', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: 10/16/07

16 Ekim 2007 Salı

ÜLKEMİZDE NÜFUS SAYIMLARININ TARİHİ

ÜLKEMİZDE NÜFUS SAYIMLARININ TARİHİ

Osmanlı İmparatorluğu döneminde istatistik çalışmaları, başlangıçta devlete belirli hizmetler yapmakla yükümlü memur ve sipahilere bırakılan gelir kaynaklarının nicelik ve değişmelerini saptamak amacıyla, 30-40 yıl gibi aralıklarla nüfus ve toprak sayımları yapılması şeklinde düşünülmüştür. Osmanlı Dönemi öncesine ilişkin istatistik çalışmaları hakkındaki bilgilerimiz ise eksiktir.

İmparatorluk yeni kurulduğu sıralarda nüfusla birlikte tarım ve arazi konularında bilgi toplamaya özel önem verilmiş; 1326-1360 ve 1360-1389 yılları arasında toprak ve nüfus sayımları yapılmıştır. Daha sonra Padişah Kanuni Sultan Süleyman genel bir sayım yaptırmaya teşebbüs ederek, bunun her yüzyılda bir tekrar edilmesini Kanunname’ye yazdırtmıştır. Tarihçiler bu dönem içinde 1566-1574 yıllarında Genel Nüfus ve Arazi Sayımı, 1608 yılında tekrar bir nüfus sayımı uygulandığını yazmaktadır. Kemankeş Kara Mustafa Paşa Sadrazamlığı sırasında nüfus sayımlarının ülke için gereğini belirtmiş ve bunların otuz yılda bir tekrarlanmasını karar altına aldırtmıştır. Ancak sayısız savaş nedeniyle, bu süreye gereğince uyulmadığı gibi, sayım girişimleri sonuçlandırılamamış, fakat çalışmalara ve bilgi toplama faaliyetine devam edilmiştir

19.Yüzyılın başından itibaren Ademi Merkeziyet sistemine dayalı olarak merkezde her nezarette, taşrada ise vilayet ve kazalarda istatistik büroları açılmış ve bunların çalışmalarını takip ve kontrol etmek için de ayrı bir merkezi organ kurulmuştur.

Başarı ile sonuçlandırılan ilk Nüfus Sayımı 1831 yılında yapılmıştır. Esas amacı askerlik yapabilecek halkın sayısı ve yeni vergi kaynaklarının saptanması olan bu sayımda, Rumeli ve Anadolu’da bulunan tüm İslam ve Hıristiyan erkek nüfus kapsanmıştır.

1831 sayımından sonra 1844 yılında kadın nüfusu da kapsayan bir nüfus sayımı daha yapılmış, 1854’te ise yeni bir nüfus sayımına daha girişilmişse de bunun sonuçlandırılması kabil olmamıştır. 1870 yılında yapılmasına karar verilen Genel Nüfus Sayımı da uygulanamamıştır. 1874’te Tuna Vilayetlerinde yapılan bir nüfus sayımını, İmparatorluk döneminde girişilen ve uzun süre devam eden bir başka nüfus sayımı izlemiştir. 1878 Rus savaşını izleyen bu sayımda İstanbul nüfusu sayılmış, Trablus ve Arabistan’ın nüfusu ise tahmin edilmiştir. Aynı dönemde Nüfus Sicil-i Nizamnamesi çıkarılmış ve ilk kez Nüfus Müdürlüğü kurularak nüfus tezkereleri ile doğum, ölüm, yer değiştirme olaylarının kaydına başlanmıştır. 1891 yılında Bab-ı Ali’de Merkezi İstatistik Encümeni kurulmuş, istatistik hizmetleri kanuni bir esasa bağlanmıştır.

1918 yılında çıkarılan yeni bir kanunla istatistik faaliyeti sadarete bağlı istatistik Müdüriyet-i Umumiye’ si bünyesinde toplanmış, kanunun uygulamasına bir yıl devam edildikten sonra kaldırılmış ve eski sistem Cumhuriyete kadar devam etmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra, Türkiye’nin karşılaştığı önemli ihtiyaçlardan biri de ülkemizde yaşayan nüfusun sayısının, sosyal ve ekonomik niteliklerinin bilinmesi olmuştur.

Ülkemizde nüfusumuzun sayı ve niteliklerini tespit amacıyla Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar ilki 1927 ikincisi 1935 yılında ve bu tarihten sonra her beş yılda bir olmak üzere, on üç kez Genel Nüfus Sayımı uygulanmıştır.

Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanlığı’nın kuruluş ve görevleri hakkında 219 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesinin (d) fıkrasını değiştiren 23 Şubat 1990 tarih ve 403 sayılı Kanun Hükmünde Kararname gereği ülkemizde bundan sonra Genel Nüfus Sayımları 10 yılda bir sonu “0” ile biten yıllarda yapılacaktır. Bir sonraki sayım 2000 yılında uygulanacaktır.

30 Temmuz 1997 tarih ve 4300 sayılı Genel Nüfus Tespiti yapılması ve seçmen kütüklerinin güncelleştirilmesi hakkındaki Kanun gereği yerleşim yerleri itibariyle ikametgaha dayalı sayısal sonuçları elde etmek amacıyla 30 Kasım 1997 tarihinde Genel Nüfus Tespiti yapma görevi Enstitümüze verilmiştir.

Enstitümüz, bu yasaya göre 30 Kasım 1997 tarihinde Genel Nüfus Tespitinin uygulamasını yapmıştır. Genel Nüfus Tespitinin veri değerlendirme sürecinde ülkemizde ilk defa bir büyük sayımın tüm veri işleme faaliyetleri tam bilgisayar destekli olarak yapılmış, veri giriş işlemleri ICR (Akıllı Karakter Okuyucu) teknolojisi kullanılarak gerçekleştirilmiştir.

SAYIMIN AMACI

Sayım günü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan, bütün nüfusun (yabancılar dahil) sayısını, sosyal ve ekonomik niteliklerini, ülkemizin idari bölünüşüne göre tam ve doğru olarak belirlemek amaçlanmaktadır.

SAYIMIN SİSTEMİ, YÖNTEMİ VE KAPSAMI

Şimdiye kadar yapılan sayımlar, tam sayım olarak ve milli sınırlarımız içindeki bütün nüfusu saymak suretiyle bir günde uygulanmıştır. Sayımın sistemi gereği nüfus, tespit günü kişiler nerede bulunuyorsa orada tespite tabi tutulmuştur (De facto). Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız sayım dışı kalmış, buna karşılık sayım günü sınırlarımız içinde yaşayan veya geçici olarak bulunan Türk uyruklu olmayan kişiler (yabancılar) sayıma dahil edilmiştir.

Ancak, 1997 yılında yapılan tespitte ise kişilerin daimi ikametgahları sorularak, daimi ikametgahlarını hangi yerleşim yeri olarak beyan etmişler ise o yerleşim yeri nüfusuna dahil edilmiştir (De jure).

2000 yılında yapılacak olan nüfus sayımının hazırlık çalışmalarına başlanmıştır. Bu sayımın tüm veri işleme faaliyetlerinin tam bilgisayar destekli olarak yapılması ve veri giriş işlemlerinin ICR (Akıllı Karakter Okuyucu) teknolojisi kullanılarak gerçekleştirilmesi için uzman enstitü kadroları çalışmalarını sürdürmektedir

üstteğmen zahit

ÜSTEĞMEN ZAHİT'İN MEKTUBU

Üsteğmen Zahit, ÇANAKKALE Savaşının son şehitlerindendir. Cesedini gömmeden evvel ceplerinde yapılan aramada karısına yazılmış, fakat gönderilme imkanı bulunamamış bir vasiyetname bulunmuştur. Ancak Üsteğmen Zahit'in mezarının yeri bilinememektedir. O yalnızca ÇANAKKALE Savaşı'nda can veren binlerce yiğit Türk evladıyla beraber gönüllerimizde yaşamaktadır. Üsteğmen Zahit'ten geriye kalan vasiyetnamesinin bugünkü dile çevrilmiş hali onun aziz hatırasına hürmet olmak üzere aşağıda yer almaktadır.

"Aziziye (Pınarbaşı) İlçesinin Kılıç Mehmet Bey Köyünden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma.

1. İşte bugün seferberlik ilan edildi. Ben hem kendim, hem mesleğim itibariyle tam bir asker, hem şerefli bir askerim.

2. Asker olmam nedeniyle, sevgili vatanımı savunmaya gidiyorum. Gidip gelmemek, gelip bıraktıklarımı bulmamak da olabilir. Bu gibi durumların insanlık aleminde meydana geleceği imkar olunamaz.

3. Böyle olmakla beraber şu vasiyetnameyi yazmak hemen ölmek demek değildir.

4. Ulu Tanrı ve İlahi mukadderat ben seni, seni beni tanımadığımız ve bilmediğimiz halde, uzak bir memleketten bizi birbirimize nasip etti. Allah'ın emrine ve Peygamberin kavline uygun olarak nikahımız kıyıldı. Yaşadığımız sürece geçimimizi sağlamaya çalıştım. Fakat, bizi toparlayıp bir araya getiren devletimizi harp ilan eder ve ben de Vatanım uğruna şehit olursam, Ulu Tanrı elbet ruhlarımızı birbirine kavuşturur. Vatan uğruna şehit olursam bana ne mutlu. Böyle bir hal olduğunda mevcut olan eşyam ve taşınabilir mallarımdan mihri müeccelinizi almanız için sizi vekil olarak görevlendiriyorum. Eğer bunlar yetmezse hakkınızı helal edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim.

5. Birbirimize verdiğimiz sözlerden dönmemenizi ister ve umarım. Ruhuma bir mevlit okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter.

6. Altı maddeden ibaret bu vasiyetnamemi aldığınız zaman yüksek sesle ağlamanıza razı değilim."

Bu mektubun içinde kırmızı kurdeleye bağlı bir de altın gibi sapsarı bir demet saç bulunmuştur. Bu saçlar, aziz şehit'in biricik yavrusu Nadide'ye aitti.

