına dayanan şed bağlama işine gelirdi. Usta peştamalı kahyaya verir, o da genç ustanın beline bağlar ve alçak sesle kulağına sanatın esrarını söylerdi. Tekrar el öpülür, davul zurna çalmaya başlardı. O sırada yiğitbaşı “ilk siftah uğruna aşk ola” diye bağırarak yeni ustanın yapmış olduğu eserleri mezat usulü ile satmaya başlardı. Mezat sonu toplanan para yeni ustanın açacağı dükkana ilk sermaye olurdu.

Her loncanın ‘avarız’ denen bir tasarruf sandığı bulunurdu. Lonca mensupları, gedik sahibi, ustası, kalfası ve çırağı kazancından muayyen bir miktar parayı bu sandığa yatırmakla mükellefti. Herhangi bir felaket karşısında bu sandıktan yardım görürlerdi. Daha sonraları bu esnaf loncalarındaki tasarruf sandıklarının kaldırılarak, sermayelerinin hazineye devredilmesi, loncaların sırt dayadıkları bu iktisadi desteği kaybederek, kudret ve garanti kaynaklarından uzak kalmalarına sebep olmuştur

TÜRK ULUSAL KURTULUŞ HAREKETİNİN BAŞLANGICI

TÜRK ULUSAL KURTULUŞ HAREKETİNİN BAŞLANGICI


DR. MEHMET ATAY (*)

"Türk'ün onuru ve gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür.
Böyle bir Ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyi.
Bu nedenle ya bağımsızlık, ya ölüm."
"Mustafa Kemal : Nutuk"

Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ne yapmaya gelmişti ?
Görünürde Gazi, Üçüncü Ordu'ya müfettiş olarak atanmış pek büyük yetkilerle donatılmıştı. Mustafa Kemal'i, Padişah VI.Mehmet, Anadolu'da asayişi sağlamakla görevlendirmiştir.
İtilaf devletlerinin işgaline karşı kafalardaki mayalaşma, tehlikeli boyutlara varmıştır. Sultan'ın elçisi olan Gazi, ünlü Söylev'inde sonradan yazacağı gibi, kafasında gerçekte bir "Millî Sır" taşımaktadır. İtilaf devletlerince hasım ögelerin kaynaşmasını sınırlayıp önlemek için, Anadolu'ya ayak basmış değildir. Aksine, belli etmekte gecikmeyeceği amacı, yenilgi sonucu morali derinden derine sarsılmış bulunan Ordu'ya güvenini yeniden kazandırmaktır.
Gazi'nin hedefi Anadolu Türk topraklarındaki bütün direniş hareketlerini, tek bir otorite altında toplamayı denemektir.
Savaşılması, yenilmesi gereken düşman, sadece yabancı işgalci kuvvetler değildir. Bu hususla ilgili olarak Gazi Mustafa Kemal'in kaleminden şunlar anlatılacaktır: "Her ne pahasına olursa olsun, Osmanlı Hükümetine karşı, Sultana karşı, halifeye karşı ayaklanmak ve ordu ile bütün Milleti başkaldırıya götürmek gerekiyordu."
Gazi 19 Mayıs 1919 tarihinde yukarıdaki sözlerinden ilerici, devrimci ve laik bir Cumhuriyet kurmayı düşlediğini anlatır gibidir. "Millî Mücadele, başta Yurdu yabancı işgalinden kurtarma amacıyla, geliştiği ve başarılar kazandığı ölçüde, millî egemenliğe dayanan bir yönetimin bütün ilke ve güçlerini gitgide seferber etmesi doğaldı."
Gazi Mustafa Kemal, Anadolu'ya gelir gelmez, derhal usta bir manevracı olarak, kimi askeri şeflerin desteğini aramaya girişti.
Gözde kişilikler, özellikle Kazım Karabekir Paşa ile eski Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf Bey Gazi'nin yanında yer almışlardır. Keza çok kısa bir zaman içinde yani birkaç hafta içinde Gazi, ulusal güçlerin hatırı sayılı bir bölümünü kendi çevresinde toplamayı başarmıştır.
Böylece 22 Haziran 1919'dan başlayarak, Amasya'dan gönderilen ve Türkiye'nin bütün yurtsever örgütlerine seslenen bir genelge ile Milletin tehlikede olduğu ilan edilmiş ve Ülkenin içinde bulunduğu feci duruma bir çare bulmakla yükümlü bir millî kongrenin toplanacağını haber verecek duruma gelinmiştir.
Anadolu'daki millî isyanın büyümekte olduğunu değerlendiren Babıâli hükümeti Gazi Mustafa Kemal'in İstanbul'a geri dönmesini teminen Üçüncü Ordu Müfettişliği'ne kesin bir emir yollayacaktır: "Sultan Hazretleri, Size hemen İstanbul'a dönmenizi buyuruyorlar."
Gazi'nin, bu gözdağı verici emre cevabı birkaç kelimeden ibaret olacaktır: "Milletin tam bağımsızlığını elde edeceği güne kadar, Anadolu'da kalacağım" (8 Temmuz 1919).
Gazi Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti'nin buyruklarına boyun eğmeyi reddetmekle kalmayıp, onu yaparken, sadece müfettişlik görevlerinden değil, Ordudan ayrılmaya da karar verir.
Artık Gazi Mustafa Kemal, resmi durumunun gerektirdiği bağlılıklardan sıyrılmış bir halde, daha büyük bir eylem özgürlüğüne sahiptir. Merkezi iktidarla bağlarını kopardığı andan itibaren, ilk büyük siyasal kavgasını vermek riskini göze alabilirdi.
Böylece 1919 Temmuz ayının sonlarına doğru, Türkiye'nin doğu illerinden gelen ellidört temsilcinin katılacağı Erzurum'da bir kongre örgütleyecektir. Bu ilk siyasal savaş, aynı zamanda ilk siyasal zaferdir.
Fırtınalı tartışmalarla dolu bir ondört gün yaşanırken Mustafa Kemal "halkın iradesine dayanan bir Millî Meclis'in yaratılmasını ve gücünü yine aynı iradeden alan bir hükümet kurulması" talebini kongreye kabul ettirir. Kabul edilen önergeye göre; "Vatan tektir ve bölünemez. Doğu Anadolu illeri, ortak bir anlaşma içinde, her türlü yabancı işgal ya da müdahaleye karşı direneceklerdir.
Sultanın hükümeti, milletin bağımsızlığını ve yurdun bütünlüğünü korumakta yetersiz görünürse, devlet işlerinin yürütülmesini ele almak üzere, bir geçici hükümet kurulacaktır."
Bir ay sonra, bu kez sadece Doğu illerinin değil 4-11 Eylül 1919'da bütün ülkenin temsilcilerini bir araya getiren bir ikinci kongre Sivas'ta toplanacaktır. Sivas kongresinde, Sultan'ın İstanbul Hükümetinin izlediği siyaset reddedilirken, Anadolu insanı kendi iradesi ile kendi yönetimine karar vermiş oluyordu. Sivas'ta Kongreye katılan kırk kişi Mustafa Kemal'in gözünde, Milletin bütününü temsil etmekte kutsal ve tarihsel nitelik taşımaktadır.
İstanbul Hükümeti yabancı işgali ve ülkenin çöküşü karşısında şaşkın haldedir. Anadolu'da gelişen ulusal direniş hareketi ise ülkenin parçalanmasına karşı faaliyetlerini hızlandırmıştır.
Bu arada Babıâli Hükümeti, Kemalist direniş hareketini, kan ve yağmaya susamış İttihatçılar topluluğu diye kamuoyuna takdim ederek başarısızlığa uğratmaya çalışacaktır. Bu iftira kampanyasına işgalciler ve Batılı basın da sahip çıkacak ve ortak olacaktır. Ortak işgal ve ihanet cephesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, yoğun bir şekilde, "Ermeni kıyımcıları" ve "militan Alman hayranları" olarak nitelendirmektedir. İstanbul yanlılarının bu, ulusal direniş karşıtı kampanyasında, İttihat ve Terakki Partisi'nin maceracı ve sorumsuz politikalarından çok zarar gören toplumun korkutulması amaçlanmıştır.
Ne var ki dost düşman herkes Anadolu'da hızla gelişen Türk milliyetçiliğinin varlığından artık haberdardır.
Türk Milleti, Mondros mütarekesini tevekkülle karşılamıştı. Fakat batılı devletlerin mütareke şartlarını çiğnemeleri, azınlıkların taşkın hareketleri, milletin bağrında derin yaralar açmaya başlamıştı.
Yeni kurulan dernekler, partiler, barışcı yollarla kurtuluş çareleri arıyorlardı. Yapılan mitingler ve protesto faaliyetlerinde hiçbir direnme fikri yoktu.
Memleketin bütünlüğünü korumak koşulu ile büyük bir devletin himayesine girmek isteyenlerde vardı. Padişah kurtuluşu, İngiltere'nin gölgesine sığınmakta ve her türlü direnmeyi memleketin yüksek menfaatlerine aykırı görüyordu.
Ulusal direnme fikri İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra kuvvetlenmeye başlamış 19 Mayıs 1919'da Anadolu'ya ayak basan Mustafa Kemal bu fikrin ve direnme hareketinin ateşini yakmıştır.
Başlangıçta İzmir bölgesinde silahla direnenlere Kuva-yı Milliye (Millî Kuvvetler) adı verildi, ardından bu ad bütün millî hareketleri kapsar hale geldi.
Kuva-yı Milliye'yi, çeteci sayan İstanbul Hükümeti, Anadolu'daki bütün hareketlere Kuva-yı Milliye adını vermekte yarar görüyordu.
Ancak Anadolu'daki direnme hareketi yalnız bir savunmadan ibaret değildi. Bu hareket siyasal ve sosyal yönleri de olması sebebiyle özünde Millî Mücadele (Ulusal Kurtuluş) hareketi olarak gelişmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıkar çıkmaz Kazım Karabekir ve Ali Fuat paşalarla irtibatlı olarak. Eyleme geçerek her gittiği yerde tek kurtuluş yolunun düşmanla doğrudan doğruya savaşmak olduğunu bunu ise ulusun kendisinin başarabileceğini anlatıyor ve büyük ilgi görüyordu.
Gazi İstanbul'da plânladığı fikirlerinin stratejik sistematiğini Samsun'da tamamladı.
Mustafa Kemal Paşa'nın saptadığı bu stratejiyi "Nutuk" da anlattıklarına dayanarak anahatları ile görmek gerekmektedir.
Mustafa Kemal Paşa, savaşı, devrimi halka mal etmek istiyordu. Düşüncesinin hep bu yönde oluştuğu anlaşılmaktadır. Düşmanla mücadeleyi doğaldır ki, Ordu yapacaktı. Fakat Ordunun durumu o günlerde pek perişandı. Ateşkes hükümlerine göre pek çok birlikler terhis edilmiş ve silah, cephane ile diğer gereçler yenen devletlere teslim edilmişti. Lojistik destek diye bir şey kalmamıştı. En önemlisi, Ordunun morali bozuktu. Orduyu yaratan ulustur. Bu nedenle, ulusun ordusunun yanında olması ve onu desteklemesi gerekirdi. Bu da ancak, halka inmiş bir yönetimle sağlanacaktı. Daha önce geçirilen demokrasi denemeleri ile halk yönetimi için ilk adımlar atılmıştı. Bunlara dayanılarak yeni bir devlet kurulacaktı. Bu devlet egemenlik hakkını ulustan alacak ve onun temsilcileri ile yönetilecek, Ordu bu ulusal gücün arkasında ve emrinde olacaktı. Ancak bu biçimde, halk, savaşı ve devrimleri onaylayacak ve destekleyecektir. Bir hükümet darbesi ile yeni bir yönetim kurmak mümkündür. Fakat, bu yönetim salt orduya dayanacağından her zaman için tehlikelidir ve kısa ömürlüdür. Zaten Ordu o tarihte ulus tarafından sevilmemektedir. Böylece zayıf ve sevilmeyen bir orduya dayanan yönetimin ihtilali başarıya ulaştırma imkânı yoktur. Yeni ve halkçı devlet kurmak tek çaredir. Bu amaca ulaşmak için hemen örgütlenme başlayacaktır. Yeni devletin kurulmasını İstanbul Hükümeti tepki ile karşılayacaktır. Bu nedenlerle, iyice güçleninceye kadar Osmanlı Hükümeti ile iyi geçinmeli, gerekirse padişahı ve halifeyi kurtarmak gerekçesi ile örgütlenildiği belirtilmelidir.
İşte, Büyük "Nutuk"da da anlattığı gibi Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan Anadolu'nun içlerine doğru yola çıktığı zaman bu stratejiyi uygulamaya başlamıştı. İlk durak Havza ilçesi oldu. 25 Mayıs 1919'da vardığı Havza'da Mustafa Kemal Paşa, bir genelge hazırladı. Bunu 9'uncu Ordu Müfettişi imzası ile bütün yurttaki askerî ve sivil makamlara gönderdi. Bu genelge ile bütün askerî ve sivil yöneticilerden, bulundukları yerlerde bir an önce işgal olaylarını protesto etmek için geniş destekli mitingler tertip etmeleri, ulusal dernekler kurup halka felaketin büyüklüğünü anlatmaları ve bu işleri köylere kadar yaymaları isteniyordu. 28-29 Mayıs günü gönderilen bu genelgeye pek çok yerdeki yöneticiler uydular ve büyük mitingler düzenlediler. Özellikle İstanbul'daki mitingler pek heyecanlı oldu. İşgal devletleri buna sert tepki göstererek. İngilizler tutuklu bulunan 67 Türk devlet adamını Malta'ya sürdüler.
Mitingler, İzmir'in işgaline gösterilen olumlu tepkilerle birleşince Gazi'nin umudunu daha da artırmıştı. Özellikle Havza'da halktan gördüğü yakın ilgi O'na güven veriyordu. Çizdiği stratejinin önderi olarak başta bulunabileceğini anlamıştı. Zaten kendisinden başka kimse bu plânı yürütemezdi.
Mustafa Kemal Paşa, Havza'da bir taraftan askeri işlerle de uğraştı. Bütün kolordu komutanları ile temas kurdu. Birliklerin yerlerini ve güçlerini saptadı ve işgal halinde komutanlara gerekli tedbirleri almalarını telkin etti. Gerilla ve milis örgütleri kurulmasına komutanları teşvik etti. Onlarda karşı koyma düşüncelerinin yerleşmesi için gerekli açıklamalarda bulundu. Gelen cevaplara göre, komutanları değerlendirdi. İçlerinde kendi düşüncelerine aykırı düşenleri, yetkilerine dayanarak işten uzaklaştırdı ya da böylelerinin hareketlerini sıkı denetim altına aldı.
Bir ay içinde yaptığı çalışmalar, önemli zorluklara rağmen başarılı oldu. Halk ve Ordu karşı koyma fikrine alışmaya başlamıştı. Şimdi artık durumdan yararlanarak, bütün girişimlerin ulusun adına yapıldığının halka anlatılması ve ulusun bu girişimlerin içine girmesinin sağlanması gerekiyordu. Tarihsel "Amasya Tamimi" bu uğurda atılmış ilk adımdır.
Mustafa Kemal Paşa'nın Havza'daki etkinliği İstanbul Hükümetini iyice kuşkulandırdı. 8 Haziran tarihinde Harbiye Nezareti'nin kendisini geri çağırması üzerine Mustafa Kemal Paşa, o güne kadar "Ordu Müfettişi" sıfatı ile bütün kişisel ağırlığını ortaya koyarak hareket etmişti. Şimdi bu sıfatının tehlikeye düştüğünü görüyordu. Bu nedenle giriştiği eylemi kişisel olmaktan çıkarıp, halka maletmekte acele etmek gerekiyordu. Harbiye Nezaretine oyalayıcı bir cevap verdi ve 12 Haziran 1919'da Amasya'ya vardı. Halk kendisini coşkun bir heyecanla karşıladı. 14 Haziranda Amasyada "Müdafaa-i Hukuk" Derneği kuruldu. Bu dernek çerçevesinde yaptığı çalışmalardan sonra Mustafa Kemal Paşa 22-23 Haziran günü tarihsel Amasya Tamimini (Genelgesini) yayınladı. Bu tamimin yayınlandığı gün, Anadolu İhtilalinin gerçek başlangıç tarihidir. Pek çok bilim adamı bu kısa genelgeyi bir "ihtilal beyannamesi"olarak kabul etmektedirler. Bu nedenle tamimi inceleyip açıklamak gerekirse bu önemli tamim şöyledir;
"1-Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir. İstanbul Hükümeti, yenen devletlerin etkisi altında bulunduğundan yüklendiği sorumlulukların gereğini yerine getirmemektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş tanıttırıyor. Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azmi ve kararı kurtaracaktır. Ulusun durumunu saptamak ve haklı sesini dünyaya işittirmek için her türlü etki ve denetimden uzak bir ulusal kurulun varlığı şarttır. Bunun için habeleşme yolu ile her taraftan gelecek ulusal öneri ve istekler üzerine, Anadolu'nun en güven verici yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin acele olarak toplanması kararlaştırılmıştır. Bu amaçla bütün Osmanlı illerinin her livasından, parti anlaşmazlıkları gözönünde tutulmadan, yetenekli ve ulusun inancını sağlamış, üç kadar kişinin hızla yola çıkarılması gerekmektedir. Her ihtimale karşı bunun ulusal bir sır olarak saklanması, dağdağaya yer verilmemesi, gerekli görülen yerlerde yolculuğun gizli tutulması.
2-Doğu illeri adına, 10 Temmuz'da Erzurum'da toplanması kararlaştırılmış kongre için, adı geçen illerin Müdafaa-i Hukuk-i milliye ve Redd-i İlhak derneklerinden seçilen üyeler, zaten Erzurum'a doğru yola çıkarılmışlardır. O zamana kadar diğer illerimizin de temsilcileri Sivas'a ulaşabileceklerinden, Erzurum Kongresinin üyeleri, uygun görecekleri tarihte, genel toplantıya katılmak üzere, Sivas'a hareket edeceklerdir.
3-Yukarıdaki hükümlere göre temsilciler, Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak dernekleri ve belediyeler tarafından ve diğer şekillerde seçileceklerdir.
4-Bu kararların uygulanmasına 9'uncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, eski Harbiye Nazırı (Deniz Kuvvetleri Bakanı) Hüseyin Rauf Bey, 15'inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa, 13'üncü Kolordu Komutan Vekili Albay Cevdet ve 3'üncü Kolordu Komutanı Albay Refet Bey, Canik Mutasarrıfı Hamit Bey, 2'nci Ordu Müfettişi Ferik Cemal Paşa, (Korgeneral), 12'nci Kolordu Komutanı Albay Selahattin Bey, 20'nci Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, Bursa'da 17'nci Kolordu Komutanı Albay Bekir Sami Bey, Edirne'de Kolordu Komutanı Albay Cafer Tayyar Bey ve diğer bazı sivil ve askeri önemli kişilerce çalışılacaktır. Bundan başka Başvezir Müşir Ahmet İzzet Paşa (Mareşal), Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) Ferit Bey ve Ayan üyelerinden Ahmet Rıza Bey gibi kişilerin düşünce ve görüşleri alınacaktır.
5-Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk-i milliye derneklerinin verecekleri telgrafların, yalnız telgrafhanelerde kabul edilerek, çekilmemesi, Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğünden bildirilmiştir. Bu, kesin olarak reddedilecek ve haberleşmenin mutlak olarak serbestçe yapılmasının sağlanması için gösterilerde bulunulacak ve bu sağlanıncaya kadar gösterilere devam edilecektir.
6-Askeri ve ulusal örgütler hiç bir biçimde lağvedilmeyecektir. Komuta hiç bir biçimde terkedilmeyecek ve başkalarına verilmeyecektir. Vatanın herhangi bir yanına yeniden gelecek düşman işgal eylemleri, bütün orduyu ilgilendirecek ve meydana gelecek duruma göre yurdun savunmasına hep birlikte girişilecektir. Bu nedenle komutanlar derhal birbirlerine haber vereceklerdir. Silah, cephane ve diğer araçlar hiç bir biçimde elden çıkarılmayacaktır".
Tamimi imza edenler: Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey (Orbay), Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Bey (Bele). Bu kişilerden başka Kazım Karabekir ve Cemal (Mersinli) paşaların da telgrafla onayları alınmıştır.
Bu çok önemli Tamim incelenirse aşağıdaki sonuçlara varılabilir:
-Mustafa Kemal Paşa İhtilal stratejisinin ilk adımını atmıştır. Vatan parçalanmaktadır. Ulusun bağımsızlığı tehlikededir. Osmanlı Hükümeti bu felaketi önlemek yeteneğinde değildir. Türk ulusu, bu hükümetten artık hiç bir girişim beklememeli ve kendi işini kendisi görmelidir. Bu her tarafa ilan ediliyor. Yani Osmanlı Devletine karşı gelmenin gerekçesi hazırlanıyordu.
-Bu amacı gerçekleştirme işi, yurdun her yanında kurulmuş olan ulusal derneklere verilmiştir. Bu dernekler ve belediyeler, kendi yönetim birimlerinin kapsadığı alan içinde üçer kişiyi temsilci olarak seçip, Sivas'ta toplanacak ulusal kongreye göndereceklerdir. Böylece hem ulusal dernekler birleşip tek bir kuruluş haline gelecek, hem de seçilecek kimselerin herhangi bir siyasal partiye bağlı olup olmaması önemli görülmediğinden, Kongre'de tam bir dayanışma havası esebilecektir.
-Toplanacak Kongre, yeni bir devlet kurulmasının ilk adımıdır.
-İstanbul Hükümetinin bu kongrenin toplanmasını engellemek için aldığı haberleşme yasakları dinlenmeyecektir. Böylece Anadolu ile İstanbul arasındaki son bağların kopması yolu açılmıştır.
-En önemlisi, Amasya'da alınan kararların uygulanması ile Ordunun görevlendirilmesidir. Böylece Ordu, İhtilal eyleminin içine çekilmektedir.
Mustafa Kemal Paşa Üçüncü Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıktığı zaman Anadolu iki büyük kongrenin eşiğinde bulunmaktaydı. Batı Anadolu'yu Yunan işgalinden kurtarmak isteyen mahallî teşkilâtlar Balıkesir'de, Doğu'da bir Ermenistan kurulmasını önlemeğe çalışanlar ise Erzurum'da toplanacaklardı. Samsun'dan Amasya'ya geçen Gazi, orada millî bir hareket taraftarı olan Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Refet Paşa, Canik Mutasarrıfı Hamit Bey ile bir araya gelerek dört hususta mutabakata vardı. Toplantıya katılamayan ve fakat desteklerinin sağlanması gerekli olan XV. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa ve Konya Yıldırım Kıtaları Müfettişi Mersinli Cemal Paşa'ya telgrafla danışılarak onların da alınan kararlara katılması mümkün kılındı.
Görüldüğü gibi Amasya kararları, bir yandan milliyetçi bir siyasi hareketin örgütlenmesine çalışırken diğer yandan mevcut askeri teşkilâtın milliyetçilerin emrinde olması amacını güdüyordu. Kararların Amasya'da alınmasına rağmen, zeminin İstanbul'da daha önceki tarihlerde hazırlanmış olduğunu da belirtmeye gerek yoktur. Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Rauf Bey birbirlerini yakından tanıyan kimselerdi ve millî bir hareket düzenlemek için Anadolu'ya geçmeğe İstanbul'da iken karar vermişlerdi.
Erzurum kongresi 23 Temmuz 1919'da toplandı. Doğu Vilayetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin bir merkezde birleştirilmesi için toplanan Kongre, aldığı kararlar itibarile Millî Mücadelenin prensiplerini de ortaya koyan ilk kongre olmuştur. Alınan kararları tekrar özetlemek gerekirse;
"a) Millî hudutlar dahilinde vatan bölünmez bir bütündür.
b) Yabancıların işgal ve müdahalesini Osmanlı Devleti önleyemezse millet önleyecektir.
c) İstanbul Hükümeti vatanı ve bağımsızlığı koruyamazsa, bunu millî kongrece seçilmiş bir hükümet, kongre toplantı halinde değilse, kongrenin devamlı temsilcisi Heyeti Temsiliyenin seçeceği bir hükümet yapacaktır.
d) Kuva-yı Milliyeyi millî iradeye hakim kılmak esastır.
e) Azınlıklara millî egemenliğimizi zedeleyici imtiyazlar verilemez.
f) Manda ve himaye kabul olunamaz.
g) Millî Meclisin derhal toplanması ve hükümet icraatının meclisin murakabesine konulması için çalışılacaktır."
--Bir millî devletin ana unsurlarının bu kararlarda kapsandığı görülecektir: Millî hudutlar, milletin kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkı ve topraklar üzerinde mutlak egemenlik esas alınacaktır. Ayrıca Kongrenin devamını bir temsil heyetiyle sağlamış olması mücadelenin bir önderler heyeti tarafından yürütüleceğini ortaya koymuş oluyordu.
4 ile 12 Eylül arasında toplanan Sivas Kongresi Doğu ve Batıdaki Müdafaa-i Hukuk teşekküllerinin bir merkeze bağlanmasını mümkün kılmıştır. Kongrede alınan kararlar Erzurum Kongresi kararlarını benimsemek mahiyetinde olmuştur. Daha geniş bir Heyeti Temsiliye seçilmiş ve başkanlığına Mustafa Kemal Paşa getirilmiştir. Bu tarihten sonra bütün Anadolu'nun milliyetçi örgütü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olacaktır. Ancak haberleşme güçlüklerinden, Sivas Kongresinin mahiyetinin anlaşılamamış olmasından ve bazı teşkilâtların Sivas'ın kendilerini temsil hakkını haiz olduğunu kabul etmemelerinden dolayı, Cemiyet millî hareketin tek örgütü olduğunu hemen benimsetememiştir. Bu husus, Mustafa Kemal Paşa'nın sözlerinden de anlaşılmaktadır:
" Maahaza, bu tarihlerde henüz bazı yerlerde maksadın tamamen anlaşılamadığı görülüyordu. Mesala, Reddi İlhak Heyetlerinin kendi namlarına tebligatta bulunmakta olduğu ve 10 Teşrinievvel 1919 tarihine Reddi İlhak Cemiyeti Reisi imzasıyla, Teşrinievvelin yirmisinde bir büyük kongre içtima edeceği ve bu kongreye iki murahhas izamı vilayetlerden talebediliyor ve bir takım tedbirler icrası bildiriliyordu."
Buna karşılık, önemli bir olay İstanbul'daki Meclisi Mebusan'da Müdafaa-i Hukuk Hareketini destekleyen Felah-ı Vatan grubunun 28 Ocak 1920'de Meclis'e Misakı Millî isimli belgeyi onaylatmış olmasıdır. Bu suretle Anadolu Hareketinin amaçları İstanbul'daki teşrii organca da benimsenmiş oluyor, milliyetçilerle Saray ve Kabine karşı karşıya kalıyordu. Zaten 16 Mart 1920'de cereyan eden İngiliz işgalinden sonra İstanbul'daki Meclis kapanmış ve ileri gelenler Malta'ya sürülmüşlerdi. Milliyetçi üyelerin bir kısmı da Anadolu'ya geçerek Müdafaai Hukukçulara katılmışlardır.
Meclisi Mebusan'ın kapatılması, milliyetçilerin eline bir koz vermişti. Meclis İngilizler'in baskısıyla kapatıldığına göre, dış etkilerden uzak bir yerde millî bir meclisin açılmaması için artık hiçbir sebep yoktu. Milliyetçiler esasen bir meclis açmayı tasarlamalarına rağmen İstanbul Meclisinin kapanması, kendilerinin meclis açmalarını engelleyecek son sebebi de ortadan kaldırmış oldu.
Osmanlı Meşrutiyeti kahramanca ölmüştür. Büyük savaşta cephelerde dövüşe dövüşe, Mütareke de düşman istilasına karşı haykırarak son nefesini vermiştir.
Bu sonuç, büyük Türk imparatorlukları için ortak bir kaderdir. Türk milleti bir yerde devlet kurmuş, çevresini almış, büyük ve fethettiği memleketlerin halkı fatih milletin üstünde, onu içinden yemeye ve kemirmeye çalışan kurtlar halinde kabuklaşmışlardır. Nihayet yenme ve kemirilme Türk unsuru için bir hayat meselesi önemini almıştır. O zaman da Türk milleti silkinmiş ve bütün bu kurtlardan kurtularak kendi kendine kalmış saf bir kitle olarak yeni bir devlet kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş de bu tarihi kaderin bir tekrarlanmasıdır.
İşte iki belge ki, son Osmanlı Mebusan Meclisi ile ilk T.B.M.M.'ni tarih önünde bütünleştirmiştir.
1-İmparatorluğun yabancı unsurlarından kurtulan Türk milleti, umumi savaştan sonra hükümetin karışma imkânını bulamadan yapılmış seçimde hür bir şekilde milletvekillerini göndermiş ve bu şekilde idaresi hala imparatorluk yıkıntısından insanlar ve zihniyetlerle işleyen hükümetin karşısında saf ve karışmamış bir Millet Meclisi meydana gelmişti.
Bu Meclis'in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil ettiği milletin barış şartlarını "Millî Misak-Millî Ahit" adı altında bir beyannamede toplayarak, 17 Şubat 1336 (1920) tarihinde dünyaya ilân etmiştir.
"Aşağıya imzalarını koyan Osmanlı Mebusan Meclisi azaları, devlet ve milletin istikbalinin haklı ve devamlı bir sulha kavuşabilmesi için kabul edebileceği fedakarlığın en ileri haddini gösteren aşağıdaki esaslara tamamiyle uyulmasının sağlanması ile mümkün olduğunu ve bu esaslar dışında sağlam bir Osmanlı saltanatı ve cemiyetinin vücudunun mümkün bulunmadığını kabul ve tasdik etmişlerdir:
"Madde 1-Osmanlı devletinin sadece Arap çoğunluğunun oturdukları ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzası sırasında düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının mukadderatının, ahalinin serbestçe verecekleri reye uygun olarak tayin edilmesi gerektiğinden, adı geçen mütareke hudutları içinde din, ırk ve soyca birlik olan, birbirine karşılıklı saygı ve fedakarlık hisleriyle dolu bulunan, gelenek ve içtimai hukukuyla yaşadıkları muhitin şartlarına tamamıyla uyan Osmanlı İslam ekseriyetini oturdukları kısımların hepsi hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple ayrılık kabul etmez bir bütündür.
"Madde 2-Ahalisi ile serbest kaldıkları zamanda amme reyi ile ana vatana katılmış olan 'elviveyi selase' -Kars, Ardahan ve Batum-için icap ettiği takdirde tekrar serbestçe amme reyine müracaat edilmesini kabul ederiz.
"Madde 3-Türkiye ile yapılacak sulha bırakılan Garbi (Batı) Trakya'nın hukuki vaziyetinin tespiti de, halkının tam bir hürriyetle verecekleri reye göre yapılmalıdır.
"Madde 4-İslam hilafetinin merkezi ve saltanatın payitahtı ve Osmanlı hükümetinin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi'nin emniyeti her türlü ihlâlden korunmuş olmalıdır.
"Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının umum ticaret ve münakalata (ulaştırmaya) açılması hakkında bizimle diğer bütün alakadar devletlerin ittifakla verecekleri karar muteberdir.
"Madde 5-İtilaf devletleri ile hasımları ve bazı müşavirleri arasında kararlaştırılan anlaşma esasları içinde azınlıkların hukuku, civarda bulunan memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan istifadeleri emniyetiyle tarafımızdan teyit ve temin edilecektir.
"Madde 6-Millî ve iktisadî inkişafımız imkân dairesine girmek ve daha asri, muntazam bir idare şeklinde işlerin yürütülmesine muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de inkişafımızın temelinde istiklal ve tam serbestliğe sahip olmamız, hayat ve bekamızın temel ve esasıdır. Bu sebeple siyasî, adlî, malî inkişafımızı önleyen kayıtlara muhalifiz. Gerçekleşecek borçlarımızın ödeme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır.
29 Kanunsani (Ocak),336 (1920)"