VAHİDEDDİN HAN

VAHİDEDDİN HAN

Babası :

Sultan Abdülmecid

Annesi :

Gülistü Kadın Efendi

Doğumu :

2 Şubat 1861

Vefatı :

16 Mayıs 1926

Saltanatı:

1918-1922

Otuz altıncı ve son Osmanlı Padişahı, yüz birinci İslam halifesi.
Sultan Abdülmecid Han'ın en küçük oğludur. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettiğinden, ağabeyi Sultan Reşad'ın vefat ettiği gün padişah ve halife oldu. Saltanata geçtiğinde Birinci Dünya Savaşının korkunç neticeleri alınmak üzere idi. Nitekim 30 Ekim 1918'de Mondros mütarekesi imza edilerek, Birinci Dünya Harbi Mağlubiyetimizle bitti. Vahideddin Han bu mütarekeye imza koyan delegeleri kabul etmedi. Mütarekeden hemen sonra Osmanlı Devleti'ni sebepsiz yere savaşa'a sokan, milyonlarca vatan evladını cephelere eriten Talat, Enver ve Cemal Paşalar yurt dışına kaçtılar.

İttihatçı liderlerin baskısından kurtulan Sultan Vahideddin'in elinde ancak düşmanlara teslim edilmiş bir milleti idare etmek kaldı. İstanbul, 16 Mart 1920'de itilaf devletleri tarafından işgal edildi. Yunanlılar İzmir'e, İtalyanlar Güneybatı'ya, Fransızlar da Güney Anadolu'ya girdiler. 11 Mayıs 1920'de düşmanların hazırladığı ve Anadolu'nun işgalini ihtiva eden Sevr andlaşmasını bütün baskılara rağmen imzalamadı. Osmanlı ordusu tamamen lağvedildi. Medine muhafızı Fahri Paşa, Onikinci ordu kumandanı Ali İhsan Paşa ve harbiye nazırı Mersinli Cemal Paşa gibi değerli kumandanlar Malta'ya sürüldüler. Padişah'ın şahsını korumak için, yalnız yediyüz kişilik maiyyet-i seniyye kıtası bırakıdı. Sultan bu taburu, Ayasofya etrafındaki sipere sokup camiye çan takmak veya müze yapmak isteyenlere ateş ediniz emrini verdi.

İşgal altındaki İstanbul'dan vatanın kurtarılamayacağını anlayan Vahideddin Han, güvendiği kumandanları Anadolu'ya göndermek istedi. Ancak bunlar,"Dünyaya karşı harb edilmez. Bu iş olmaz" diyerek gitmeyi reddettiler. Sultan'ın kurtuluşun Anadolu'dan gerçekleşeceğine ümidi tamdı. Bir ara kendisi gitmeyi düşündü ise de, İngilizler "Eğer Anadolu'ya geçersen İstanbul'u Rum'lara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız" diyerek engellediler. Bunun üzerine birgün saraya çağırdığı Mustafa Kemal'i;"Paşa paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin!" sözlerinden sonra, büyük yetkilerle Anadolu'ya gönderdi. Böylece İstiklal mücadelesi başlamış oldu.

İstiklal Harbi zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 1 Kasım 1922'de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile kabul etti. Vahideddin Han'ın adı hutbelerden kaldırıldı. İstanbul ve Anadolu basınında aleyhinde yazılar çıkmaya başladı.

17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe sarayı'ndan Malaya harb gemisi tarafından alınıp Malta adasına götürüldü. Oradan Melik Hüseyin'in daveti üzerine Mekke'ye gitti. Oradan da İtalya'daki Sen Remo şehrine giderek orada ikamet etti. Vahideddin Han, acı ve sıkıntı içinde geçen bir sürgün hayatından sonra, 16 Mayıs 1926'da İtalya'da vefat etti. Cenazesi Şam'a getirilarek Sultan Selim Camii kabristanına defnedildi.

Vahideddin Han, çok akıllı ve çabuk kavrayışlı idi. Arada Sultan Reşad olmayıp da, İkinci Abdülhamid Han'dan sonra tahta çıksaydı, belki devletin başına böyle bir bela gelmezdi. Çünkü o, ittihad ve Teraki hükümetinin hatalarını önleyip, felaketlerin önüne geçebilecek kudret ve idare sahibi bir kimse idi. Çok sevdiği vatanından koparken yanında şahsi ve pek cüz'i mal varlığından başka bir şey götürmediği, ülkesinden ayrılmasının üzerinden henüz dört yıl geçmeden vefatında kasaba, bakkala ve fırına olan borçlarından dolayı 15 gün tabutunun kaldırılmamış olmasından da anlaşılmaktadır.

Vahideddin Han'ın vatanının ve milletinin uğradığı felaketler karşısında neler düşündüğü ve neler hissettiği kayıtlara geçmiş şu hadiseden çıkarılabilir. 1919 senesi Ramazanında bir sabah Yıldız Sarayı'nda yangın çıkar. Kısa zamanda büyüyen alevler, Sultan' ın geceleri kaldığı daireyi de sarar. O geceyi tesadüfen Cihannüma köşkünde geçirmiş olan Vahideddin, yangını haber alınca, üzerine pardesüsünü giyerek dışarı çıkar. Köşkün önünde hiç telaş göstermeden yangını seyrederken çevrede ağlayanları görünce gözleri yaşarak " Benim vatanım ateş içinde, onun yanında bunun ne kıymeti var" demekten kendini alamaz.

Valide Sultan


Valide Sultan

Osmanlılarda cülus merasiminden bir kaç gün sonra saray, yeni bir törene daha sahne olurdu. III. Murad Han'ın cülusundan itibaren düzenlenen bu merasim padişahın annesinin Eski Saray'dan alınarak Topkapı Sarayına nakli hadisesidir.
Valide Alayı ismi verilen bu tören şu şekilde gerçekleşirdi.
Yeni padişah cülusundan bir kaç gün sonra validesinin Eski Saraydan Topkapı Sarayına naklini emrederdi. Bir gün öncesinden rikâb-ı hümayun ve şikar ağaları, kapıcıbaşılar, sultan kethüdaları, padişah evkafı mütevellileri, haremeyn vakfı erkanı, harem-i hümayun ağaları, baltacılar, darüsaade ağası ve yeni tayin olunan valide kethüdasına haber gönderilerek hazır olmaları istenirdi.
Valide Alayı, Bayezid kolluğu (karakolu) önüne geldiği vakit yeniçeri ağası, şayet o seferde ise sekbanbaşı tarafından karşılanırdı. Araba burada bir müddet durur, bu sırada ağa yer öperek hürmet ve tazimlerini arzederdi. Ağaya bir hil'at giydirilir, yine ona ve maiyyetine önceden belirlenen hediyeleri dağıtılırdı. Bu şekilde her kulluk geldikçe oradaki görevli neferlere hediyeleri verilirken alaydan etrafa çil çil paralar saçılırdı. Alay cebehane önüne gelince cebecibaşı valide sultanı selamlayarak hediyesini alırdı.

El Öpme


Bu şekil merasimlerle bâb-ı hümayundan saraya girilirdi. Hastane kapısı köşesinde bekleyen bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde değneklerle dizilip ilgililer dışında kimseyi ileriye geçirmezlerdi.
Valide sultanın arabası has fırın kapısı önüne gelince padişah vakarlı bir şekilde yürüyerek gelir, validesini iki veya üç temenna ile selamlar ve annesinin sağ tarafdaki pencereden uzanan elini öperdi. Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı.
Valide Sultan'ın arabası orta kapıdan içeri girdikten sonra alay sona ererdi.
Valide sultan saraya gelişinin ertesi günü sadrazama bir hükümnâme ile kürk ve hançer gönderirdi.
Bu şekilde saraya yerleşen valide sultan haremin en itibarlı hanımıdır. Valide sultanın herkesten üstün konumu harem müessesesinin esasıydı. O hem sultan ailesinin vesayetinden hem de harem hanesinin günlük işleyişinin idarî denetiminden sorumluydu. Onun haremin en güçlü üyesi olduğunu maaşı açık bir şekilde yansıtmaktadır. Zira devlet hazinesinden harem üyelerinin her birine ödenen günlük maaş (mevacib), harem kurumunun hiyerarşisini ortaya koyar ve simgelerdi.
Kanuni sonrası dönemde, haremi idare eden ilk valide sultan olan Nurbanu Sultan'a günlük 2000 akçelik bir maaş bağlanmıştı. III. Mehmed'in annesi Safiye Sultan da ise, bu rakam 3000 akçeye çıkmıştır. Valide sultan maaşları, kısa süreli istisnai dönemler dışında bu yüksek seviyeyi muhafaza etmiştir.
Genelde Osmanlı haremini anlatan Avrupa kaynaklı tasvirlerde valide sultandan hiç söz edilmeyip, padişah kadınları ön plana çıkarılmaktadır. Harem kısmındaki gücün valide sultanın değil de hasekilerde olduğunu savunmaki yabancı gözlemcilerin saray hayatına dair cinsel fantazi ve entrika senaryolarını daha rahat kurabilmenin bir ürünü olmalıdır.
Harem-i hümayun konusunda arşiv belgelerine dayalı ciddi bir eser ortaya koyan Amerikalı tarihçi Lesli Peirce, bu durumu ; büyük ölçüde kendi kraliçelerinin karşılığını arayan ve dolayısıyla Osmanlı haremindeki en büyük güç ve statü sahibinin valide sultan olduğunu anlamaya hazır olmayan Avrupalı gözlemcilerin kültürel at gözlüklerine bağlanması gerekir diyerek açıklamaktadır.

Padişahlar ve Anneler

Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkar davranmaları onların saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırmıştır. Bunda muhakkak ki, İslamiyetin ana hakkı konusundaki müessir prensiplerinin büyük rolü olmuştur.
Cennet anaların ayağı altındadır; Ana babaya iyilik etmek nafile namaz, oruç ve hac faziletlerinden daha faziletlidir; Allahü Teâlâ'nın rızası ana va babanın rızasındadır vb. Hadisi şerifler ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık bir biçimde ifade etmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mahmed kendisini yetiştiren ve hristiyanlık dininde kalmaya devam eden üvey annesi Mara'ya geniş bağışlarda ve temliklerde bulunmuştur. Yine ona ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman annesi Hafsa Sultanı çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Hayırları ve iyi kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultanın Manisa'da cami, imaret, medrese, mektep ve hangâhı vardır.
III. Murad, validesi Nurbanu Sultan'ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Camiine kadar gelmiş, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek ruhu için sadakalar dağıttırmıştır.
III. Mehmed Han da babası gibi validesine çok riayet gösterirdi. IV. Mehmed'in annesi Turhan Sultan'a, III. Selim Han'ın da Mihrişah Saultan'a karşı hürmet ve tazimleri pek fazla idi.
Bunun neticesi olarak valide sultanların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da artmıştır. Bu durum bazı valide sultanların, devlet işlerine de karışmasına da yolaçmıştır. Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit olayların dahaçok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.