İşte bir belge ki, insana hemen Fransız Devrimi'nin "İnsan Hakları Beyannamesi"ni hatırlatmaktadır.
Gerek "Millî Misak" ve gerek "İnsan Hakları Beyannamesi" aynı kaynaktan, milliyet prensibinden ilham almışlardır. Her ikisi de milletlerin, mağlup veya galip olsunlar, hür ve bağımsız yaşamalarını bir hayat kaidesi olarak kabul etmişlerdir. Her ikisi de millî varlığı mukaddes, parçalanmaz, el uzatılmaz saymışlardır.
Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nin kabul ve ilân ettiği "Millî Misak" beyannamesi bu bakımdan, insanlık tarihinin ortak eseri niteliğindedir.
"Millî Misak"ın bu insan ve millet hakkını ilân eden prensibi yanında Osmanlı İmparatorluğu'nun şüphesiz tam bir tasfiye senedi olması niteliği de vardır.
Bu beyannameyle imparatorluk içindeki bütün Türk olmayan unsurlar ayrılmakta, "Din, ırk, soy bakımından bir olan" kitlenin, yani Türk kitlesinin tamlığı tanınmaktadır.
Türk milleti hiçbir kayda bağlı olmadan yeni bir devlet kurmaya karar vermiştir. Bu devletin temelini Türk milleti oluşturacaktır. 19 Mayıs 1919'dan bu yana aradan geçen 80 yıla rağmen, bugün de üniter ve laik Türk Cumhuriyeti'ni bölmeye ve yıkmaya yönelik, yelpazesi ve gerekçesi ne olursa olsun her türlü iç ve dış tehditlere ve düşmanlara karşı büyük Türk Ulusu, Türk Vatanı'nın ve Devleti'nin bütünlüğü ve birliğini dolayısıyla bekasını koruyacaktır.
1919'da olduğu gibi bundan böyle dünyada ve bölgede ne tür gelişme ve değişmeler yaşanırsa yaşansın Türk Ulusu'nun, kendine, vatanına ve devletine düşman olan tüm hareket, gayret ve unsurlara karşı gereğinde topyekün bir "Beka Savaşı"nı yapmaktan asla çekinmeyeceğine tarih yakın tanıktır.

Türk ve İslam Dünyasının Yeniden Yapılanması

TÜRK VE İSLAM DÜNYASININ YENİDEN YAPILANMASI

Genel Değerlendirme:

SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarına kavuşan Türk cumhuriyetlerinin yapılanma süreci tahlil ediliyor. Kitapta, Türk dünyasının yapısı, Rusya’nın buralara yönelik politikaları, Türklerin iktisadi, dini, siyasi, sosyal ve kültürel yönden yeniden nasıl yapılanabileceğini ve önündeki engelleri nasıl aşabileceği anlatılıyor. Bu süreç içinde İslam dünyasının durumu, müşterek organizasyonlar kapsamlı olarak ele alınıyor.

Volga Boylarına yerleşenler, kökleri bizim kimi olduğu halde Bulgarlaştı: Macar ovalarına göçen gardaşlarımız dahi Macarlaştı. Şundan ki Efendi, onlar Müslümanlığın gıymetini bilmediler. İslamsız Türk olur mu Efendi? “Al topraklı tarlalarda çalışacağız, fakat şehrin hakkını unutmayacağız. Şehirlere yerleşecek, şehirli toplumlar meydana getireceğiz. Dere otumuzu, kişnimizi, cevizimizi, fındığımızı kendimiz yiyecek, neftimizi(petrol) kendimiz işleteceğiz. Ruslar bizi “Siz Azerisiniz” diye kandırmışlar. Şimdi biz biliriz ki biz Türküz. Ezan sesi duyulanda öz karakterimize herkez şahitlik edecek.

1. BÖLÜM: TÜRK DÜNYASININ YENİDEN YAPILANMASI

Sovyetlerin yıkılmasıyla iki kutuplu dünya oluşumu sona erip A.B.D.’nin liderliğinde yeni bir dünya düzenine gidilmektedir. Bununla beraber eskiden beri var olan Güney İslam dünyasının yanısıra Bosna’dan Çin’e kadar uzanan topraklarda yeni Türk devletlerinin ortaya çıkmasıyla kuzey

Türk-İslam dünyasından söz edilir olmuştur.

Bugün dünyada yaşayan Türk boylarının nüfusunun 210 milyon olduğu göz önünde bulundurulursa Türkiye dışında 150 milyon soydaşımızın olduğunu görürüz. Toprak olarak %75’inin bağımsız olduğu düşünülürse azımsanmayacak bir potansiyele sahip olduğumuz görülür.

A)Türk Dünyasının Yapısı:

Günümüzde Bosna’dan başlayıp Sancak, Kosova, Makedonya ve Türkiye üzerinden Kafkasya ve Türkistan nihayetinde Moğolistan ve Çin’in içlerine kadar uzanan sahada Türkler yaşamaktadır. Sayıları 26’yıbulan Türk kökenli halkların toplamı 116 milyon, yerleştikleri coğrafyanın büyüklüğü 7.8 milyon km' yi buluyor.

Türk dünyasında Türkiye dışında iki büyük merkez Türkistan ve Kafkasya’dır. Sovyetler Türkistan’da bulunan kabile şuurunu devamlı tahrik etmişlerdir. Mesela; Özbeklerde bu kabile anlayışı bir etnik milliyet duygusu haline gelmiştir. Halbuki Özbek ismi miladi 10. Asırda Müslüman olan Altınordu Han’ı Özbek Han’dan gelmektedir. Diğer devletler içinde de etnik milliyet düşüncesi hakimdir. istikbalde Türk dünyasının selameti adına bu problemin aşılması şarttır. Türklük duygu ve düşüncesi bugün için Azerbaycan’da hakimdir.

Türkistan’ın büyük ve tarihi şehirleri Fergana vadisi boyunca uzanan Maveraünnehir bölgesinde serpilmiştir. (Aşkaabat, Buhara, Semerkant, Duşanbe, Taşkent, Bişkek, Almaata, Kaşkar, Yarkent, Urumçi) Fakat maalesef bu medeniyet merkezleri müstevli Çin ve Ruslar tarafından herbiri ayrı bir devlet olarak dağıtılmıştır.

16. Yy. da Türkler Türkistan’dan taşıp Dünyaya yayıldılar. 16. yy.da kanuni Don-İdil nehirlerini bir kanalla bağlayıp Türkiye-Türkistan su yolunu açmak istemiş ancak hayata geçirememiştir. Bunu Ruslar 1952’de becerebilmişlerdir

İkinci merkez Kafkasya; Türkler genelde Asya’dan Hazar Denizi üzerinden Kafkaslara inip yerleştiler. 7. Ve 8. asırda Güney Kafkasya Emevilerin hakimiyeti altına girdi. Ve hazar Türkleri islamiyeti kabul etti. 1514’de Çaldıranla Osmanlı Kafkasya’ya girdi. 1864’de bölge Rusların İşgaline uğradı.

Başlıca Türk Boyları Dağistan, Çerkezistan, Aphazya, Karatay, Azerbaycan Gibi yerlerde toplanmıştır. Stalin döneminde Ahiska Türkleri Sovyetler Birliğinin çeşitli yerlerine çil yavrusu gibi dağıtılıp yerlerine Hristiyan gürcüler getirilmiştir.

Rusların Kafkasya Politikası: Türkiye sınırında Hristiyan Gürcü ve Ermenillerden oluşan gayri müslim bir halka oluşturarak Türkiye’nin Türk Dünyası ile irtibatını kesmek bunun için Kafkasya dışından Ermenileri getirip yerleştirmiş, suni bir devlet olan Ermenistan’ı bir kama gibi bölgeye saplamıştır.

Rus Federasyonundaki Diğer Türk Devletleri: Sovyetlerin petrol üretiminin %40’ından fazlasını üreten Tataristan ve Başkırdistan, Kırım ile Kafkasya ve Sibirya’daki özerk cumhuriyeti gelmektedir.