Valide Dairesi

Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan ünvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu ünvanı alamamıştır.
Valide Sultanların kendilerine verilmiş paşmaklık denilen hasları vardır. Daha sonraları haslarından başka kendilerine darphaneden muayyen bir maaş da tahsis edilmiştir.
Validelerin kalabalık bir maiyyetleri vardı. Haremi, Haznedar Usta vasıtasıyla idare ederlerdi. Haremdeki bütün kadınlar, sultanlar, ustalar, ve cariyeler kendisinden çekinirler onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Göçler, gezintiler onun emriyle ve arzusuna uygun olarak haznedar ve kalfalar tarafından uygulanırdı. Törenlerde ve hareme kabullerde baç rolü valide sultan oynardı. Hariçteki işlerin Valide Kethüdası denilen bir memur bakardı. Validelerin hasları ve mukataalarını da o idare ederdi.
Haremde valide sultan dairesi padişaha ait mekanlardan sonra, en büyük ve en önemli mekândır. Daireyi valide taşlığından bir bekleme odası ile girilirdi. Girişte nöbetçi cariyeler beklerdi. Daire yüksek kubbeli bir sofa, daha küçük bir yatak ve ibadet odası ile iç içe üç bölüm halindedir. Sofanın duvarlarının alt kısımları çinili, üst bölümleri ise 19. yüzyıl hayali panoramik manzara resimleriyle dekorlanmıştır. Sedef kakmalı gömme dolapları ve kapı kanatları eskidir. Bir ocak ve çeşmeye de sahip olan odaya kadife sedirler ve sofra takımı da kurulmuştur. Valide Sultanlar yemeklerini burada yerlerdi.
Yatak odası kapısının yanında mermer üzerine yazılmış olan;

Lâ ilâhe illallah
Muhammedun Resûlullah
Dem bedem saat besaat
bâd ikbâlet fizûn
Düşmenet çün
şişe-i saat bemişe ser nigûn
Bu ocağın dûd-i dâim
sünbül izhâr eylesün
Sahibine hazret-i Hak
nârı gülzâr eylesün


Açıklaması:

Allahü Teâlâ'dan başka ilah yoktur, Muhammed "aleyhisselam" O'nun Resûlüdür. Her ana her saat talihin yükselsin, Düşmanın, saat şişesi gibi baş aşağı olsun Bu ocağın daimi olan dumanı sünbül gibi görünsün Sahibine Hazret-i Hak, ateşi gül bahçesi eylesin.

Anlamına gelen bir beyit yeralmıştır. Yatak odasının 17. yüzyıl İznik çiniciliğinin son kaliteli ürünleriyle kaplı duvarlarında, çiçekler fışkıran şadırvan motifleri kullanılmıştır. Solda ahşap altın yaldızlı, kabartmalı ve üstü dört sütuna dayalı parmaklıkla çevrili alanı yatak yeridir.
Yatak odasından mermer söveli ve demir şebekeli bir zar ile geçilen dua odası da benzer görünüşlüdür. Duvarında çiniden bir Kabe tasviri de vardır.
Ölen ya da tahttan indirilen padişahların anneleri, merindeki cariyeleri ile birlikte bu daireyi boşaltarak yeniden Eski Saray'a yerleşir ve kendilerini tamamen hayır işlerine verirlerdi.

VARNA SAVAşI

VARNA SAVASI

Sultan İkinci Murad büyük bir hızla Edirne'ye geldi. Osmanlı Ordusunun başına geçti. Varna önlerine gelen Osmanlı Ordusu, Haçlılara karşı saldırıya geçti. Haçlı Ordusunun Varna önlerinde bozguna uğratılmasıyla büyük bir zafer kazanıldı (10 Kasım 1444).

Varna Savaşı, Haçlıların İstanbul'un Türkler tarafından fethedilmesini engellemek için yaptıkları son girişim oldu.

Bu savaş, Osmanlıları Segedin Antlaşmasına zorlayan şartları tamamen değiştirdi. Sultan İkinci Murad, bir müddet sonra tahtı, yine oğluna bırakarak çekildiyse de devlet adamlarının ısrarları sonucu tekrar tahtına döndü

Varna Savaşı

Varna Savaşı (Varna Zaferi)

10 Kasım 1444’te Varna’da yapılan Osmanlı-Haçlı muharebesi.

Sultan İkinci Murad Hanın Rumeli fetihleri sonunda, Macaristan ve Lehistan ile 12 Temmuz 1444 tarihinde imzalanan Segedin Antlaşması, on yıllık bir sulh devresi getiriyordu. Sultan Murad Han, sulh devresinden istifadeyle, veliaht Mehmed’in (Fatih) idaresini görmek için, yorulduğunu ileri sürerek saltanattan çekildi. Oğlu Sultan İkinci Mehmed Han, on üç yaşında Osmanlı tahtına geçti. Osmanlı tahtına tecrübesiz zannettikleri birinin çıktığını öğrenen Haçlılar, hazırlığa giriştiler. Fırsatı kaçırmak istemeyen Bizans İmparatoru ile Venedik senatosu, Osmanlılar'ı Rumeli’den çıkarmanın zamanının geldiği iddiasıyla, Macar kralı Vladislas’a yeminini bozdurdular.

Bizans imparatoru, kardinal Çesarini ve Macar kralı Vladislas, Haçlı seferi için hazırlıklara başladılar. Yaptıkları plâna göre; Haçlı gemileri, Çanakkale ve Karadeniz boğazını tutacaklar, Anadolu’da bulunan Sultan İkinci Murad’ın Rumeli’ye geçmesine mâni olacaklar ve zincirleme savaşlarla yorulmuş ve çocuk yaştaki Sultan İkinci Mehmed’in kumandasında olan Osmanlı ordusunu kolayca imha edeceklerdi.

Kısa zamanda hazırlanan Haçlı ordusunu; Macarlar, Lehli, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya, Hırvat, Alman, Fransız ve Venedik kuvvetleri teşkil etmekteydi. Venedik, müttefik ordularına kuvvetli bir donanmayla yardım edecekti. Eflak ve Boğdan voyvodalıkları da mühim kuvvetlerle müttefiklere katılmışlardı.

Hıristiyan müttefiklerin harp ilanı ve giriştikleri hazırlıklar, Osmanlılar tarafından haber alınınca, Edirne’de endişeli bir hava esmeye başladı. Edirne’de toplanan saltanat şûrâsında, alınacak tedbirler düşünüldü ve ordunun başında tecrübeli bir hükümdarın bulunmasına karar verildi. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'nın isteğiyle, İkinci Mehmed Han, babasını başkumandan olarak ordunun başına davet etti.

Sultan Murad Han, oğlunun davetine uyarak süratle Anadolu askerini topladı. O sırada Papa ve Venedik gemileri Çanakkale boğazı önünde toplanmış, Türklerin şimdiye kadar kuvvetlerini Rumeli’ye naklederken kullandıkları Çanakkale boğazı yolunu kesmişlerdi. Buradan Rumeli’ye geçmek imkânsızdı. Murad Han, Çanakkale tarafına az bir kuvvet gönderip düşmanı yanıltarak, süratle İstanbul boğazına (Anadolu Hisarı’na) geldi. Sadrazam Halil Paşa, yeniçeri, topçu, cebeci ve Rumeli askeriyle İnceğiz’de bekliyordu. Sultanın boğaza ulaştığını haber alınca, bugünkü Rumeli Hisarının bulunduğu yere geldi ve yanında getirdiği topları yerleştirdi. Böylece tarihte ilk defa İstanbul Boğazı, top ateşiyle kontrol altına alındı. Sultan Murad Han, derhal, maiyetindeki 40 000 kişilik Anadolu askerini, topçunun himayesinde, asker başına bir duka altını vermek suretiyle Ceneviz gemileriyle karşıya geçirdi. Bizanslılar, İstanbul surları yakınından sancak ve bayraklarını dalgalandıra dalgalandıra ilerleyen Osmanlı ordusunu seyretmekten başka bir şey yapamadılar.

20 Ekim 1444 tarihinde Rumeli’ye ayak basan Sultan Murad Han, bu geçişin emniyetle başarılmasında hizmeti dokunan topçu kumandanı Saruca Paşaya ihsanlarda bulundu. Geçişi Edirne’ye bildirmek için kapıcıbaşı ile Muhtesibzâde acele yola çıkarıldı. Murad Han, Edirne’ye yaklaşınca, devlet adamları ve halk tarafından karşılandı. Fakat Edirne’ye girmeyerek şehrin dışında konakladı. Sultan Mehmed ve vezîriâzam Halil Paşayı Edirne’nin muhafazasına bırakıp süratle Varna üzerine yürüdü.

Macar Kralı Vladislas da sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1 Eylül 1444 tarihinde Segedin’den hareket ederek 16 Eylül’de Orsova’ya vardı. Meşhur Macar komutanı Jan Hunyad 4000 seçme zırhlı süvariyle burada asıl kuvvetlere iltihak etti.

Orsova’da yapılan toplantıda Jan Hunyad, Haçlı ordusunun başkumandanlığına getirildi. Ayrıca ordunun harekât plânı kararlaştırıldı. 18-22 Eylül’de Tuna’yı aşan Haçlı kuvvetleri 24 Ekim’de Yenipazar’a girdiler ve şehirdeki Müslümanları kılıçtan geçirdiler. 26 Ekim 1444 günü Şumnu, Tırnova, Prevadi, Retric, Mihaliç’te de aynı katliamı yaptılar. 9 Kasım 1444 günü Varna önüne gelen Haçlı ordusu, şehrin güneyindeki Galatahisar, Makropolis, Kavarna köylerini ele geçirdi ve Varna’nın kuzey bölgesinde ordugâhını kurdu.

Haçlı ordusunun sol kanadı, Varna bataklıklarıyla çevriliydi ve bu cenahta Ulahlarla bir kısım Macarlar bulunuyordu. Sağ cenah tamâmen açık bulunduğundan Macarların hemen bütün kuvvetleri bu taraftaydı. Siyah Macar bayrağı, Erlau piskoposunun muhafazasına verilmişti. Alemdar, Franko idi. Ordu kuvvetleri, meşhur kardinal Çesarini, Franko ve Erlan piskoposunun arasında taksim edilmişti. Varadin piskoposu, ordunun arkasını, eşya ve top mühimmatını muhafaza etmekteydi. Kral Vladislas ortada yer aldı.

Haçlıların bu nizamına mukabil Osmanlı ordusunun başkumandanı Sultan Murad Han, kademeli olarak tertibat aldı. Kuvvetlerin en mühim kısmını iki sıra üzerine yerleştirdi. Harp, Rumeli’de olduğundan, usul gereğince Rumeli beylerbeyi Turhan Bey, Rumeli askeriyle sağda, Anadolu beylerbeyi Karaca Bey de, Anadolu askeriyle sol cenahta yerlerini aldılar. Osmanlı ordusunun başkumandanı Murad Han da yanında yeniçeriler olduğu halde ortada üçüncü sırayı teşkil eden bölümdeydi. Muharebe idare yeri, biraz yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuştu.

Sultan Murad Han, Varna Sahrasında saf tutan Haçlı ordusuyla muharebeye başlamadan evvel iki rekat namaz kıldı ve şöyle dua etti: “İlâhî! Mümin kullarını, benim günahımın çokluğundan ötürü küffâr elinde zebûn etme. İlâhî! Habîbinin hürmeti için ümmetini sen sakla ve sen mansûr ve muzaffer eyle.”

Tarihin en mühim meydan muharebelerinden biri olan Varna Muharebesi, 10 Kasım 1444 sabahı Osmanlı askerinin "Allah Allah" nidalarıyla başladı. Murad Han, azabları ve akıncıları düşmanın en zayıf tarafı olan sağ kanada doğru sürdü. Öğleye doğru savaş şiddetlendi. Düşman başkumandanı Jan Hunyad, yanına Eğri piskoposunun alayını da alarak sağ kanat üzerine yüklenen Türklere karşı taarruza geçti. Haçlı süvarileri, zırhlı olduğu için az telefat veriyor, Türkler bu yüzden müşkül vaziyete düşüyordu. Kardinal Jülyen Çesarini’nin alayları taarruza kalkınca, Osmanlı akıncı ve azabları gerilemeye başladı. Karaca Bey kumandasındaki Anadolu sipahileri, derhal Jan Hunyad’ın tarafına doğru taarruza geçtiler. Bu hücum karşısında Hırvatlar gerilemeye başladı. Düşmanın sağ kanadı çökmeye yüz tuttu. Haçlıların bir kısmı Varna’ya doğru şehir kapılarına kadar çekildiler.

Sağ kanat kuvvetlerinin müşkül vaziyete düşerek gittikçe eridiğini gören Jan Hunyad, Kral Valdislas’ın kumandasındaki alayları da alarak Bosna piskoposu ile birlikte ileri atıldı. Bu şiddetli saldırılar karşısında, Osmanlı sol cenahı geriledi. Bu sırada, sol kanat kumandanı Karaca Paşa şehit düştü. Anadolu sipahileri de savaş meydanından dışarı itildi. O sırada sol cenahla merkez bölümü arasında meydana gelen boşluktan içerilere ilerleyen düşman kuvvetleri, yeniçerilerin tuttuğu hatta kadar sokuldular ve taarruzlarının en şiddetlisini, Osmanlı karargâhına yönelttiler. Mevkiini azim ve metanetle koruyan Murad Han, muharebenin aldığı şekle göre askerinin harekâtına ustaca müdahalelerde bulunarak, fazla zaman kaybetmeden cephenin sıkışan kısımlarını düzeltebilme kudretini gösterdi.

Öbür taraftan, Haçlı ordusunun tekmil kuvvetlerini muharebenin seyrine ve ihtiyacına göre kullanmak isteyen Jan Hunyad, Kral Vladislas’ın kendisinden haber almadan müdahalede bulunmamasını istemişti. Fakat savaşın Haçlılar lehine gelişmesi üzerine, kazanılacak zaferin şerefini tamamen Jan Hunyad’a kaptırmak istemeyen Vladislas ise, ondan habersiz, ihtiyattaki mevkiini terk ederek işe müdahale etti. Bu sırada Jan Hunyad’ın Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlediğini gören Murad Han, yeniçerileri yanlara doğru açarak düşmanı boşluğa çekti. Boş alana taarruz eden Haçlı birlikleri arasında Macar kralı ve emrindeki alaylar da vardı. Haçlılar kısa bir süre sonra kuşatma çemberinin içine girdiklerini anladılar.

Düşman kıskaç arasına alınınca, çok şiddetli bir taarruza geçildi. Yeniçeriler, zafere ulaşmak şevk ve heyecanıyla katî hücuma geçtiler. Bu arada Kral Vladislas, bir balta darbesiyle yere düşürüldü. Bir yeniçeri yetişerek kralın başını kesti ve Sultan Murad’a götürdü. Vladislas’ın başı, bir mızrağın ucuna geçirilerek, yeminine rağmen bozduğu muahede nüshasının asılı olduğu mızrağın yanına dikildi. Macar kralının ölümü ve teşhir edilen başı, Haçlı ordusunun maneviyatını bozdu. Jan Hunyad’ın çabalamaları, bozgunu durduramadı. Sabahtan başlayan muharebe, ikindi vakti sona ermişti.

Jan Hunyad muharebenin kaybedildiğini anladığı vakit, ordusuna haber vermeden, yanındaki Ulahlarla birlikte geri çekildi ve Karadeniz’in kuzey kısmını takip ederek kaçmaya muvaffak oldu. Davud Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, Jan Hunyad’ı iki gün takip ettilerse de yakalayamadılar.

Erlau ve Grosvaradin piskoposları ile ahitnamenin bozulmasına sebep olan papa vekili kardinal Çesarini, ölüler arasında olup, düşmanın kaybı, 65 000 civârındaydı.

Kralın kıymetli eşyalarıyla dolu 250 araba, Türklerin eline geçti. Bu muharebede Osmanlı ordusu, 15 000 şehit verdi.

Zaferi müteakip Müslüman hükümdarlara fetihnameler yazıldı. Bütün İslam âlemi, Osmanlının zafer sevincine katıldı.

Tarihte büyük neticeler doğuran harplerden olan Varna Zaferiyle, Balkanlarda, Osmanlının güç ve kuvvetine karşı koyacak bir kuvvet kalmadı. Lehistan ve Macaristan, Kral Vladislas’ın ölümüyle, bir daha birleşememek üzere ayrıldı ve Baltık kıyısından Adriyatik Denizine kadar uzanan Lehistan-Macaristan Devleti ortadan kalktı.

Varna Muharebesi; Bizans’ın, Balkanlardan ve Avrupa’dan ümidini kesmesine ve yıkılacağı günlerini beklemesine sebep oldu; İstanbul’un fethine zemin hazırladı.

VATAN VE MİLLET-YILLIK PLAN-SOSYAL BİLGİLER

SOSYAL BİLGİLER

AMAÇLAR

1. “Vatan ve Millet ünitesinde geçen kavramların anlam bilgisi

2. Vatan sevgisinin önemini kavrayabilme

3. Ulusu oluşturan öğeler bilgisi

4. Ulus sevgisinin önemini kavrayabilme

5. Türk ulusunun özellikleri bilgisi

6. Vatanını ve ulusunu seven bir kişiliğe sahip oluş

7. Vatanın bütünlüğü ve birliği için özveride bulunma bilincine sahip oluş

KONULAR

  1. Vatan ve Vatan Sevgisi
  2. Ulus ve Ulus Sevgisi

ATATÜRKÇÜLÜK

  1. Atatürk’ün kişiliği ve özellikleri
  2. Atatürkçü düşüncede yer alan konular

BELİRLİ GÜN VE HAFTALAR

  1. İlköğretim Haftası (Okulların açıldığı ilk hafta)
  2. Hayvanları Koruma Günü (4 Ekim)
  3. Dünya Çocuk Günü (Ekim ayının ilk pazartesi günü)

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ

ÜNİTE 1: ALLAH’A İNANIYORUM

AMAÇLAR

  1. Evrenin bir yaratıcısı olduğunun farkında olur.
  2. Allah’ın insana yakın olduğuna inanır.
  3. Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şahadet getirerek anlamlarını söyler.

KONULAR

  1. Evrende bir düzen vardır.
  2. Beni, ailemi ve her şeyi yaratan Allah’tır.
  3. Allah’ın eşi ve benzeri yoktur.
  4. Allah her şeyi işitir, bilir ve görür.
  5. Allah’ın her şeye gücü yeter.
  6. Allah bizimle beraberdir.
“ Kelime-i Tevhid” ve “Kelime-i Şahadet’i” öğreniyor

vatandaşlık hakları

VATANDAŞLIK HAKLARI

Vatandaşlık hakları anayasamızda “Temel Haklar ve Ödevler” kısmında düzenlenmiştir. Bu başlık altında ilk olarak , “Kişinin Hakları ve Ödevleri” bölümünde,bireyin doğuştan sahip olduğu,dokunulmaz ve vazge- çilmez hakları sıralanmaktadır. Bu haklar,bireyi topluma ve devlete karşı koruyan haklardır. Bunlardan farklı olarak bireyin toplumdan ve devletten ba- zı şeyler ve belli tutumlar istemesini mümkün kılan haklar vardır. Bu yüzden bunlara “isteme hakları” denir .İşte bu haklar anayasamızda “Sosyal ve Ekono- mik Haklar ve Ödevler” adı altında düzenlenmiştir. Birde bireyin siyasal yaşama katılımını sağlamaya yönelik haklar vardır. Bunlara “siyasal haklar” denir. Anayasamızda “Siyasal Haklar ve Ödevler” bölümünde,bu haklardan söz edilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti,Anayasamıza göre,bir “sosyal devlettir. Sosyal devlet,genellikle,vatandaşların refah durumlarıyla ilgili olan,onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamakla görevli devlet olarak tanımlanır. Kuşkusuz,bir devletin sosyal devlet olma derecesi,anayasadaki “sosyal ve ekonomik hakları” gerçekleştirme gücüne bağlıdır. Fakat vatandaşların refah durumlarıyla ilgilenen ve bunları anayasada güvence altına alan bir devlet,salt bu niteliğin- den dolayı, sosyal devlet olma özelliğini kazanamaz. “Demokratik devlet” ile sosyal devlet birbirine sıkı sıkıya bağlı olgulardır. Demokratik devlet ,güçsüz- lerin güçlerini,devlet yapısı ve siyasal kararlar üzerinde hissettirmeleriyle gerçek anlamda kurulabilir. Bunun için devlet sistemi içinde çalışanların yeri ve ağırlığının olması ve anayasal güvenceye kavuşturulması gerekir. Ancak bu şekilde,sosyal devlet,vatandaşlarına”lütuf” dağıtan bir “sadaka devlet” olmaktan çıkar.Bu amaçla çalışma yaşamına ilişkin hükümler de sosyal ve ekonomik haklar içinde yer almaktadır.Siyasal hakların,demokratik bir devlet anlayışı ve uygulaması için vazgeçilmez olduğunu zaten biliyoruz. Şimdi, sosyal ve ekonomik haklar ile siyasal hakları anayasamızda düzenlenenbiçimiyle daha ayrıntılı olarak görebiliriz.