B) TÜRK CUMHURİYETLERİNİN YENİDEN YAPILANMASI

1- İktisadi yapılanma: Marksizmden ayrılıp pazar ekonomisine geçme.
2- Dini yapılanma: Ateizmden ayrılıp inanç özgürlüğüne geçmek.
3- Siyasi yapılanma: Azınlık oligarşisi veya diktatörlükten ayrılıp demokrasiyi benimseme
4- Sosyo-kültürel yapılanma: Enternasyonallikten ayrılıp kendi öz milli benliğine dönme

1-İktisadi Yapılanma :

Pozitif faktörler

a)Nüfus Yapısı: İnsan ve hammadde kaynaklarının bolluğu, geleneksel örf ve adetler ve insiyaki İslami davranış tarzı ve bunun yanında genellikle Türk boylarının zirai karakteri hakim olan kırsal kesimlerde yaşadığından dolayı nüfus yapısı çok kuvvetlidir. Fakat Ruslar içki ve alkolü en ücra köşelere kadar yayarak, bu nüfusu çürütmeyi amaçlamış ve kısmen başarılı olmuştur. Dağ başındaki Kırgız köylerine hayvan ve insan sırtında içki göndermiş, Ebulfeyz Elçibey’in dediğine göre Moskova’da şişesi 45 ruble olan içkiyi Azerbeycan’da 5 rubleye sattırmıştır.
b) Hammadde kaynaklarını bolluğu: Türklerin meskun bulunduğu yerler fevkaladezengin tabii kaynaklara sahiptir. Toprağın altında petrol varken, üstü yemyeşil ormanlarla kaplıdır.(genelde tersi olur.) Her tarafta petrol kuyuları serpilmiştir. Başkırdistan ve Tataristan bu kuyularla doludur. Tataristan’ın petrol üretimi Kuveyt’inkine muadildir. Eski Sovyetler Birliği’nin bakır ihtiyacının %76’sı, kromun%90’ı, uranyumun %90’ı, bizmutun tamamı Türk cumhuriyetlerinde üretilmektedir. Türkmenistan en zengin doğalgaz yataklarına sahiptir. Kömür ve pamuk üretiminde Türkistan çok zengindir. Özbekistan meyve cenneti diye bilinir.

Fakat ne yazık ki, imalat sanayii kasten buralarda yapılmadığı için şeker pancarı zengini olan Türkistan’da şeker bulamazsınız.

Negatif faktörler

a) Ekonomik yapının Sovyetlere bağımlı kılınmış olması: Sovyetler sömürme esasına göre buraları Hammadde deposu olarak kullanmış, imalatta devletleri birbirine bağımlı hale getirmiştir.
b) Müteşebbis insan ve yönetici kadroların olmayışı: Pazar ekonomisinde en önemli unsur inisiyatif kullanacak müteşebbis ve yönetici yetiştirmektir. Örneğin; Kırgızistan’daki altın madenlerini Amerikalılar, Azeri petrolünü İngiliz BP işletmektedir. Avrupalılar bu eksikliği istismar etmektedirler. Türk müteşebbisine bu sahada büyük işler düşmektedir.
c) Çevrenin kirlenmesi: Çevre konusunda bütün Türk devletlerinin önemli problemleri vardır. Kazakistan’da yıllardan beri sürdürülen nükleer denemeler ekolojik dengeyi alt üst etmiştir. Aral gölü kurumak üzeredir. Kazakistan’da radyasyon tehlikesi had safhadadır. Tarım monokültür yoluyla dengesizleştirilmiş, Türkistan’da sömürüyü arttırmak için aşırı gübreleme yapılmış kimyasal atıklardan Kuzey Sibirya’daki şehirlerde sanayi çölleri oluşmuş, nehirlerin ekolojik dengeleri bozulmuş, balık avlamak güçleşmiştir. Esasında maddi çevre kirlenmesi manevi ve kültürel kirlenmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

2-Dini Yapılanma:

Ateizmden ayrılıp inanç özgürlüğünü seçmek 1915 yılında Sovyetler Birliği’nde 30.000den fazla cami varken 70 yılda bunların hepsi yıkılmış, 1980’deki cami sayısı 200’e düşmüştür. Şu an genel kanaat şu merkezdedir: Halkta iman ışığı vardır. Komünizme karşı imanlarını korumuşlar, fakat İslamiyet bir sembol olarak kalmış, muhtevası kaybolmuştur. Şimdi tedrici bir eğitimle İslamın öğretilmesi gerekmektedir. Karşılaşılan önemli bir engel KGB ve CIA tarafından fundementalizm kavramı ile İslamiyetin karalanmaya çalışılmasıdır. Kırgızistan’da bu kavram çocuklara kadar yayılmıştır. Bu çarpıklığın giderilmesi için gönüllü teşekküllere büyük işler düşmektedir. Küçük himmetlerle büyük sonuçlar almak mümkündür.

3-Siyasi Yapılanma:

Azınlık oligarşisi ve parti diktatörlüğünden ayrılıp demokrasiyi benimsemek. Türk cumhuriyetlerinin çoğunda parti ismi değişmiş fakat yönetimin yapısı değişmemiştir. Hatta Kırgızistan ve Kazakistan’da Lenin’in heykelleriyle orak çekiç sembolleri bir çok yerde varlığını devam ettirmektedir.

4-Sosyokültürel Yapılanma:

Etnik arındırma ve asimilasyon, kolonizasyon, yabancı evlilikler, din, dil, örf, adet ve kültüründen koparma işlemini uygulayarak etnik yapıyı bozmaya, Türk boylarını birbiriyle konuşamaz hale getirmeye çalışmışlardır. Önce latin alfabesini zorla kabul ettirmişler, daha sonra 1938’lerde Türkiye’de latin alfabesi kültüründen uzak tutmak için zorla kiril alfabesini kabul ettirmişlerdir. 70 milyon insanı birden cahil hale getirmişlerdi. Gürcüler ve Ermeniler kendi alfabelerini kullanırken sadece Türkler kiril alfabesini kabule zorlanmışlardır. Fakat Allah’ın lütfu ile Türk insanının idrakini imanını ve Türklük şuurunu yok edememişlerdir. Bu şuuru canlandırmak için eski süreci tersine döndürmek muhtelif boyların ve kabilelerin dilde ve yazıda birliği sağlamaları gerekmektedir.

Türk dünyası maalesef alfabe yönünden istikrarlı bir tarihi seyir takip etmemiş 4 defa alfabe değiştirmiştir. önce islamiyet öncesi Orhum -Yenisey ve Uygur alfabesi kullanmış, islamiyet döneminde Arap alfabesi benimsenmiş, Sovyet döneminde ise önce latin alfabesini kabul etmiş Türkiye latin alfabesini benimseyince biriliğin bozulması için Sovyetlerin zoru ile Kiril alfabesine geçilmiştir.

İnşallah Türkiye’miz gönüllü hizmet erlerinin açtıkları okullarla bir büyük engel olan dil birliğini sağlayacaktır. Şu an Zaman gazetesi tüm Türk Cumhuriyetlerinde Kirilce ve Türkçe olarak çıkmaktadır.

Türklerin yaşadıkları sahalar :
1-Türkiye
2-Balkan yarımadasındaki Türkler
a-)Romanya’daki Türkler
b-)Yunanistan’daki Türkleri
c-)Bulgaristan’daki Türkleri
d-)Makedonya’daki Türkler
e-)Kosaca’daki Türkler
f-)Sancaktaki Türkler
g-)Bosna-Hersek’teki Türkler
h-)Sırbistan’daki Türkler
ı-)Hırvatistan’daki Türkler
i-)Slavenya-Karadağ’daki Türkler
3-Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’daki Türkler:
a-)Azeri Türkler
b-)Dağistan Türkleri
c-)Kumuklar
d-)Karaçaylar
e-)Balkarlar
f-)Nogaylar
h-)Stavrapo Türkleri
ı-)Abazalar
i-)Çeçenler
k-)İnguşlar
l-)Müslüman Gürcüler
4-Orta Doğu ve Afganistan’daki Türkler: Iraktaki, Suriye’deki, Kıbrıs’taki, İran’daki, Afganistan’daki Türkler
5-)Batı Türkistan’daki Türkler: Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar Türkmenler, Karakalpaklar, Uygurlar
6-)Doğu Türkistan’daki Türkler: Uygurlar, Kazaklar, Kırgızlar, Sarı Uygurlar ve Salurlar
7-)İdil-Ural bölgesindeki Türkler: Tatarlar, Çuvaşlar, Başkurtlar, Tepterler
8-)Yakutistan ve Sibiryadaki Türkler: Yakut Türkleri, Altay Türkleri, Hakaslar, Tannu-Tuva Türkleri, Tobol Türkleri, Doğu Sibiryadaki Türkler.

2. BÖLÜM:Yeni Dünya Düzenindeki Dış Politikamız

A-İhracata dönük iktisat siyaseti: İhracata dönük iktisat siyaseti 1980’lerden bu yana Türkiye’nin benimsediği temel hedeflerden biri olmuştur. Çünkü bütün Cumhuriyet döneminde karşılaşılan başlıca iktisadi güçlükler: Dış ticaret açığı, Cari ödemeler dengesizliği, Türk parasının değer kaybı, enflasyon sonucunda çekilen döviz darlığı olmuştur .Bulunan çare umumiyetle rekabete dayalı ve dışa açık bir iktisat siyaseti ve hususiyle dışa açık bir sanayileşme ve yatırım politikası neticesinde ihracatı arttırmaktır.

Evvelce Avrupa bizden yalnız istediği ham madde ve tarım mallarını alırken bu gün Türkiye Batıya istediği ve işlediği malları satabilir hale gelmiştir. Bu sonuca takip edilen dışa açık bir iktisat siyaseti ile varılmıştır. Fakat ihracatımız miktar olarak artarken değer olarak aynı oranda artmamış yani aynı miktar emtiayı satın almak için gittikçe daha fazla Türk malı verilmiştir. Bu sebeple dolar bazında kişi başına düşen milli gelirimiz yıllık iktisadi büyümemizin gerektirdiği ölçüde artmamıştır. Diğer yandan takip edilen serbest piyasa ekonomisinin tabii seyri içinde ülkede gelir dağılım dengesi bozulmuştur.

Alınacak tedbirler:

1-İktisadi istikrarın muhafazası iktisadi siyasetimizde enflasyon hızının yavaşlatılarak gelir dağılımındaki çarpıklığın hafifletilmesi.
2-Sanayileşme sürecine hız verilmesi:
3- Çok yönlü bir dış siyasetin takip edilmesi

a-)Türkiye’nin Avrupa ile münasebetlerinin arttırılması (AT’ ye girilmesi)
b-)İslam dünyası ile münasebetlerimizin arttırılması.

Bu konuda son aşamalarına gelmiş olan 4 önemli proje şunlardır:

1-İslam ülkeleri arasında tercihli tarifeler sisteminin uygulanması
2- Ticari bilgi akışı merkezinin kurulması
3- İhracat sigortasının tesisi
4- İslam kalkınma bankası içinde kurulan orta ve uzun vadeli kredi mekanizmasının işletilmesi
5-Demokratik sürece riayet edilmesi
6-Siyasi istikrarın muhafazası

3. BÖLÜMYENİDEN YAPILANMA SÜRECİNDE iSLAM DÜNYASININ DURUMU

Bu gün dünyada hakim olan kuvvet batılı güçler ve batı medeniyetidir. iletişim ve ulaşımdaki gelişmeler dünyayı çok küçültmüştür. Bu imkanları kontrol etme, omların dünyaya hulul etme imkanlarını ve müessir olmalarını arttırmıştır. Başka bir ifade ile ham maddesi insan beyni olan sektör topluma hakim olmaktadır. Çünkü bu bitmeyen bir kaynaktır. Diğer bir gelişmede ideolojik alanda meydana gelmiş olup Marksizm ve onu temsil eden Sovyetler çökmüş ve hegemonyası altındaki büyük bir dünya parçasının da hüviyeti değişmiştir. Kuzey islam dünyasının islam dünyası diye bilinirken Sovyetler birliği dağılmış güney islam dünyası gerçeği ile yüz yüze gelinmiştir.1991 yılı islam dünyasının bağımsızlığının başlangıç yılıdır.

Güney islam dünyasına mevcut otoriter kabile rejimleri zahiren çok fiilen tek parti yönetimi rejimler halen devam etmektedir. Batı Arap dünyasını kontrol altında tutmaktadır. Filistin meselesi Lübnan’nın parçalı hali Müslüman Hristiyan çatışması devam etmektedir.

Global olarak organizasyonlara baktığımız zaman islam konferansı teşkilatı hızı ve heyecanı azalmış, dinamiklerini biraz kaybetmiş görünümündedir, yan kuruluşlar da aynı durumdadır. Bunun sebebi liderlik mekanizmasından mahrumiyettir.(Türkiye lider olmaya namzettir ve dahi mecburdur.)

Burada müşahhas olarak üzerinde durulacak olan husus Türkiye, İran, Pakistan işbirliği organizasyonu olan ECO’ ya Özbekistan; Afganistan, Tacikistan, Türkistan, Kırgızistan ve Azerbaycan’ın da katılımı sağlanıp hilal durumundaki organizasyon tam bir daire haline getirilirse Kuzey islam dünyası önemli bir güç merkezi oluşturabilir. Dolayısı ile burada Türkiye Pakistan ve İran’a önemli görevler düşmektedir. İslam dünyasının silkinebilmesi, kalkınabilmesi için globalleşen dünyada önce bölgesel sonrada makro seviyede birlik imkanlarını elde etmesi gerekiyor.

İslam ülkeleri diş ticareti kendi aralarında fazla arttıramamışlardır. Sebepleri :

1-Bu ülkelerin kendi bölgelerinde ve çevrelerinde başka organizasyonlara üye olmaları.
2-İslam Konferansı Teşkilatı’na rakip olarak Arap birliğinin kurulması.
3-En önemli sebep: Bu ülkelerde hakim olan siyasi kadrolar eski yapıyı devam ettirdiği ve islami şuurla hareket edecek kadrolar yönetimlere hakim olamadığı için kitlelerin zoru ile birşeyler yapılmaya çalışılmakta ama sonuca ulaşılamamaktadır. Şu anda halktan kopuk yönetimler yabancı güçler tarafından bloke edilmekte, ve kendi menfaatlerine uygun bir şekilde yönlendirilmektedir.

İslam Konferansı Teşkilatı da ülkelerin içyapı farklarından dolayı başarılı olamamaktadır. Entegrasyon hareketlerinin islam ülkeleri arasında gerçekleşebilmesi için mevcut iş birliği organizasyonları çoğaltılmalı ikili münasebet ve çok yönlü anlaşmalarla iş birliği arttırılmalıdır.