1.Sosyal Haklar

Ailenin Korunması:Anayasaya göre, aile “toplumun temeli”dir.Bu nedenle devlet,ailenin huzur ve refahını, özellikle anneyle çocukların korunmasını sağ- layacak önlemler alır ve gerekli örgütleri kurar.Aynı zamanda,aile planlaması- nın,yani istenen zamanda ve sayıda çocuk sahibi olunmasının öğretilmesi ve yaşama geçirilmesi konusunda da devlete görev düşmektedir.

Eğitim ve Öğrenim:Devlet,vatandaların eğitim ve öğrenimlerini sağlamak zorundadır.Ülkemizde sekiz yıllık eğitim bütün vatandaşlar için zorunludur. Devlet,vatandaşları arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin,herkesin çağdaş eğitim koşulları içinde ve parasız olarak temel eğitim koşulları içinde parasız olarak temel eğitim almasını sağlamakla yükümlüdür.Devlet, ayrıca, maddi olanakları yetmeyen öğrenciler için burslar sağlar ve gerekli yardımları yapar. Özel eğitime ihtiyacı olanlar için gerekli önlemleri alır.

Çevre Sağlık ve Konut Hakkı:Devlet,vatandaşlarının sağlıklarına zarar vermeyecek, temiz ve dengeli bir çevrede yaşamalarını sağlamak için gereken çabayı gösterir. Devletin vatandaşlarına karşı görevlerinden biri de,onların sağ- lık koşullarıyla ilgilenmek,hastaneler açmak,salgın hastalıkları önlemek, bulaşıcı hastalıklara karşı parasız aşı sağlamaktır.Devlet,ayrıca,vatandaşların konut ihtiyaçlarını sağlamak için önlemler alır.

Gençlik ve Spor Konularındaki Ödevler:Cumhuriyetimiz gençlere emanet edilmiştir.Gençlerin yetişmeleri ve kendilerini geliştirmeleri ülkemizin gelece-

ği açısından büyük önem taşımaktadır.Bu nedenle, devlet,gençlerin yetişme-

lerini sağlayacak koşullar yaratır;gençleri,alkol,uyuşturucu gibi kötü alışkan-

lıklardan korumaya çalışır;sporu teşvik eder.

Sosyal Güvenlik Hakları:Sosyal güvenlik ile ilgili önlemleri almak ve gerekli örgütlemeyi sağlamak devletin temel görevlerindendir.Devlet,sakatlarla yaşlı-

lara yardım etmek şehitlerin dul ve yetimleri ile gazileri korumak korumaya muhtaç çocukları topluma kazandırmak için gerekli önlemleri alır.Ayrıca,ya-

bancı ülkelerde yaşayan Türk vatandaşlarının aile birliğini,çocukların eğiti-

mini ve kültürel ihtiyaçlarını sağlamaya çalışır.

Kültürel ve Sanatsal Ödevler:Bir ülkenin kültür, tarih ve sanat alanında sahip olduğu varlıklar ve değerler,o ülkenin hazinesi gibidir.Bunların kaybedilmemesi ve geliştirilmesi için devlet gerekeni yapmakla yükümlüdür.Devlet,sanatçının korunması ve desteklenmesi,sanatın sevilip yayılması için de gerekeni yapar.

2.Ekonomik Haklar

Sosyal ve ekonomik haklar birbirini tamamlar.Gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası bu hakları aynı bölümde düzenlemiştir.Ekonomik haklarda sosyal haklar gibi,hem ülke kalkınmasını sağlamak,hemde “sosyal adaleti” gerçekleştir-

mek için devletin yerine getirmesi gereken ödevlerden oluşmaktadır.Devlet sosyal ve ekonomik hakları,mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.Ekono-

mik haklardan bazıları şunlardır.

Tarımcılık ve Hayvancılığın Korunması:Devlet,tarımla hayvancılığın gelişme

sini sağlamak ve bu dallarda çalışanlara yardım etmek için gerekli önlemleri

alır.Örneğin;topraksız olan ya da toprağı az olan çiftçilere toprak sağlar. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanların gereksindiği alet ve gereçlerin sağlanmasını kolaylaştırır.Tarımsal üretimin arttırılması için,tarımsal bir üretim planlanması

oluşturur.Üreticilerin ürünlerinin gerçek değerini elde etmelerini sağlayacak önlemleri alır.Örneğin;belli taban fiyatlarını belirler.

Çalışma Yaşamının Düzenlenmesi:Bir ülkede ekonomik ve siyasal dengenin

olması için,adaletli bir ücret politikasının bulunması gerekir. Çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli ücret almaları ve sosyal yardımlardan yaralanma-

ları için gerekeni yapmak devletin ödevleri arasındadır.Devlet,çalışanların hayat düzeyini yükseltmek,çalışanları korumak ve geliştirmek,çalışma koşulla-

rını insanlara yaraşır bir hale getirmekle yükümlüdür.Bu nedenle işsizliği önle- mek için gerekli önlemleri alır;asgari ücreti saptar.

Çok küçük yaşta çalışma hayatına atılan,az bir ücretle,sağlıksız ortam-

larda çalışan çocukları korunmak,onlara eğitim olanağı sağlamak,çalışma koşullarını geliştirmek devletin görevidir. Devlet,bedensel ve ruhsal yetersiz-

likler yüzünden çalışamayacak durumda olanları da korur.

Özel girişimin,ülkenin ekonomik gereklerine göre yapılması ve sosyal amaçlara göre uygun olarak yürütülmesi için gerekli önlemleri alması şarttır.

Çalışma yaşamında vatandaşların sahip olduğu haklardan biri de,sendika kurma hakkıdır.İşçiler ve işverenler,ekonomik ve sosyal hak ve çıkarlarını korumak için sendikalar ve üst kuruluşlar (konfederasyon gibi) kurma hakkına

sahiptirler.Sendikalara üye olmak ve üyelikten çıkmak serbesttir.Anayasamız-

da işçi ve işverenlere ayrıca,toplu iş sözleşmesi hakkı ile grev ve lokavt hakları

tanımaktadır.

Devlet ayrıca,uzun bir dönem,düşük ücretle çalıştırılan kadınların çalışma koşullarını iyileştirmek,çocuklara kreş sağlamak doğum izni vermek gibi görevleri yerine getirir.Ülkemizde kadınların çalışma yaşamı dışında ev yaşamında da ağır sorumluluklar yüklendikleri göz önünde bulundurulmalıdır.

3.Siyasal Haklar

Sosyal ve ekonomik haklar yanında,vatandaşlıktan doğan haklardan biri de siyasal haklardır.Siyasal haklar,vatandaşların yönetime katılmaları ve siya-

sal alanda söz sahibi olmalarını sağlar.Onun için siyasal haklar,demokratik yönetim anlayışının vazgeçilmez unsurudur.

Siyasal hakların başında seçme ve seçilme hakkı gelir.Temsili demokra-

silerde,halkın adına karar almak, seçimle iş başına gelen yöneticilere bırakılır. Bu yöneticileri kimin seçeceği sorunu,demokrasinin temel sorunlarından biridir.Başlarda,oy hakkı vatandaşların küçük bir kesimi tarafından kullanılmaktaydı.Çalışan kesimlerin ve kadınların oy hakkını elde etmeleri daha sonralara rastlar.Bu nedenle,genel ve eşit oy hakkı,seçim ve temsil ilkesi doğduktan sonra ortaya çıkmıştır.Oy hakkının genişlemesiyle ve çağdaş siyasal partilerin siyaset sahnesinde yerini almasıyla birlikte,bugünkü anlamda seçme ve seçilme hakkı doğmuştur.Günümüzde,yasalarda gösterilen şartlara uygun olarak,her vatandaş seçme,seçilme,siyasal etkinlikte bulunma ve halkoylaması-

na katılma haklarına sahiptir.

Bugün,demokratik yöntemlerin çoğu,temsil ilkesine dayanır.Ülkemiz de

temsili demokrasi ile yönetilir.Temsili demokrasilerde,halk,belli süreler içinde,belli sayıda temsilciler seçer ve siyasal kararlar halk adına bu temsilciler tarafından alınır siyasal partiler temsili demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarıdır.Çünkü;seçimlerde kime oy vereceğimizi değil,hangi siyasal partiye oy vereceğimizi düşünürüz.Siyasal partiler,belli bir dünya görüşü bir siyasal doktrin etrafında örgütlenen insanlardan oluşur ve siyasal iktidara gelmeyi amaçlar.Siyasal partiler aracılığıyla seçtiğimiz temsilciler,seçildikten sonra,sadece kendilerini seçenleri değil,bütün ulusu temsil eder ve ulus adına karar alır.

Seçme yada oy hakkı,seçimlerde oy kullanma ile sınırlı değildir. Bazen, temsilcilerin aldığı bir karar,oy verdikleri bir tasarı geçerli olabilmek için hal-

kın oyuna sunulur.Buna “halkoylaması” yada “referandum”denilmektedir.Böy-

lece,belli konularda halkın düşüncesi öğrenilmiş olur ve halkın siyasal kararla-

ra “doğrudan katılması sağlanır.Temsili demokrasilerde,halk oylaması,sık sık uygulanan bir yöntem değildir.

Siyasal haklar içinde siyasal partilerle ilgili olan haklar,vatandaşların daha aktif olarak siyasal yaşama katılmaları için önemlidir.Kişiler,yasalarda belirtilen koşullara uygun olarak,siyasal parti kurulabilir,üye olabilir ya da ü-

yelikten çıkabilir.Ancak bir ülkede siyasal etkinlik sadecepartiler aracılığıyla

gerçekleşmeşmez.Vatandaşların partilerin yanı sıra,sendikalar ve dernekler kurma,bunlara üye olma haklarının da bulunması gerekir.Ayrıca “kişi hakları”

içinde yer alan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü,toplantı ve gösteri yü-

yüşü düzenleme özgürlüğü gibi haklarda siyasal haklarla ilişkili,onu tamamla-

yan haklardır.

Ekonomik ve sosyal durumu,zenginlik ve öğrenim derecesi ne olursa olsun,her vatandaşın siyasal haklardan eşit olarak yararlanması gerekir. Bir ülkede, siyasal haklar her vatandaşa eşit düzeyde uygulanmıyorsa, o ülkenin demokratik olduğu söylenemez. Demokratik yönetimi, güçsüzlerin kendilerini ifade edebildikleri ve yönetimde söz hakkına sahip oldukları bir yönetim şekli olarak da görmeliyiz.Güçsüzlerin yani yoksulların,azınlıkların,güçlüleri siyasal iktidara taşıyabilmeleri için,siyasal haklardan yararlanmaları gerekir.Bunun için genel ve eşit oy hakkı önemlidir.Bir ülkede,Siyasal haklar herkese eşit düzeyde uygulanmıyorsa,bu haklardan yararlanamayan vatandaşlar,yönetime razı göstermeyeceklerdir.Demokratik yollarla kendilerini ifade edemedikleri için,şiddete başvurabilirler.Sonuçta,birbirini anlamayan,birbirleriyle ortak ya-

şam kurmayan,ülkesini sahiplenmeyen bir vatandaşlar topluluğu doğacaktır.

Bir ülkede yaşayan vatandaşlarınYönetime razı göstermeleri için,başka bir deyişle meşruluğun sağlanması için,herkesin eşit düzeyde siyasal haklardan

yararlanması gerekir.

vatandaşlık hakları

VATANDAŞLIK HAKLARI

Vatandaşlık hakları anayasamızda “Temel Haklar ve Ödevler” kısmında düzenlenmiştir. Bu başlık altında ilk olarak , “Kişinin Hakları ve Ödevleri” bölümünde,bireyin doğuştan sahip olduğu,dokunulmaz ve vazge- çilmez hakları sıralanmaktadır. Bu haklar,bireyi topluma ve devlete karşı koruyan haklardır. Bunlardan farklı olarak bireyin toplumdan ve devletten ba- zı şeyler ve belli tutumlar istemesini mümkün kılan haklar vardır. Bu yüzden bunlara “isteme hakları” denir .İşte bu haklar anayasamızda “Sosyal ve Ekono- mik Haklar ve Ödevler” adı altında düzenlenmiştir. Birde bireyin siyasal yaşama katılımını sağlamaya yönelik haklar vardır. Bunlara “siyasal haklar” denir. Anayasamızda “Siyasal Haklar ve Ödevler” bölümünde,bu haklardan söz edilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti,Anayasamıza göre,bir “sosyal devlettir. Sosyal devlet,genellikle,vatandaşların refah durumlarıyla ilgili olan,onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamakla görevli devlet olarak tanımlanır. Kuşkusuz,bir devletin sosyal devlet olma derecesi,anayasadaki “sosyal ve ekonomik hakları” gerçekleştirme gücüne bağlıdır. Fakat vatandaşların refah durumlarıyla ilgilenen ve bunları anayasada güvence altına alan bir devlet,salt bu niteliğin- den dolayı, sosyal devlet olma özelliğini kazanamaz. “Demokratik devlet” ile sosyal devlet birbirine sıkı sıkıya bağlı olgulardır. Demokratik devlet ,güçsüz- lerin güçlerini,devlet yapısı ve siyasal kararlar üzerinde hissettirmeleriyle gerçek anlamda kurulabilir. Bunun için devlet sistemi içinde çalışanların yeri ve ağırlığının olması ve anayasal güvenceye kavuşturulması gerekir. Ancak bu şekilde,sosyal devlet,vatandaşlarına”lütuf” dağıtan bir “sadaka devlet” olmaktan çıkar.Bu amaçla çalışma yaşamına ilişkin hükümler de sosyal ve ekonomik haklar içinde yer almaktadır.Siyasal hakların,demokratik bir devlet anlayışı ve uygulaması için vazgeçilmez olduğunu zaten biliyoruz. Şimdi, sosyal ve ekonomik haklar ile siyasal hakları anayasamızda düzenlenenbiçimiyle daha ayrıntılı olarak görebiliriz.

1.Sosyal Haklar

Ailenin Korunması:Anayasaya göre, aile “toplumun temeli”dir.Bu nedenle devlet,ailenin huzur ve refahını, özellikle anneyle çocukların korunmasını sağ- layacak önlemler alır ve gerekli örgütleri kurar.Aynı zamanda,aile planlaması- nın,yani istenen zamanda ve sayıda çocuk sahibi olunmasının öğretilmesi ve yaşama geçirilmesi konusunda da devlete görev düşmektedir.

Eğitim ve Öğrenim:Devlet,vatandaların eğitim ve öğrenimlerini sağlamak zorundadır.Ülkemizde sekiz yıllık eğitim bütün vatandaşlar için zorunludur. Devlet,vatandaşları arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin,herkesin çağdaş eğitim koşulları içinde ve parasız olarak temel eğitim koşulları içinde parasız olarak temel eğitim almasını sağlamakla yükümlüdür.Devlet, ayrıca, maddi olanakları yetmeyen öğrenciler için burslar sağlar ve gerekli yardımları yapar. Özel eğitime ihtiyacı olanlar için gerekli önlemleri alır.

Çevre Sağlık ve Konut Hakkı:Devlet,vatandaşlarının sağlıklarına zarar vermeyecek, temiz ve dengeli bir çevrede yaşamalarını sağlamak için gereken çabayı gösterir. Devletin vatandaşlarına karşı görevlerinden biri de,onların sağ- lık koşullarıyla ilgilenmek,hastaneler açmak,salgın hastalıkları önlemek, bulaşıcı hastalıklara karşı parasız aşı sağlamaktır.Devlet,ayrıca,vatandaşların konut ihtiyaçlarını sağlamak için önlemler alır.

Gençlik ve Spor Konularındaki Ödevler:Cumhuriyetimiz gençlere emanet edilmiştir.Gençlerin yetişmeleri ve kendilerini geliştirmeleri ülkemizin gelece-

ği açısından büyük önem taşımaktadır.Bu nedenle, devlet,gençlerin yetişme-

lerini sağlayacak koşullar yaratır;gençleri,alkol,uyuşturucu gibi kötü alışkan-

lıklardan korumaya çalışır;sporu teşvik eder.

Sosyal Güvenlik Hakları:Sosyal güvenlik ile ilgili önlemleri almak ve gerekli örgütlemeyi sağlamak devletin temel görevlerindendir.Devlet,sakatlarla yaşlı-

lara yardım etmek şehitlerin dul ve yetimleri ile gazileri korumak korumaya muhtaç çocukları topluma kazandırmak için gerekli önlemleri alır.Ayrıca,ya-

bancı ülkelerde yaşayan Türk vatandaşlarının aile birliğini,çocukların eğiti-

mini ve kültürel ihtiyaçlarını sağlamaya çalışır.

Kültürel ve Sanatsal Ödevler:Bir ülkenin kültür, tarih ve sanat alanında sahip olduğu varlıklar ve değerler,o ülkenin hazinesi gibidir.Bunların kaybedilmemesi ve geliştirilmesi için devlet gerekeni yapmakla yükümlüdür.Devlet,sanatçının korunması ve desteklenmesi,sanatın sevilip yayılması için de gerekeni yapar.

2.Ekonomik Haklar

Sosyal ve ekonomik haklar birbirini tamamlar.Gerek 1961 Anayasası gerekse 1982 Anayasası bu hakları aynı bölümde düzenlemiştir.Ekonomik haklarda sosyal haklar gibi,hem ülke kalkınmasını sağlamak,hemde “sosyal adaleti” gerçekleştir-

mek için devletin yerine getirmesi gereken ödevlerden oluşmaktadır.Devlet sosyal ve ekonomik hakları,mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.Ekono-

mik haklardan bazıları şunlardır.

Tarımcılık ve Hayvancılığın Korunması:Devlet,tarımla hayvancılığın gelişme

sini sağlamak ve bu dallarda çalışanlara yardım etmek için gerekli önlemleri

alır.Örneğin;topraksız olan ya da toprağı az olan çiftçilere toprak sağlar. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanların gereksindiği alet ve gereçlerin sağlanmasını kolaylaştırır.Tarımsal üretimin arttırılması için,tarımsal bir üretim planlanması

oluşturur.Üreticilerin ürünlerinin gerçek değerini elde etmelerini sağlayacak önlemleri alır.Örneğin;belli taban fiyatlarını belirler.

Çalışma Yaşamının Düzenlenmesi:Bir ülkede ekonomik ve siyasal dengenin

olması için,adaletli bir ücret politikasının bulunması gerekir. Çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli ücret almaları ve sosyal yardımlardan yaralanma-

ları için gerekeni yapmak devletin ödevleri arasındadır.Devlet,çalışanların hayat düzeyini yükseltmek,çalışanları korumak ve geliştirmek,çalışma koşulla-

rını insanlara yaraşır bir hale getirmekle yükümlüdür.Bu nedenle işsizliği önle- mek için gerekli önlemleri alır;asgari ücreti saptar.

Çok küçük yaşta çalışma hayatına atılan,az bir ücretle,sağlıksız ortam-

larda çalışan çocukları korunmak,onlara eğitim olanağı sağlamak,çalışma koşullarını geliştirmek devletin görevidir. Devlet,bedensel ve ruhsal yetersiz-

likler yüzünden çalışamayacak durumda olanları da korur.

Özel girişimin,ülkenin ekonomik gereklerine göre yapılması ve sosyal amaçlara göre uygun olarak yürütülmesi için gerekli önlemleri alması şarttır.

Çalışma yaşamında vatandaşların sahip olduğu haklardan biri de,sendika kurma hakkıdır.İşçiler ve işverenler,ekonomik ve sosyal hak ve çıkarlarını korumak için sendikalar ve üst kuruluşlar (konfederasyon gibi) kurma hakkına

sahiptirler.Sendikalara üye olmak ve üyelikten çıkmak serbesttir.Anayasamız-

da işçi ve işverenlere ayrıca,toplu iş sözleşmesi hakkı ile grev ve lokavt hakları

tanımaktadır.

Devlet ayrıca,uzun bir dönem,düşük ücretle çalıştırılan kadınların çalışma koşullarını iyileştirmek,çocuklara kreş sağlamak doğum izni vermek gibi görevleri yerine getirir.Ülkemizde kadınların çalışma yaşamı dışında ev yaşamında da ağır sorumluluklar yüklendikleri göz önünde bulundurulmalıdır.

3.Siyasal Haklar

Sosyal ve ekonomik haklar yanında,vatandaşlıktan doğan haklardan biri de siyasal haklardır.Siyasal haklar,vatandaşların yönetime katılmaları ve siya-

sal alanda söz sahibi olmalarını sağlar.Onun için siyasal haklar,demokratik yönetim anlayışının vazgeçilmez unsurudur.