İslam ülkeleri arasında ulaşım, haberleşme, finans müesseselerinin eksikliği ciddi problem teşkil etmektedir. Orta Asya ülkeleri içinde en büyük problem ulaşımdır. İslam ülkeleri arasında vizeler hala kaldırılamamıştır, ama Avrupalılar kendi içlerinde vizesiz dolaşabilmektedirler.

İ. K. T.’ ye katılan her ülke bir başka dış güçten direktif alma durumunda olunca tabiatıyla kendi başlarına hareket edemiyorlar. Eğer hedefimiz İslam ülkelerinin islami çerçevede bir iş birliğine kavuşturmak ise o zaman islamın sosyo ekonomik modelini ortaya koymak gerekir. Bu sahada iki türlü çalışmak gerekmektedir: Birisi, teorik olarak islamın emirlerini günümüzde nasıl anlamak gerektiğine dair çalışmalar yapılmalıdır. Önce akademik ve ilmi sahada islami modeller geliştirmek, insan yetiştirmek, araştırma yapmak, binlerce mastır, doktora tezi hazırlamak gerekmektedir. Müslüman insan modelinde yönetici kadrolar yetiştirilmelidir.

“Türkiye redd-i miras yaptığı Osmanlı’nın mirası ile karşı karşıya kalmıştır. Balkanlarda kardeşlerimiz var. Bosna’dakiler ve diğerleri çeşitli Türk boylarındandır ve müslümandır. Türkiye Balkanlardaki insanların hürriyetlerini sonrada aralarında kültürel, iktisadi iş birliğini sağlamak bakımından bu bölge ile ilgilenmeli ve kalıcı politikası olmalıdır.”

4. BÖLÜM:TÜRK DÜNYASINDA YENİDEN YAPILANMA KONUSUNDA MODEL TARTIŞMASI

Batıda ve Türkiye’de öteden beri “Türkiye’nin Müslüman Türk ülkelerine bir sistem ihracı” söz konusu edilmektedir. Son zamanlarda kamuoyunda özellikle Sovyetlerden bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri için “Türk modeli” bir yapılanma tartışmaları yapılmaktadır.

Kanaatimce, bu tip yaklaşımlar Batılıların ortaya attığı fitne doğurmak ve nifak mey

dana getirmek için vazedilen tuzak yaklaşımlardır. Mesela şunun gibi: “Türkiye, Sovyetlerdeki Türk cumhuriyetleri için liderlik iddiasındadır.” Bu konuda Suudi Arabistan ve İran ile çatışmaktadır. Bunlar realiteye uygun değildir. Dolayısıyla burada istenilen hedef, bu insanların hürriyetlerine kavuşmaları, asgari insanlık haklarına sahip olmalarıdır; kendi kimliklerini yönetme imkanına sahip olmalarıdır. Burada amaç, onların Rus sultasında kurtarılıp da başka bir milletin boyunduruğuna girmesi değildir. Ortada ne bir liderlik söz konusudur, ne de bu rejim ihracı.

Hadiseyi bir de şöyle düşünmek lazım. Bu insanlar her ne kadar Müslüman kimlikte iseler de 70 yıllık bir erozyona tabi olmuşlardır. Bu kardeşlerimiz İslamın temel rükünlerini kaybetmişlerdir. İslam dünyasının bütününün bir çok şeyi kaybettiği gibi. Adam kelime-i şahadet getirmesini dahi bilmiyor. Bismillah demesini bilmiyor. Bismillah demesini bilmeyen bir müslüman kitle var; karşımızda daha “La ilahe illallah” demesini bilmeyen bir müslüman var. ama iman kıvılcımı var içinde. Ona buradan ne götürebilirseniz, onun için bir katkı olacaktır. O “ben, İslam’ı öğrenmek istiyorum” diyor. Önce ilmihal, Kur’an-ı Kerim götürmek, onlara yapılabilecek ilk hizmetlerdir. Oradaki meseleyi bizim klasik İslami tartışmalar içinde düşünmemek lazımdır.

Binaenaleyh devletlerin resmi politikaları çok önemli değildir. Önce milletlerin kaynaşmasını sağlamak gerekir. Devletten gidecek bürokratların pek önemi yoktur. Devlet din adamı gönderirken İslami kurumlar da aynı şeyi yapmalıdır.

Milletlerin yapısı aşağı yukarı aynı durumdadır. Onun için burada yapılacak iş Müslüman milletlerin kaynaştırılmasıdır. Halbuki bizim için mühim olan Türk milletinin bu ülkelerde dostluk sağlamasıdır.

Kaynaşmada Türkiye’nin potansiyel yapısı neyse o ölçüde onlar da o kadar Müslüman olacaklardır. Ama tabiatıyla ileride bizi de geçebilirler. Çünkü onların da ayrı bir bereketi vardır. İslam’ın Mekke’den sonra en çok geliştiği yerler Maveraünnehir mıntıkasıdır. Buhari’lerin, Nakşibendi Hazretleri’nin yetiştiği yerlerdir. Bizim Türk-İslam cumhuriyetlerindeki kardeşlerimize yapabileceğimiz şey İslamı bir tevhid dini olarak sunmaktır.

Doğu Almanya’da eski valiler, generaller ve idareciler talebe gibi derse giriyorlar. Çünkü piyasa ekonomisi, iktisat, işletmecilik hakkında hiçbir bilgileri yok. Batı Almanya bugün Doğu Almanya’ya yaptırım yapmıyor. Önce insanları eğitmeye çalışıyor ve sırf bunun için önemli miktarda bir fon ayırmış durumda. Şimdi bizim de bu ülkenin insanlarını eğitmemiz lazımdır. Türkiye’nin bu konuda yapacağı çok iş vardır.

Bu çözülmede bu açıklık ve yeniden yapılanma politikasıyla iki hedef gütmüştür. Birincisi Rusya’yı çevreleyen çember içindeki ülkelerden batıda olanların yani Avrupa’ya yakın olanların siyasi ve iktidari yükünü üzerinden atmak. Böylece Batı ile arasında devamlı bir sürtüşme mevzuu olan bu ülkelerin külfetinden kurtulmaktır. Bu sayede silahlanma yarışından kurtulmak, askeri masrafları azaltarak Doğu Avrupa’daki askeri masraflara tahsis ettiği kaynakları kendi ekonomik yapısına transfer etmektir. Doğudaki çember ülkelerde Rusya aynı politikayı gütmemiştir. Gütmediği de Azerbaycan ve diğer Asya ülkelerindeki tutumuyla ortaya çıkmıştır.

5. BÖLÜM: SOVYETLER BİRLİĞİNİN DAĞILMASINDAN SONRA TÜRK DÜNYASI

Doğu bloku ülkelerinden Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiştir. Macaristan, Polonya, Çekoslovakya tedricen demokratik bir siyasi yapıya ve serbest pazar ekonomisine doğru gitmektedir. Eski doğu bloğu ülkeleri önce komünist partilerini tasfiye edip bu partileri sosyalist parti haline dönüştürmekte, çok partili sisteme geçmekte, böylece demokrasinin birinci safhası olan siyasi parti safhasını başlatmış bulunmaktadırlar. Bunu, iktisadi demokrasi safhası takip etmekte ve serbest pazar ekonomisine geçmeye, yani üretimde özel mülkiyete yer vermeye çalışmaktadırlar.

Bugün en azından Marksizm ve Komünizm bir slogan ve kavram olarak taraflarına vaad ettiği komünist cennetin tahakkuku fikri açısından iflas etmiştir. Yani o cennet gerçekleştirilememiştir. Ama Komünizm yerini nereye bırakacaktır? Mutlak bir liberalizme mi, mutlak bir kapitalizme mi, yoksa mutlak bir karma ekonomiye mi? Bu hususun belirlenmesi ilerideki şartlara bağlıdır. Çünkü meseleyi geniş perspektifte ele alırsak, insanların meselelerini çözmek bakımından kapitalist sistem zaten tek başına muvaffak olabilseydi, sosyalizme gerek kalmazdı. Dolayısıyla kapitalist sistemin de kendi içinde sorunları vardır. Komünist sistem kendi başarısızlığını görmüştür, ama bundan dönüş nereye kadar gidecektir? Bu husus açıktadır.

Komünist bloktaki bu çöküşe rağmen dünyada ve ülkemizde hala marksizmin savunuculuğunu yapanların bulunması bu şekilde açıklanabilir : Birincisi bizdeki şahısların angaje oldukları psikolojik yapılanmadan kendilerini birden bire kurtarmakta çektikleri zorluktur. İkincisi de bunların entellektüel seviyesi dünyadaki şartları tam olarak takip etmeye yetmiyorsa kendilerini dünyanın gidişatına göre ayarlamalarında çektikleri güçlüktür.

Öte yandan Doğu-Batı yaklaşmasından bahsedilmektedir. Evvela Doğu-Batı yaklaşması derken meseleyi Batının yani Batı Avrupa’nın Doğu Avrupa ile bütünleşmesi şeklinde alırsak, manevi açıdan da ele alırsak, komünizm aynı zamanda ateizmi de beraber ihtiva ettiği için komünizmden vazgeçmek bir ideoloji olarak ele alınırsa, ateizmden vazgeçmeyi de ihtiva etmektedir. Bu durum zaten kendini göstermiştir. Sovyet Rusya’da dinlerin tekrar ortay çıkması, kiliselerin ve camilerin açılmaya başlaması, komünizmin ideoloji olarak ateizmden de ayrı feragat ettiğini göstermektedir, Gorbaçov’un daha kendi döneminde Papa’yı ziyaret etmesi bunun ifadesidir. Şu ana kadar dinler arasında çarlık dönemindeki mücadeleleri, komünizmin içindeki suni de olsa bertaraf etmiş olan sistemin yok olması neticesinde dinler mücadelesi tekrar başlayabilir.

Batının kendi içinde ateist ve Hıristiyan olarak ikiye bölünmesinin kaldırılıp, Batı dünyasındaki Hıristiyanlık birliğinin yeniden sağlanması ile Hıristiyan dünyanın İslam dünyası be diğer dinlere karşı müşterek bir tutuma girip yeniden eski sömürgeci saldırgan durumuna dönme ihtimali mevcuttur. Böyle bir durum tabii çok tehlikeli olur. O bakımdan İslam dünyasının bunu dikkatle takip etmesi gerekecektir.

6. BÖLÜM: İSLAM DÜNYASININ UYANIŞI VE TÜRKİYE

Bugün dünyamızın son iki asırlık sanayileşme inkılabından sonra gelişmenin doruğuna varmış vaziyettedir. Bu teknolojik gelişmeye rağmen içtimai sahada da, insan ruhunda da muazzam fırtınalar kopuyor ve insanlar huzurlu değil.

İşte böyle bir bunalım halinde iken İslam dünyası içinde bir kıpırdanma başladı. Hatırlarsak 20. asrın ilk çeyreği sonunda İslam dünyası tamamen müstemlek haline düşmüştür. 1930’larda zahiri bakımdan istikbale sahip Türkiye, Afganistan, İran, belki kısmen Fas gibi 3-4 ülke vardı. Aradan bir 20 sene geçti, Batı birbiriyle çatışmaya devam etti ve “Şirden hayır doğar.” hükmünce İslam dünyası toplandı. İkinci Dünya Harbi’nden sonra bilhassa Afrika ve Asya uyanmaya başladı. İslam konferansına üye ülke sayısı 55’e yükseldi. Böylece 3 adedi 60 sene içince 55 baliğ oldu. Bugün aşağı yukarı Çin’deki Türk Müslümanlar hariç, müstemleke halinde İslam topluluğu kalmadı. Azınlıkta olanlar da birtakım statüko hakkı sağlıyorlar. Binaenaleyh Rusya gibi Çin de yıkılırsa İslam dünyası iyice ferahlayacaktır.

Böylece İslam alemindeki bu uyanış neticesinde, İslamiyet yeniden insanlığa bir çözüm tarzı olarak ortaya çıkma imkanlarını aramaya başladı. Akif merhumun “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” şeklinde ifade ettiği üzere İslamiyet bugünkü meseleler ile bugünkü neslin anlayacağı biçimde tefsir ve izah etmek cihetine gidildi. Tabii bu, kolay bir iş değildi.

Dünyada onlar hakim olduğu için İslam dünyasının kalkınmasını teyakkuzla ve dikkatle takip ediyorlar. Daha 1955 yıllarında Amerika’da bir kitap neşredilmişti. “İslam on the March” “İslam Yürüyüş Halinde” diye. Bu kitabın yazılışındaki gaye, cemiyeti ve kamuoyunu ikaz etmekti : “Dikkat edin! Bunlar uyanmaya başladı!” deniyordu.

Bugün umumiyetle İslam dünyasında iktisadi sahada söz edilirken “Ortadoğu Ülkeleri” diye bahsedilir. Ortadoğu diye literatürde işlediği ülkeler İslam dünyasıdır.

Türkiye’nin en büyük kaynağı nüfustur. İşte bu sebepten dolayıdır ki nüfus patlaması, nüfus planlaması gibi sloganlarla bu en mühim varlığımızı da engellemeye çalışmaktadırlar. Zira nüfus artışı iktisadi hayatı kamçılamakta, dinamize etmektedir.

İslam ülkelerinde birçok kaynaklar var. İnsanlarının hepsi tertemiz, pırıl pırıl Müslümanlar, ama çoğu bizim hakkımızda bilgisiz, Türkiye’yi tanımıyorlar. İstanbul’daki İslam Konferansına katılanların %70’i İstanbul’a ilk defa geldiklerini söylüyorlardı. Çünkü yıllarca Türkiye ile İslam dünyası arasında bir kopukluk vardı. Batının muazzam politikası, bizde onlar aleyhine, onlarda bizim aleyhimize işlemiştir.