Siyasal hakların başında seçme ve seçilme hakkı gelir.Temsili demokra-

silerde,halkın adına karar almak, seçimle iş başına gelen yöneticilere bırakılır. Bu yöneticileri kimin seçeceği sorunu,demokrasinin temel sorunlarından biridir.Başlarda,oy hakkı vatandaşların küçük bir kesimi tarafından kullanılmaktaydı.Çalışan kesimlerin ve kadınların oy hakkını elde etmeleri daha sonralara rastlar.Bu nedenle,genel ve eşit oy hakkı,seçim ve temsil ilkesi doğduktan sonra ortaya çıkmıştır.Oy hakkının genişlemesiyle ve çağdaş siyasal partilerin siyaset sahnesinde yerini almasıyla birlikte,bugünkü anlamda seçme ve seçilme hakkı doğmuştur.Günümüzde,yasalarda gösterilen şartlara uygun olarak,her vatandaş seçme,seçilme,siyasal etkinlikte bulunma ve halkoylaması-

na katılma haklarına sahiptir.

Bugün,demokratik yöntemlerin çoğu,temsil ilkesine dayanır.Ülkemiz de

temsili demokrasi ile yönetilir.Temsili demokrasilerde,halk,belli süreler içinde,belli sayıda temsilciler seçer ve siyasal kararlar halk adına bu temsilciler tarafından alınır siyasal partiler temsili demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarıdır.Çünkü;seçimlerde kime oy vereceğimizi değil,hangi siyasal partiye oy vereceğimizi düşünürüz.Siyasal partiler,belli bir dünya görüşü bir siyasal doktrin etrafında örgütlenen insanlardan oluşur ve siyasal iktidara gelmeyi amaçlar.Siyasal partiler aracılığıyla seçtiğimiz temsilciler,seçildikten sonra,sadece kendilerini seçenleri değil,bütün ulusu temsil eder ve ulus adına karar alır.

Seçme yada oy hakkı,seçimlerde oy kullanma ile sınırlı değildir. Bazen, temsilcilerin aldığı bir karar,oy verdikleri bir tasarı geçerli olabilmek için hal-

kın oyuna sunulur.Buna “halkoylaması” yada “referandum”denilmektedir.Böy-

lece,belli konularda halkın düşüncesi öğrenilmiş olur ve halkın siyasal kararla-

ra “doğrudan katılması sağlanır.Temsili demokrasilerde,halk oylaması,sık sık uygulanan bir yöntem değildir.

Siyasal haklar içinde siyasal partilerle ilgili olan haklar,vatandaşların daha aktif olarak siyasal yaşama katılmaları için önemlidir.Kişiler,yasalarda belirtilen koşullara uygun olarak,siyasal parti kurulabilir,üye olabilir ya da ü-

yelikten çıkabilir.Ancak bir ülkede siyasal etkinlik sadecepartiler aracılığıyla

gerçekleşmeşmez.Vatandaşların partilerin yanı sıra,sendikalar ve dernekler kurma,bunlara üye olma haklarının da bulunması gerekir.Ayrıca “kişi hakları”

içinde yer alan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü,toplantı ve gösteri yü-

yüşü düzenleme özgürlüğü gibi haklarda siyasal haklarla ilişkili,onu tamamla-

yan haklardır.

Ekonomik ve sosyal durumu,zenginlik ve öğrenim derecesi ne olursa olsun,her vatandaşın siyasal haklardan eşit olarak yararlanması gerekir. Bir ülkede, siyasal haklar her vatandaşa eşit düzeyde uygulanmıyorsa, o ülkenin demokratik olduğu söylenemez. Demokratik yönetimi, güçsüzlerin kendilerini ifade edebildikleri ve yönetimde söz hakkına sahip oldukları bir yönetim şekli olarak da görmeliyiz.Güçsüzlerin yani yoksulların,azınlıkların,güçlüleri siyasal iktidara taşıyabilmeleri için,siyasal haklardan yararlanmaları gerekir.Bunun için genel ve eşit oy hakkı önemlidir.Bir ülkede,Siyasal haklar herkese eşit düzeyde uygulanmıyorsa,bu haklardan yararlanamayan vatandaşlar,yönetime razı göstermeyeceklerdir.Demokratik yollarla kendilerini ifade edemedikleri için,şiddete başvurabilirler.Sonuçta,birbirini anlamayan,birbirleriyle ortak ya-

şam kurmayan,ülkesini sahiplenmeyen bir vatandaşlar topluluğu doğacaktır.

Bir ülkede yaşayan vatandaşlarınYönetime razı göstermeleri için,başka bir deyişle meşruluğun sağlanması için,herkesin eşit düzeyde siyasal haklardan

yararlanması gerekir.

veda hutbesi

VEDA HUTBESİ

EY INSANLAR! Sözümü iyi dinleyin!Biliyorum,belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birlesemeyecegim.

INSANLAR! Bu arife gününüz,bu hac ayiniz ve bu Makke sehriniz nasil hürmete deger seylerse canlariniz,mallariniz namuslariniz da ayni hürmete sayandir,her türlü tecavüzden korunmustur.

ASHABIM! Yarin Rabbinize kavusacaksiniz ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorguya çekileceksiniz.Sakin benden sonra eski sapikliklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayiniz!bu vasiyetimi burada bulunanlar,bulunmayanlara bildirsin!Olabilir ki bildiren kimse burada bulunup danisitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmis olur.

ASHABIM! Kimin yaninda bir emenet varsa onu sahibine versin!Faizin her çesidi kaldirilmistir.Ayagimin altindadir.Lakin borcunuzun aslini vermeniz gereklidir.Ne zulmediniz,ne de zulme ugrayiniz.Allah'in emriyle faizcilik artik yasaklanmistir.Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayagimin altindadir.Ilk kaldirdigim faiz de Abdülmuttalib'in oglu(ancam)Abbasi'in faizidir.

ASHABIM! Cahiliyet devrinde güdülen kan davalari da tamamen kaldirilmistir.Kaldirdigim ilk kan davasi Abdulmuttalib'in torunu(amcazadem)Rabiya'nin davasidir.

INSANLAR! Bugün seytan sizin su topraklarinizda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedi surette kaybetmistir.Fakat siz,bu kaldirdigim seyler disinda,küçük gördügünüz islerle ona uyarsaniz bu da onu memnun edecektir.Dininizi korumak için bundan sakininiz!

INSANLAR! Kadinlarin haklarini gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanizi tavsiye ederim.Sizizn kadinlar üzerinizde hakkiniz,onlarinda sizler üzerinde haklari vardir.Sizin kadinlar üzerindeki hakkiniz,onlarin,aile yuvasini hoslanmadiginiz hiç bir kimseye çignetmemeleridir.Eger razi olmadiginiz herhengi bir kimseyi aile yuvaniza alirsa,müeyyide kullanarak engel olabilirsiniz.Kadinlarin da sizin üzerinizde ki haklari,dine ve gelenege uygun olarak,her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.

MÜ'MINLER! Size bir emenet birakiyorum ki ona siki sarildikça yolunuzu hiç sasirmassiniz.O emenet Allah'in kitabi Kur'an'dir.Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin ve iyi belleyin!Müslüman müslümanin kardesidir,böyleçe bütün müslümanlar kardestir.Din kardesinize ait olan herhengi bir hakka tecavüz etmek baskasina helal degildir,meger ki gönül hoslugu ile kendisi vermis olsun.

ASHABIM! Kendinizede zulmetmeyiniz.Kendinizinde üzerinizde hakki vardir.

INSANLAR! Allah Teala her hak sahibine hakkini (Kur'an'da)vermistir.Varise vasiyet etmege luzum yoktur.Çoçuk kimin nikahinda dogmussa ona aittir.Zina edenin çoçuga sahip olma hakki yoktur.Babasininkinden baska bir soy idda eden soysuz,yahut efendisinden baskasina baglilik öne süren nankör,Allah'in gazabina,meleklerin lanetine ve bütün müslümanlarin ilencine ugrasin!Cenab-i Hak,bu gibi insanlarin ne tevbelerini,nede adalet ve sahadetlerini kabul eder.

INSANLAR! Rabbiniz birdir.Babiniz da birdir;Allah yaninda en kiymetli olaniniz,en çok saygi göstereninizdir.Arabin arap olmayana-Allah saygisi ölçüsünden baska-bir üstünlügü yoktur.

INSANLAR! Yarin beni sizden soracaklar,ne diyeceksiniz!

"-Allah'in elçiligini ifa ettin,vazifeni yerine getirdin,bize vasiyet ve ögütte bulundun,diye sahadet ederiz."(Bunun üzerine Resul-i Ekrem sahadet parmagini göge dogru kaldirarak,sonrada cemaat üzerine çevirip indirerek söyle buyurdu:)

Sahit ol ya Rab! Sahit ol ya Rab! Sahit ol ya Rab!

VENEDıK SAVAşI

VENEDIK SAVASI

İstanbul'un alınmasıyla ekonomik alanda en çok zarar gören devlet Venedik olmuştu. Fatih Sultan Mehmed zamanında kendilerine kapitülasyonlar verilmiş ve bu sayede Haçlı birliğinden ayrılmışlardı. Fakat Venedik her zaman için Osmanlı aleyhtarı bir politika izleyerek, zaman zaman Mora halkını kışkırtıyordu. Sultan İkinci Bayezid bu sorunu kökünden çözmeye ve Venediklilerin ellerinde kalan yerleri de almaya karar verdi.

Karadan ve denizden yapılan kuşatmayla İnebahtı (1499), ardından Moron, Koron ve Navarin kaleleri ele geçirildi. Yunan adalarının da fethedilmesi üzerine, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayan Venedikliler barış istediler. Yapılan barış antlaşmaları sonunda, Osmanlı'nın fethettiği yerler tekrar Venediklilere verildi.

VENEDİKLE İLİŞKİLER

VENEDIKLE ILISKILER

Sultan Üçüncü Murad döneminde Osmanli-Venedik iliskileri baris içinde devam ediyordu. 1584 yilinda bir yeniçeri isyaninda isyancilar tarafindan öldürülen Trablusgarp Valisi Ramazan Pasa'nin hanimini ve çocuklarini Istanbul'a getiren Osmanli gemisine Kefalonya açiklarinda saldiran Amiral Emmo komutasindaki Venedik gemileri, barisi bozdular. Gemideki 250 kadar Osmanli askeri öldürüldü, kadinlara tecavüz edildikten sonra denize atildi. Bu olay Istanbul'da duyulunca Venedik Senatosu'na bir ültimatom gönderildi. Osmanli Devleti'nin gücünden çekinen Venedik Senatosu sartlara uymak zorunda kaldi ve Amiral Emmo derhal asilarak Istanbul'a gönderildi. Ayrica Ramazan Pasa'nin hanimi, çocuklari ve mallari da eksiksiz olarak Preveze kadisina teslim edildi. Venedik Senatosu'na gönderilen ikinci bir ültimatomda söyle deniyordu: "Venedik korsanlari, bir daha Osmanli ahalisinin bulundugu hiçbir gemiye dokunmayacaklardir. Sayet böyle bir hadise meydana gelirse, Venedik üzerine donanma gönderilecektir." Venedik Senatosu, Sultan Üçüncü Murad'in kararliligini karsisinda Istanbul'a arka arkaya üç elçi gönderdi ve meseleleri baris yoluyla halletmeye çalisti.