Önce zihniyet önemlidir. Türkiye’nin İslam dünyasında yer almayı arzu etmesi lazımdır. İstersek gireriz. Çünkü bugün Türkiye2ye hakim olan bazı gruplar bunu istememektedir. Önce Türkiye’nin zihniyet olarak İslam dünyasına açılma siyasetini benimsemesi lazımdır.

Ondan sonra bu dünyaya girmek için yetişen yeni neslin ve yeni kadroların dil irtibatıyla kendisini takviye etmesi lazımdır. Türkiye dil bakımından çok kapalı bir ülke durumundadır. Çok içimize kapanık kaldık. Müşterek dilimiz yok. Önce, Türk dünyasıyla müşterek dil ve alfabeyi geliştirmek lazımdır. Türkçe’den gayrı iki dili bilemezsek, ne Asya’ya ne de Afrika’ya girmemiz kabil olur. Arapça ve İngilizce iki gerekli dil halindedir.

Batı dünyası hep takip ediyor, adamlarını gönderiyor. Mesela Dubai’de iken İslamı bir eğitim teşkilatına çağırdılar; gittik, görüştük, konuştuk. Çoğu Türkiye’ye gelmiş ilgili insanlar. Konuşurken solda bir adam dikkatimi çekti. Öyle oturuyor, tuhaf bakışlı, Arap kıyafetli. Tipi dikkatimi çekti, tamamen İslami meselelerden bahsedilen bu toplantıdan sonra sordum : “Kim bu adam, Müslüman mı?” “Hayır” dediler. “Bir Fransız” .“Peki ne işi var burada?” diye sorduğumda, “Vallahi geliyor, biz de git diyemiyoruz, ama kim olduğunu da bilmiyoruz.” dediler. Tabii adam Arapça biliyor, İngilizce biliyor ve topluma kolayca hulul ediyor. Adamlar casus şebekeleriyle, potansiyelleriyle giriyorlar. Kim gidiyor, ne yapıyor, ne ediyor diye merak ediyorlar.

Üçüncü mühim nokta, enformasyon, bilgi alışverişidir. İslam Konferansına dahil ülkeler birbirleriyle irtibat bakımından çok zayıf bir durumdadır. Türk-İslam ülkelerine güzel projeler götürmek lazımdır.

Burada iki önemli nokta var : Birisi ulaşım, diğeri haberleşmedir.

Herşeye rağmen Türkiye İslam dünyasında en büyük potansiyele sahip ülkedir. Pakistan ve Mısır’ın yetişmiş elemanı fazla, ama bunlar dağınık vaziyettedir. Kendi elemanını ülkesi içinde kullanan ve yetişmiş elemanı en fazla olan ülke bugün Türkiye’dir. Onun için Türkiye’nin Orta Asya ve Ortadoğu’da yer alması, hem de üst düzeyde yer alması imkanı vardır. Bunu istemek gerekir. Bunu istemek demek, diğer dünya ile irtibatı koparması manasına gelmez. Cidde’deki bir gündelik gazetenin muhabiri şöyle demiştir : “Siz İslam dünyasına dirsek çevirdiğiniz müddetçe İslam dünyası kalkınmaz, ama siz de kalkınamazsınız. Şayet siz el uzatırsanız İslam dünyasında yerinizi bulursunuz, biz de kalkınırız. Çünkü bu dünyanın size ihtiyacı var.”

Türkiye’nin bunu bilmesi ve kabul etmesi lazımdır. Bugün Avrupa, Amerika, Asya birleşmektedir. Büyük üniteler içinde Türkiye de bir çevre içinde kendini kuvvetlendirmeye mecburdur. Bütün bunları insanlar ve yeni kadrolar yapacaktır. O kadroların da bilgili ve İslam ahlakıyla bezenmiş olarak yetişmesi lazımdır. Yüzlerce, binlerce doktora tezi yapmak lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan arşivlerimizde yüz milyon vesika bekliyor.

Bir Malezyalı sendikacı 15 sene evvel görüştüğümüzde bana “Türkiye bir gün gelecek, dünyada muazzam bir hamle yapacaktır. Bomba gibi patlayacak.” diyordu. Demek ki dışarıdan bizi böyle görüyorlar. Kanaatimce o günler yakındır. İnşallah 2000’li yıllarda bu hedefe ulaşacaktır.

7. BÖLÜM: TÜRKİYE’NİN İSLAM DÜNYASINA YÖNELİŞİ VE MÜŞTEREK ORGANİZASYONLAR

Türkiye’nin İslam Dünyasına Yönelişi

1. Belli başlı İslam ülkelerinin büyük şehirlerinde daima ticaret merkezleri kurulması.
2. Gelişme imkanı olan sektörler içinde taahhüt ve proje işleri, gıda maddeleri, et, taze meyve ile su ve meyve suları ihracatı başta gelir. Canlı hayvan ihracatı gelişirken, helal kesilmiş olması bakımından et ihracatı rahatça gelişebilir.
3. Müteahhitlik sahasında başlamış olan işler gelişebilir ve yeni ihaleler alınabilir.
4. Türk - İslam ülkelerinde çalışan işçilerimizin para transferinde karşılaştıkları müşkülleri çözebilecek tedbirleri çoğaltmak gerekir. Ayrıca İslam ülkelerinde çalışan işgücünün sosyal sigorta kapsamına alınması, bu ülkelerle sosyal güvenlik anlaşmalarının yapılması lazımdır.

Kısa vadeli olarak düşünülebilecek bu tedbirlerin yanında uzun vadede de bazı önemli unsurların üzerine eğilmek gerekir. İşbirliğini engelleyici konular giderilmelidir. Bunların önemlileri şunlardır :

A. Ulaşım güçlükleri
B. Haberleşme güçlükleri
C. Finans güçlükleri
D. Pazarlama güçlükleri
E. Kültürel sahada işbirliği yapılamayışı.

Müşterek Organizasyonların Kurulması

İlk önce RCD, şimdi ECO denilen bölgesel iktisadi işbirliği çerçevesinde İran ve Pakistan ile iktisadi, sosyal ve kültürel sahada başlayan bu yakınlaşma, 1976’da Türkiye’nin İslam Konferansına üye olmasıyla bütün İslam dünyasına yayılmıştır.

Bugün sayıları 61’e ulaşan İslam ülkelerinin teşkil ettiği topluluk, Endonezya’dan Fas’a, Türkiye’den Uganda’ya, Bosna’dan Moğolistan ve Çin’e kadar dünyanın ortasını bir kuşak gibi sarmış bulunmaktadır. 1.5 milyardan fazla insanın yaşadığı 30 milyon km2 ‘lik bu alan zengin petrol ve maden yatakları, çeşitli ürünler bakımından dünya potansiyelinin beşte üçü ile beşte biri arasında değişen bir imkana sahiptir.

Şayet İslam ülkeleri bu kaynaklarını geliştirip ticaretle bütünleşebilir ve yek diğerini tamamlayabilirse, hem iktisaden süratle gelişir, hem de refah seviyesini arttırmış olurlar. Bunu idrak eden İslam ülkeleri 1969’da İslam Konferansı’nı kurarak bunun etrafında birleşmiş ve Türkiye’de 1976’da bu konferansa katılmıştır.

Dağınık ve parçalanmış olan İslam ülkeleri ilk defa 1969 yılında Fas’ın Rabat şehrinde devlet reisleri seviyesinde toplanmış ve bu birinci zirve toplantısında daimi bir İslam Konferansı teşkilatının kurulması kararlaştırılmıştır. Bu organ, İslam ülkeleri arasında her sahada işbirliği sağlamakla görevli en büyük kuruluş olmuştur.

İslam Konferansı’nın Yan Kuruluşları ve İştirakleri
1. İslam Ülkeleri İlim, Teknoloji ve Gelişme Vakfı
2. İslam Ülkeleri Dayanışma Fonu
3. İslam Ülkeleri Milletlerarası Haber Ajansı
4. İslam Kalkınma Bankası
5. İslam Odalar Birliği (Ticaret Sanayi ve Borsalar Birliği)
6. İslam Ülkeleri Radyo Televizyon Teşkilatı (ISBO)
7. İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomik, Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi
8. İslam Ülkeleri Teknik ve Meslek Eğitim ve Araştırma Merkezi
9. İslam Ülkeleri Ticareti Geliştirme Merkezi
10. İslam Ülkeleri Gemi Sahipleri Birliği
11. İslam Ülkeleri Yatırım Garantisi Müessesesi
12. Milletlerarası İslam Bankalar Birliği
13. İslam Ülkeleri Sivil Havacılık Konseyi
14. İslam Ülkeleri Telekomünikasyon Birliği
15. İslam Ülkeleri Sigorta ve Reansürans Birliği
16. İslam Ülkeleri Standardizasyon Birliği
17. İslam Ülkeleri Milli Havayolları Birliği
18. İslam Ülkeleri Çimento Birliği
19. İslam Ülkeleri Kültür Sanat ve Tarih Merkezi
20. İslam Kültür Merkezi
21. İslam Fıkıh Akademisi
22. İslam Ülkeleri Merkez Bankaları Birliği

8.BÖLÜM: MEKKE DEKLARASYONU VE HAREKAT PLANI

Bu anlaşamaya dayanarak 1981’de Mekke’de toplanan 3. Zirve toplantısında iktisadi işbirliği planı kabul edilmiştir.

Bu planda ticaret sektörüyle ilgili olarak ileri sürülen tedbir ve tavsiyeler arasında şunlar vardır

1. Üye ülke grupları arasında ticari sahada uygulanmakta olan tercihli şartların bir envanterini çıkartmak, sonra bunları kuvvetlendirip yaymak suretiyle kademe kademe üye ülkeler arası tercihli bir ticaret düzeyine ulaştırmak.
2. Ulaşım sahasında üye ülkeler arasında bir koordinasyon mekanizması kurma imkanlarını araştırmak ve bu yolla üye ülke müteşebbislerinin sanayici ülkelerdeki rakipleriyle rekabet etmelerini sağlamak.

İslam ülkeleri arasında İslam Konferansı dışında kurulan diğer bazı kuruluşlar da vardır

9. BÖLÜM: TÜRK VE İSLAM DÜNYASI ARASINDAKİ TİCARETİN GELİŞTİRİLMESİ

A. İslam Ülkeleri Arasında Ticaretin Önemi :

Dünyanın ortasını bir kuşak gibi saran İslam dünyası gerek jeopolitik durum, gerekse iktisadi kaynaklarının zenginliği itibariyle önemli bir güze sahiptir. Esasında İslam dünyasının merkezini teşkil etmektedir. Yeryüzündeki semavi dinlerin hepsi eski medeniyetlerin en önemlileri bu kuşakta doğmuş ve serpilmiştir.

Bu durum tesadüflerin sonucu değildir. Bölgedeki ülkeler zengin medeniyetlere sahne olmuşlardır.İslam ülkeleri arasındaki iktisadi bağları süratle kuvvetlendirmek ve dar pazarlardan büyük imkanlar getirecek olan geniş pazarlara geçmek zaruretiyle karşı karşıya bulunmaktadır.

1. Allah’ın lütfettiği tabii kaynakları değerlendirmek
2. Üretim kaynaklarının finans, ticaret ve turizm sektörleriyle takviye etmek
3. Sanayileşme yoluyla birinci grupta elde edilen ürünlerin katma değerlerini arttırmak.

Türk ve İslam Dünyasından Dış Ticareti Engelleyen Sebepler:
I. Altyapı yatırımlarının eksikliği
II. Müessesevi faktörlerin noksanlığı

Üye ülkeler arasında ;
1. Pazarlama kurum ve fonksiyonlarının noksanlığı
2. Teşvik unsurlarının noksanlığı
3. Araştırma kurumlarının yetersizliği
4. Finans kurumlarının yetersizliği, ticari mübadeleyi

TÜRK YAZIN TARİHİNDE AKIMLAR

TÜRK YAZIN TARİHİNDE AKIMLAR



Divan edebiyatında, günümüzdeki anlamı ile akımların varlığından söz edilemez. Daha doğrusu divan edebiyatının kendisi, dayandığı dinsel nitelikli dünya görüşü, kurallara bağlanmış biçemi, yinelenen manzumlarıyla başlı başına bir akımdır. Altı yüzyılı aşkın gelişim sürecinde, biçim yetkinliğine, söyleyiş ustalığına ulaşmış ozanların çevresinde ya da izinde kümelenmeler görülür yalnızca. Nazirecilik bunun en somut görünümüdür. Toplum yapısını altüst edecek dönüşümlerin gerçekleşmeyişi ve dine dayalı dünya görüşünün egemenliği sanatta, gerek öz gerekse biçim açısından yeni oluşumları önler. Yeni gibi görünen arayışlar, eğilim düzeyini aşamadan, divan edebiyatının ilkeleri, kalıpları içinde kalmışlardır.

Bu eğilimlerden ikisi önemlidir; Sebk-i Hindi ve yerlileşme eğilimi.

Sebk-i Hindi, Hint tarzı demektir. Hindistan'da Baburlu Hint-Türk hükümdarlarının saraylarında Farsça yazan ozanlarca geliştirilmiş, XVII. Yüzyıl divan sanatçılarından Nef'i, Naili, Neşati, Nabi gibi ozanlar, bütünüyle bu akım içinde yer almamakla birlikte ondan etkilenmişlerdir. Böylece, Sebk-i Hindi'nin bilmeceyi andıran karmaşık manzum ve anlatımlar, hayal oyunları, güçlükle anlaşılır, beklenmedik ve alışılmamış benzetmeler, sentetik bir şiir dili" olarak sıralanabilecek özellikleri, divan şiirinin kalıplarını kırmak yerine bu kalıplarla oynamak ustalığına yol açmıştır. Şiirde bilgece tutumun, atasözlerini kullanmanın, özdeyiş niteliği taşıyan dizeler düzmenin yaygınlaşması da bunun sonucudur.

Yerlileşme eğilimini ise biçim ve öz açısından iki ayrı düzeyde ele almak gerekmektedir. Biçimde yerlilik, dilde, söyleyişte yabancı sözcüklerden kaçınmak, Türkçeye yönelmek olarak özetlenebilir. Türki-i Basit (basit Türkçe) adı verilen bu akımın temsilcileri XVI. Yüzyıl ozanlarından Tatavlalı Mahremi ile Edirneli Nazmi'dir. Nazmi'nin basit Türkçe şiirleri 45000 beyti aşan divanına serpiştirilmiştir. Ancak konular divan şiirinin konularıdır, ölçü olarak da aruz kullanılmıştır. Türkçeye yöneliş Nazmi'yi halk şiirlerinde çokça görülen cinas örneklerine itmekle kalmamış, benzetmelerde yaşadığı çevreden, yaşamdan yararlanmasına da yol açmıştır. Yabancı sözcükler kullanmadan salt Türkçe şiirler yazılabileceğini de kanıtlamayı amaçlayan bu eğilim yaygınlık kazanamamıştır.

XVIII. yüzyılın sonlarında Nedim ile belirginlik kazanan yerlileşme eğilimi ise öze ilişkindir. Nedim'in divan şiirine yenilik getirdiğini söyleyenler, kalıpları kırdığını, bilinen manzumlarla yetinmediğini, yaşamı yansıttığını, yalın, akıcı bir söyleyişi olduğunu; şiirlerinde neşe ve alayın, ten zevkinin dile getirildiğini söylerler. Ama ondan önceki divan şiirine bakıldığında, bu sayılanların hiç de yeni olmadığı görülür. Dahası Nedim'deki neşeyi ve alaycılığı Baki'de bile bulabiliriz. Hele Rumelili ozanlarda yerlilik, neredeyse genellenebilecek bir özelliktir. Kısacası Nedim'i gelenekten koparmak olası değildir. Ancak, yine de onda kendisinden önce gelenlerden, hatta çağdaşlarından ayrılan, realite ile hepsinden başka ve daha sıcak bir şekilde kaynaşmış bir tarafında bulunduğu görülür.

Nedim'in şarkı biçimini yeniden canlandırması ve bu biçimin en güzel örneklerini vermesi yanında; yansıttığı dünya ne ölçüde gerçekse, gerçekliğe yaklaşırsa; duyguları ne ölçüde içten ve yürekten geliyorsa, dili de o ölçüde gerçeğe yaklaşır. İstanbul Türkçesinin en güzel örnekleri sayılabilecek dizeler yazmıştır.

Ama, Nedim'in açtığı bu çığır da yaygınlık kazanamaz. Çünkü geleneğin dışına çıkamamıştır. Lale döneminin ozanıdır ve dönemin Patrona Ayaklanmasıyla kapanması onun da sonu olur.

Tasavvufla beslenen ve Yunus Emre'ye bağlanan gizemci bir halk yazını olan tasavvuf edebiyatı; bir düşünce akımına dayanması, ortak temler çevresinde ortak söyleyişlerle birbirine bağlanarak gelişmesi ve bağlı bir inanca bağlı olanlarca benimsenip sürdürülmesiyle halk edebiyatı içinde ayrı bir yer tutmakla kalmaz, bir akım, bir çığır niteliği de kazanır. Halk edebiyatı içinde yetişmemelerine karşın, amaçları gereği halk edebiyatına yerleşmişlerdir. Anadolu gizemci halk yazınının babası saydığımız Yunus Emre'nin yetiştiği dönem olan XIII. Yüzyılda Anadolu beyliklere bölünmüş ve halk tarikatlar çevresinde toplanmaya başlamıştı. Ve halkın tarikatların etrafında kalmasını sağlayabilmek, onun dilini ve edebiyatını kullanmakla olasıydı. Dili, söyleyişi ile halk ozanı olan Yunus, özüyle, sözcüğün gerçek anlamında bir düşünürdür. Akımın başlıca ozanları Aşık Paşa, Eşrefoğlu, Nizamoğlu, Seyyid Seyfullah da medrese öğrenimi görmüş, divan edebiyatını, Arapça ve Farsçayı bilen aydın kişilerdi. Ve hepsi de şeyhlik mertebesine yükselmişlerdi.

Yunus Emre'ye bağlanan gizemci halk edebiyatının, tarikatlar çevresinde başlıca iki kolda geliştiği görülür: Melami-Hamzavi halk edebiyatı ve Alevi-Bektaşi halk edebiyatı. Bunlardan birincisi, aşka ve cezbaya, fakat akıllıca cezbeye ve bilgiye dayanan ağırbaşlı, biraz da Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerle karışık bir edebiyattır. Hacı Bayram Veli, Dukakinzade Ahmet, Ahmet Sarban, Kaygusuz Vizeli Alaeddin, İdris-i Muhtefi, Emir Osman Haşimi bu yolda eser veren ozanlardan bazılarıdır.

Alevi-Bektaşi edebiyatı ise yaşama sevincini, doğa sevgisini, dünyaya bağlılığı dile getiren ürünleriyle din dışı halk edebiyatına bağlanır. En önemli temsilcisi Pir Sultan Abdal'dır.

XIX. yüzyılda batılılaşma akımına koşut olarak gelişmeye başlayan Türk edebiyatı, roman, öykü, tiyatro gibi yeni türlerin denenmesiyle çağdaş bir çizgiye girmiştir. Batı ile ilişkiler, aydınların batı dillerini öğrenmeleri, batı edebiyatından yapılmaya başlanılan çeviriler, batıdaki siyasal eğilimlerle, ideolijilerle tanışma bir uygarlık değişimini de gerektirmiştir. Batılılaşma ve buna bağlı olarak yeni bir kültüre açılınması başlangıçta Türk edebiyatını da batı edebiyatının güdümüne sokmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle demektedir; "sırf edebi ceryanlar yönünden bakılırsa, bu yüz sene içinde Türk edebiyatının Garp edebiyatlarında ve bilhassa Fransız edebiyatında mevcut bütün cereyanları uzak ve yakın fasılalarla, muntazam surette takip ettiği görülür."

Bileşimin gerçekleştirilemediği Tanzimat döneminde, şiir en azından biçim olarak bir geleneğe yaslanmasına karşın, öykü ve roman tür olarak yenidir. Tanzimat sanatçısı için yeni türk edebiyatını kurmak için gayret eden, 1825 - 1840 yıllarında doğan ve zevk ve gayretleri hemen hemen aynı olan, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi yazarlar Fransız klasikleri ile beraber XVIII. Yüzyıl Fransız filozoflarını ve yine Fransız romantiklerini de okumuşlardı. Verdikleri ürünlerde de romantikleri izlemişlerdi. Ne var ki Tanzimat romantikliği, batıdaki örneklerde olduğu gibi, bu akımı besleyen toplumsal ve düşünsel özden yoksundu.

Doğu düşüncesinde birey olarak insan yoktur, Tanrı vardır yalnızca ve insan onun suretidir. Oysa Tanzimatçı edebiyatçıların karşılaştıkları batılı insan, eğitilmiş, bilgili, toplumu ileriye götüren yaratıcı insandır. Onlar da hemen, bu insanın oluşumu üzerine düşüneceklerine, o insan gibi olmaya çalışmışlardır. Böylesi bir çabanın inanmış, duygulu, coşkulu bir aydın tipi yaratacağı açıktır. Kısacası, batı romantizmi, Tanzimatçıların ruhsal durumuna uygun düşmektedir. Romantizmin belli başlı niteliklerini basitleştirmekte ve her romanda kullanılabilecek reçeteler biçimine getirmekte ustalaşan Tanzimat sanatçıları; ekonomik ve toplumsal koşulların ezdiği, İslam gizemciliğinin etkisiyle kendini edilgen bir dünya görüşüyle koşullamış Türk insanının günlük yaşamında yüzeysel olarak ele alınınca hemen ağlamaklı bir romantikliğe konu olabilecek tablolar çoktur.

Sözgelimi esir kız ya da esir erkek bütün Tanzimat romanında boy gösterir. Ama esir insandan yola çıkarak esirlik kurumuna, giderek toplumsal düzenin bozukluğuna bıçak atabilmek olası iken işin duygusal yanına kaçılmıştır, hep.

Tanzimat sanatçıları gerçekçiliği tam olarak algılayamadılar ve gerçekçi betimlemeler yapmaktan öteye geçemediler. Gerçekçiliği kavrayamamaları bir yana tam anlamıyla bir romantikte olamadılar. Ayrıca, Tanzimat sanatçıları gerçekçilik ile doğalcılığı aynı kabul etmişlerdir. İlk gerçekçi ürünlerden sayılan Nabizade Nazım'ın Karabibik'idir. (1890) İki akım arasındaki ayrımı ancak Edebiyat-ı Cedideciler yapmışlardı. Türk edebiyatında, gerçekçiliğin bilinçli olarak Halit Ziya Uşaklıgil ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnubir roman dilinin gerçekleştirilebilmiş olması ve dönemin aydılarının ruh durumunu yansıtmaları açısından gerçekçi çizgide yer almışlardır.

Edebiyat-ı Cedidecilerden Hüseyin Cahit Yalçın ve Mehmet Rauf da gerçekçiliği benimsemişlerdir. Ancak, sanat anlayışları nedeniyle bütünüyle yaşama açılamayan, kişilerini aydınlar, soylular, varlıklılar, genel bir deyimle seçkinler arasından seçen Edebiyat-ı Cedideciler, halkın gerçek sorunlarına eğilememişlerdir.

Gerçekçilik anlayışında Hüseyin Rahmi Gürpınar' a özel bir yer vermek gerekir. Roman anlayışı gerçekçilik ile doğalcılığın bir karışımıolan Gürpınar, halk için yazma ve halkı eğitme amacındadır. Başlıca özelliği olan gülmecesi, alay ve yergiden güç alır. Romanlarındaki olaylar, kişiler yaşamdan alınmış, gözlem ürünleridir.

Servet'i-Fünun dergisi çevresinde toplanan sanatçılar, yeni bir duyarlığı, yeni bir şiir dilini geliştirilerken batıyı günü gününe takip etmişlerdir. Ancak, bir arayış döneminin bütün karışık etkilerini içerir şiirleri; duygucu, coşumcu, parnasçı, simgecidirler. Doğaya yönelirler. Ama bir resimdir doğa onlar için. Düşle gerçek çatışması, karamsarlık, kaçış egemendir şiirlerine. İçine kapanık, bireyci bir şiire yönelmişlerdir. Topluluk 1900 lerde dağılmıştır. İçlerinden yalnızca Tevfik Fikret ayakta kalmıştır. Tevfik Fikret biçim tutsaklığından sıyrılıp özü öne almış, karamsarlığını bireysellikten kurtarark toplumsalla özdeşleşmeyi başarmıştır.

24 Şubat 1909 da Ahmet Samim, Ahmet Haşim, Emin Bülent Serdaroğlu, Emin Lami, Tahsin Nahit,Hamdullah Suphi Tanrıöver, Refik Halit Karay, Fuat Köprülü, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve bir çok sanatçı bir araya gelerek yayınladıkları bir bildiri ile Fecr-i Ati gurubunu kurdular. Bu gurup 1912 yılında dağıldı. Edebiyat-ı Cedide'ye karşı bir tepki olarak doğmuş ve belli ilkeler çevresinde oluşmuş bir akımdı. Bildirilerinde şu düşünceleri ön plana çıkar; "Sanat şahsi ve muhteremdir". Ama gurup bu anlayışı nedeni ve kendi dergilerini çıkaramamaları nedeni ile ileriye bir adım atamadılar ve Edebiyat-ı Cedide'nin bir devamı olarak kaldılar ve dağınık görüntü içinde dağıldılar. Fecr-i Ati'ciler bir yazın akımı değil, birbirlerine arkadaşlık duygularıyla bağlı genç sanatçıların oluşturduğu bir topluluk olmuş; her biri sanatını bir başka yolda geliştirerek, değişen toplum koşullarında değişik sanat anlayışlarına varmışlardır.

XIX. yüzyılın sonlarından itibaren üç düşünce akımı; Batıcılık, Türkçülük, İslamcılık türk edebiyatına yön vermeye başlamıştır.Edebiyat-ı Cedideciler Batıcılık düşüncesinin; Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp Selanik'te çıkardıkları Genç Kalemler dergisi ile Milli Edebiyat adı ile anılan Türkçülük düşüncesinin; Mehmet Akif Ersoy' da İslamcı düşüncenin savunucusu olmuştur.

Şiirde Mehmet Emin Yurdakul'a bağlanan Milli Edebiyat akımının en tipik sürdürücüleri, Hececiler ya da Hecenin Beş Şairi adlarıyla anılan Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy ve Enis Behiç Koryürek'tir.

Ziya Gökalp'in "Sanat" şiirinde özetlediği şu ilkeler;

"Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir;
Leyl sizin, şeb sizin gece bizimdir,
Değildir bir mana üç ada muhtaç."


Hececilerin sanat anlayışını belirlemiştir. Toplumsal bilinç eksikliği hemen hepsini romantizme sürükledi. Gerçekçi olmak isterken, savaşın da etkisi ile ulusal duyarlılıklar adına gerçekçiliği yitirdiler. Doğaya yönelişi, yurt güzelliklerinin, Anadolu'nun basmakalıp söyleşilerle görüntülenmesi olarak aldılar. Yurtseverlik, kahramanlık temlerinin egemen olduğu şiirleriyle topluma güç aşılamaktı amaçları. Sonuçta sığ bir "memleketçi edebiyat"ı geliştirdiler.

Cumhuriyetin ilk yıllarında da etkisini sürdürmeye devam etti, memleketçi edebiyat. 1930 lara gelirken edebiyatımızda yeni bir çığır açan Yedi Meşaleciler memleketçi edebiyata karşı bir tepki olarak doğdu. Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi Koray ortak bir kitap çıkararak (Yedi Meşale 1928) hececilerin elinde tıkanan Türk şiirini yeni ufuklara açmaktır amaçları. Ama ne var ki Yedi Meşaleciler Yusuf Ziya Ortaç'ın Meşale dergisine sığınmışlardır. Biçimde bir yenilik getiremeyen, yeni bir dünya görüşüne de dayandıkları söylenemeyen bu gurup Meşale dergisi kapanınca (15 Ekim 1928) dağılırlar.

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde asıl yenilik Nazım Hikmet'le gelir. Ölçüyü atan, özü biçimin bağlarından kurtaran Nazım Hikmet'tir. İlk iki kitabı (835 Satır, Jacond ile Si-Ya-U, 1929) 'da şairaneye karşı çıkmış, dizeci anlayışı yıkmıştır. Onun şiiri ile öz, bir ideolojiye dayanmakta ve siyasal bir tutum içermektedir. Toplumcu gerçekçi sanat anlayışını bilinçli bir şekilde benimsemiş ve bu alanda en yetkin eserleri vermiştir. Türk şiirini en çok etkileyen ozan olmuştur.

Biçim açısından da bakıldığında, serbest nazım, serbest şiir, özgür koşuk adları ile nitelenen ve şiirden ölçü, uyak gibi bağları atan bir akımın başlatıcısıdır. Ondan önce de bu yolda denemeler yapılmış, özellikle Tevfik Fikret, Ahmet Haşim oldukça ilerlemiş örnekler vermişlerdir; ancak böylesi denemeler aruz kalıplarıyla oynanarak gerçekleştirilmiştir. Nazım Hikmet, Türk şiirini kökten değiştirmiştir; gelecekçilik ve kuruculuk akımlarından etkilenerek yazdığı şiirlerinde ölçüyü atmakla birlikte uyağı boşlamamış; alışılmışın dışında, geleneğin, divan şiirinin birikimlerinden yararlanarak yeni bir uyak anlayışı getirmiştir.

Şiirsel eyleminde biçimle ilgili tartışmalara girmez Nazım Hikmet. Öze uygun biçimi bulmaktır amacı. Bildiği, öğrendiği tüm edebiyat geleneklerinden yararlanabileceğini ve sanatçının sürekli bir arayış içinde olması gerekliliğine inanır. Bu ise biçimin öze bağlı olarak sürekli değişmesi, bir değişkenlik içinde olmasıdır.

1930 lu yıllarda etkilediği genç ozanlardan günümüze İlhami Bekir Tez ve Hasan İzzettin Dinamo kalmıştır. Ancak, "1940 Kuşağı" adıyla anılan ozanlar, Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, A.Kadir, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Ahmed Arif, Attila İlhan, Şükran Kurdakul gibi adlar toplumcu şiiri geliştirmişlerdir.

1940 lara gelindiğinde, biçim açısından serbest şiirin zaferi tamdır. Heceyi hemen hemen yalnızca Behçet Kemal Çağlar sürdürmekte; Ahmet Kutsi Tecer Ülkü Dergisi çevresinde halk şiiri geleneğinin yaygınlaşmasına çalışmaktadır. Yalnız eski şiire değil, Nazım Hikmet şiirine de tepki olarak Garip akımı doğdu. Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday "Varlık" dergisinde ölçüsüz, uyaksız, şairanelikten uzak yeni bir şiir akımı başlattılar (1936). Şiirlerini Garip adlı bir kitapta topladılar(1941) Garipçiler adıyla anılmalarının nedeni de budur. Ancak bu üç ozanın birliktelikleri uzun sürmez. Kitabın ikinci basımı yalnızca Orhan Veli'nin şiirleri ile yayınlanmıştır (1945) Melih Cevdet ve Oktay Rifat şiiri ayrı bir çizgide sürdürmeye başlamışlardı.

İkinci dünya savaşının bitmesi, çok partili ortama geçilmesi ve bu dönemin baskıcı ortamında şiir iyice geri plana atılır. Hatta bazı dergiler hiç şiirsiz yayınlanmaya başlar veya şiirler birbirinin aynı silik bir anlayışa bürünürler. "İkinci Yeni" akımı bu ortamda belirir. Yeditepe dergisinde 1954-55, Pazar Postası'nda 1956 yıllarında ilk örnekleri görülen akımın belli başlı şairleri; Cemal Süreyya, İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Tevfik Akdağ, Ülkü Tamer'dir. İkinci Yeni, Garip'in tam tersi bir noktadan yola çıkar. Söyleyişteki rahatlığın yerine şiir dilini zorlamayı, anlaşılırlık yerine anlamca kapalılığı, somuta karşılık soyutlamayı getirir. Halk şiirine sırt çevrilir. İkici Yeniciler için önce biçim gelir. Gerçeküstücülük etkisindedirler.

1936 yılından beri basılmaları yasaklanmış olan Nazım Hikmet'in şiirlerinin ve kitaplarının 1965 yıllarında yeniden basılmaya başlaması, İkinci Yeni akımının sonu oldu. Yeniden gündeme gelen Toplumcu Şiir, geçirilen bütün deneyleri özümseyerek, kaldığı yerden değil, gelinen yerden yeni bir gelişim sürecine girdi.

Öykü ve romanın gelişiminde ise, yazın akımları açısından şiirdekine benzer bir karmaşıklık görülmez. Ömer Seyfettin gibi doğrudan Milli Edebiyat akımına bağlayabileceğimiz sanatçılar, gerekse sonradan bu akım içinde yer alan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Refik Halit Karay gibi adlar gerçekçiliği benimsemişlerdir. Ayrım gerçekliğe bakış açılarında, gerçekliği kavrayışlarındadır.

Romanın İstanbul dışına çıkması, Anadolu'ya açılması yönündeki ilk örneği Nabizade Nazım vermiştir. Ve Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, toplumcu gerçekçiler ve Köy Enstitülü yazarlarla sürer. Şiirde olduğu gibi, öykü ve romanda da yenilgilerin doğurduğu karamsarlık ulusal duygulara, yurtseverliğe sarılmanınkurtuluş olarak görülmesine yol açmıştır. İşgal yılları İstanbul'unun yozlaşmış, işbirlikçi ortamına karşılık, başkaldırının Anadolu'da filizlenmesi bu duygusallığı iyice beslemiştir. Cumhuriyet devrinin ilk dönemlerinde sanatçılar, hükümetin hoşuna gitmeyecek gerçeklere değinmekten kaçınmışlardır.

1930 lu yıllarda Sadri Ertem toplumcu gerçekçiliğe yönelen ilk öyküleri yayınlamaya başlamıştır. Sabahattin Ali' de ilk öykülerini bu tarihlerde yayınlamaya başlamıştır. 1940'lı yıllarda Sabahattin Ali, toplumcu gerçekçi çizgiyi gerçekleştirmiş; toplumsal sorunlardan çok aydın bireyin, küçük adamın dünyasına yönelen duyarlığıyla Sait Faik yeni bir öykü anlayışı getirmiştir. II. Dünya savaşı yıllarında Reşat Enis, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Cevdet Kudret gerçekçi çizgide ürünler vermektedirler. Bu kuşak devlet ile iktidarı artık özdeş görmemektedir. İktidara karşı çıkabilmektedir. Bu karşı çıkış, köy ve köylüden başlayarak dönemin bütün sorunlarının gündeme getirilmesine yol açmıştır. Çok partili döneme geçişi izleyen yıllarda ve 1950'lerde ise köye yöneliş egemen bir tutum olarak görülür. Mahmut Makal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir köye toplumcu bir bakış açısı ile yaklaşan ürünler vermeye başlarlar (1950-1955). 1960 lara gelirken Reşat Enis, Kemal Bilbaşar, Samim Kocagöz, İlhan Tarus, Orhan Hançerlioğlu, Talip Apaydın, Sunullah Arısoy, Necati Cumalı, Fakir Baykurt gibi sanatçıların öykü ve romanları ile köyü konu alan zengin bir yazın oluşmuştur.

1960'tan sonra düşünsel ortamın gelişimine bağlı olarak yazınında toplumsal gerçekliği daha bilinçli bir bakış açısıyla kavramaya çalıştığı, yazınsal birikimi değerlendirerek kendini aştığı görülür.

Nezihe Meriç, Yusuf Atılgan, Vüs'at O.Bener, Ferit Edgü, Demir Özlü, Onat Kutlar, Erdal Öz, Adnan Özyalçıner gibi sanatçıların başı çektiği; varoluşçuluk, gerçeküstücülük benzeri çağdaş akımlarla, Fransız Yeni Romanının, bilinç akımı tekniğinin etkilerini taşıyan bu yeni arayış, gerçekçi akıma tepki olarak doğmuştur. Ancak, amaçları gerçekçiliğin yadsınması değil, gerçekçiliğe yeni bir yorumun getirilmesi gerekliliğidir. Ama, şiirdeki İkinci Yeni akımına koşut olarak gelişen bu girişim, "kişiyi yeniden ele alıp yeni baştan yaratmak" çabası, özel'in sınırları aşılamadığı, kişinin sorunlarına hep bir ben'in çevresinde yaklaşıldığı için başarıya ulaşamaz. Gerçeklik yine tek yanlı, tek parçalı bir bütün olarak çizilmektedir çünkü. Bu ise yazarı duyarlığının tutsağı durumuna getirir, içe kapanmasına yol açar. Yaşananın saçmalığı, içgüdülerin dış koşullarca sınırlanması sonucu düşülen mutsuzluk duygusu, kendini tarihi olan bir nesne gibi kavrayamayışın doğurduğu umutsuzluk, davranışların kısıtlanmamasına, seçme olanağının tanınmasına bağlanan bir özgürlük anlayışı, bütün bunların sonucu olarak da soyut bir başkaldırı... varılan nokta budur işte.

Yine de her yeni arayışı değerlendirirken söylediğim gibi, bu da bir aşamadır. Eğer, bugün gerçekliği, insanı hem birey olarak kendi gerçekliği, hem de toplumsal varlık olarak yaşamın gerçekliği içine oturtmak, onu dışındaki nesneler ve insanlarla tüm ilişkilerinin bütünü olarak kavramak, biçiminde anlıyorsak söz konusu aşamaların sonucudur bu.

Türk Yönetim Tarihi

TÜRK’ÜN ATEŞLE İMTİHANI

TÜRK’ÜN ATEŞLE İMTİHANI

Öyle bir destan ki, tutsak uluslara da emperyalizmin prangalarını kırma ilhamını verecek; dünya düzenini baştan başa değiştirecekti.

Türk ulusunun Mustafa Kemal'in önderliğinde 30 Ağustos 1922'de zaferle sonuçlandırdığı Kurtuluş Savaşı destanı.

Bu savaş, 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkan istilacı Yunanlılara gazeteci Hasan Tahsin'in tabancasıyla açtığı ateşle başlar. İlk kurşunu atan Hasan Tahsin sıradan bir gazeteci değil.

Aynı zamanda öncü Kuvayı Milliyecilerden ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın efsanevi fedailerinden! Gözünü budaktan sakınmayan ateşli bir yurtsever. Gerçek adı Osman Nevres!

Kısa sürede toparlanıp saldırıya geçen Yunanlılarla tek başına vuruşa vuruşa çekilirken, şehadetinden ve son mermisini de kullanmasından önce, kapı eşiğine sığındığı yaşlı İzmir hanımefendisine şunları söyleyecektir:

"Tanığım ol ana! İstilacı Yunanlıyla son mermime kadar vuruştum, kaçmadım! Bu şerefli mücadeleyi benden sonra gelenler sürdürsün!"

Ve o şerefli mücadele bir ruhlar mucizesi halinde sürdürülür.

Kuvayi Milliyeciler, inanılmaz yoklukların, sıkıntıların, ihanetlerin ve tehlikelerin cehenneminde; "Memleketimizin mübarek köşelerinde silahlarımız ellerimizde öleceğiz" andını içerek, canları dahil her şeylerini ulusal kurtuluşa ve bağımsızlığa adarlar.

Tanrı'nın ne büyük bir lütfu ve ulusun ne büyük bir şansı ki, bu vatan fedailerinin başında Mustafa Kemal Paşa gibi bir deha vardır.

Boynunda işbirlikçi ve satılmış İstanbul Hükümeti'nin idam fermanıyla kutsal isyanı başlattığında, manzara dehşet vericidir.

Ulusal kurtuluş hareketini, ön cephede baştan sona izleyen Halide Edip Adıvar, "Türkün Ateşle İmtihanı"nda o dehşetli manzarayı anlatırken şöyle der:

"Tanrım ne garip bir durumdaydık: Bir yandan Hilâfet kuvvetleri halka musallat olmuştu. Bir yandan Kilikya'da Fransız Kuvvetleri halkı öldürüyor; öte yandan Yunanlılar çevreyi yakıp yıkıyor, katliam yapıyordu. Nihayet, İstanbul'daki itilaf Kuvvetleri de halkı ezmekteydi. Adeta Batı'nın Doğu'ya sopa siyaseti uyguladığını ve 'kahrolsun Türkler' diye bağırdıklarını duyar gibiydim. Türklerin kendileri de aralarında boğuştukları için, milletin ateşle imtihanının en korkunç anlarını yaşıyorduk."

Bütün dünyayı şaşırtan ve nasıl kazanılabildiği sayısız araştırmalara konu olan görkemli zaferin üzerinden 78 yıl geçti...

TÜRK DEVRİM TARİHİ

KİTAP ÖZETİ

TÜRK’ÜN ATEŞLE İMTİHANI

HALİDE EDİP ADIVAR