VENEDİKLE SAVAŞ

VENEDIKLE SAVAS

Istanbul'un alinmasiyla ekonomik alanda en çok zarar gören devlet Venedik olmustu. Fatih Sultan Mehmed zamaninda kendilerine kapitülasyonlar verilmis ve bu sayede Haçli birliginden ayrilmislardi. Fakat Venedik her zaman için Osmanli aleyhtari bir politika izleyerek, zaman zaman Mora halkini kiskirtiyordu. Sultan Ikinci Bayezid bu sorunu kökünden çözmeye ve Venediklilerin ellerinde kalan yerleri de almaya karar verdi. Karadan ve denizden yapilan kusatmayla Inebahti (1499), ardindan Moron, Koron ve Navarin kaleleri ele geçirildi. Yunan adalarinin da fethedilmesi üzerine, Osmanlilarla basa çikamayacagini anlayan Venedikliler baris istediler. Yapilan baris antlasmalari sonunda, Osmanli'nin fethettigi yerler tekrar Venediklilere verildi.

versay ant

28 Haziran 1919'da imzalanan Barış Antlaşması, Alman Meclisi 9 Temmuz 1919'da, Almanya üzerinde abluka kalkmadığı ve başka yapılacak birşey olmadığı için, onayladı.

10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Barış Antlaşması, Bismarck (Bismark)ın kurduğu Almanya'yı yıkıyor ve yeni bir Avrupa düzeni kuruyordu. Almanya, Alsace-Lorraine (Alsas-Loren)'i Fransa'ya, Eupen (Öpen), Malmedy (Malmedi) ve Monschau (Monşo) nun bir bölümünü Belçika'ya, Memel'i yeni kurulan Litvanya'ya, Doğu Şilezya ve Batı Prusya'nın bir bölümünü Polonya'ya, Yukarı Şilezyanın bir parçasını Çekoslavakya'ya bırakıyordu. Dantzig (Danzig) serbest şehir oluyor ve Milletler Cemiyetinin himayesine terkediliyordu. Saar (Sar) bölgesi Fransa'ya bırakılmakta, bölgenin esas kaderi ise onbeş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. Almanya, Ren kıyılarındaki ve Helgoland'da mevcut tahkimatları yıkacaktı.

Almanya'nın, Çin'deki hakları ve Büyük Okyanus'taki adaları Japonya'ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşmemeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanımaktaydı. Tarafsızlığı savaş içinde çiğnenen Belçika'nın hukuki bakımdan da tarafsızlığı kaldırılmakta, Almanya da bunu kabul etmekte idi.

Almanya, mecburi askerliği kaldırıyor, en çok 100 bin kişilik bir ordu bulundurmak yetkisine sahip oluyordu. Ayrıca, Almanya denizaltı ve uçak da yapamayacaktı. Bütün gemilerini de İtilaf Devletleri'ne teslim edecekti. Almanya, ödeme kabiliyetinin çok üstünde bir tamirat borcu ile de yükümlü tutuluyordu. Almanya, ekonomik ve siyasi bakımdan ağır yükümlülükler altında idi. Birçok Alman da yeni kurulan devletlerin sınırları içinde kalmıştı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak azınlık meselesi, Barış Antlaşmasının uygulanması ile ortaya çıkmıştır.

versay barış antlaşması

Versay Barış Antlaşması
28 Haziran 1919'da imzalanan Barış Antlaşması, Alman Meclisi 9 Temmuz 1919'da, Almanya üzerinde abluka kalkmadığı ve başka yapılacak birşey olmadığı için, onayladı.

10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Barış Antlaşması, Bismarck (Bismark)ın kurduğu Almanya'yı yıkıyor ve yeni bir Avrupa düzeni kuruyordu. Almanya, Alsace-Lorraine (Alsas-Loren)'i Fransa'ya, Eupen (Öpen), Malmedy (Malmedi) ve Monschau (Monşo) nun bir bölümünü Belçika'ya, Memel'i yeni kurulan Litvanya'ya, Doğu Şilezya ve Batı Prusya'nın bir bölümünü Polonya'ya, Yukarı Şilezyanın bir parçasını Çekoslavakya'ya bırakıyordu. Dantzig (Danzig) serbest şehir oluyor ve Milletler Cemiyetinin himayesine terkediliyordu. Saar (Sar) bölgesi Fransa'ya bırakılmakta, bölgenin esas kaderi ise onbeş yıl sonra yapılacak halk oylaması ile belirlenecekti. Almanya, Ren kıyılarındaki ve Helgoland'da mevcut tahkimatları yıkacaktı.

Almanya'nın, Çin'deki hakları ve Büyük Okyanus'taki adaları Japonya'ya devredildi. Almanya, Avusturya ile birleşmemeyi taahhüt etmekte; ayrıca Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya'nın bağımsızlığını tanımaktaydı. Tarafsızlığı savaş içinde çiğnenen Belçika'nın hukuki bakımdan da tarafsızlığı kaldırılmakta, Almanya da bunu kabul etmekte idi.

Almanya, mecburi askerliği kaldırıyor, en çok 100 bin kişilik bir ordu bulundurmak yetkisine sahip oluyordu. Ayrıca, Almanya denizaltı ve uçak da yapamayacaktı. Bütün gemilerini de İtilaf Devletleri'ne teslim edecekti. Almanya, ödeme kabiliyetinin çok üstünde bir tamirat borcu ile de yükümlü tutuluyordu. Almanya, ekonomik ve siyasi bakımdan ağır yükümlülükler altında idi. Birçok Alman da yeni kurulan devletlerin sınırları içinde kalmıştı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak azınlık meselesi, Barış Antlaşmasının uygulanması ile ortaya çıkmıştır.

veysel karani

VEYSEL KARANİ

Hz Baykan İlçesi’nin en önemli özelliği, büyük zatlardan olan Hz. Veysel Karani’nin türbesinin İlçe’nin 8 Km. güneybatısında bulunan Ziyaret Beldesi’nde bulunmasıdır. Türbenin burada olması nedeniyle binlerce insan İlçe’ye akın etmekte ve İlçe’yi canlandırmaktadır.
Türbesinin İlçe’de olması nedeniyle burayı önemli bir ziyaret merkezi haline getiren Hz. Veysel Karani’nin 555-560 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri Yemen’in Karen Köyü’dür. Soyu Yemen Kabilelerinden Muradoğulları’ndan gelmektedir. Babasının ismi Amir’dir. Kendisinin asıl ismi Üveys Bin Amir-i Karenî’dir. Karen Köyü’nün bir mutlu seherinde dünyaya gelen küçük Üveys, Muradoğulları’ndan Amir’in mütevazı evini mutlulukla doldurur. Dört yaşında iken babası vefat eder. O, annesinin başka kimsesi bulunmadığından bin bir güçlükle herhangi bir tahsil görmeden, semavi dinlere ve kitaplara ait herhangi bir bilgisi olmadan büyür.
Üveys büyüdükçe kendisinde doğuştan mevcut olan “Tek Tanrı’ya İnanç” hissi de gelişir. O’nu kimse anlamaz, söylediklerine güler, alay ederler. Kendisini anlayan, dinleyen, derdine ortak olan tek insan annesi idi.
Gönlü ulvi hislerle kaynaşan ve artık çalışıp annesine bakabilecek çağa gelen genç Üveys, bir iş aramaya koyulur. Sonunda kendisine en uygun işi seçer. Kendisiyle alay eden, kendisini anlamayan insanlardan uzaklaşmak ve endi iç dünyasıyla başbaşa kalabilmek için deve çobanlığı yapmaya başlar.
Hz. Veysel Karani deve çobanlığı yapmaya başlayınca ihtiyar ve hasta annesi olmasa deve otlattığı sakin vadilerden Karen’e inmeyi hiç istememektedir. Kendi uzletgahında Allah ile başbaşa kalmaktan bir an olsun ayrılmak istememektedir. Artık Hz. Veysel Karani’nin ufku öyle geniş, aydınlık, gönlü öyle duyarlıdır ki, her an bir kurtarıcının haberini beklemektedir.
Ve beklediği kutlu haber çok geçmeden kendisine ulaşır. Bu haber Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’in zuhur ettiği ve insanları “Hak Din’e” davet ettiği haberidir. Hz. Veysel Karani bf haberi duyunca hiç kimsenin irşad ve teşviki olmadan Müslüman olur, İslam’a ve Hz. Muhammed’e gönülden bağlanır. Annesine de Kelime-i Tevhid’i bizzat kendisi öğretir.
Hz. Veysel Karani Müslüman olunca yüce peygamberin nurlu yüzünü görebilmek aşkıyla yanar tutuşur. Hz. Veysel Karani, Allah Resulü’nü görme arzusunu birkaç defa pek sevdiği annesine açarsa da, çok ihtiyar ve âmâ (kör) olan annesi, kendisine bakacak kimse olmadığından izin vermez. Hz. Veysel Karani’nin yaşı kırk’ın üzerine gelir. Oğlunun gönlünde patlayan yanardağları çok iyi hisseden anne, çaresiz “Ancak Medine’ye gidip hemen gelmek, Hz. Peygamber’i orada bulamayacak olursa teşriflerini beklemeden dönmek.” Şartıyla kendisine izin verir.
Gönlü Allah aşkıyla, Peygamber muhabbetiyle dolu olan Hz. Veysel Karani, izin alınca durmaz ve Medine yollarına koyulur. Issız vadiler, dağlar, tepeler, kızgın çölleri aşar ve Peygamber beldesi Medine’ye ulaşır. Hz. Peygamber’in evine giden Hz. Veysel Karani, Peygamberimizi evde bulamaz. Peygamber Efendimiz o sırada Tebük Seferi’ndedir. Peygamberimizi bulamayınca çok üzülür. Hz. Veysel Karani, annesine verdiği sözü hatırlar. Hz. Aişe (R.A.)’ye “- Kainatın efendisine selamımı söyleyiniz. Cennet sabahlarını andıran mübarek yüzlerini doya doya görmek isterdim. Lütfen, içimin aşk-ı Muhammed’i (S.A.V.) ile yandığını, gönlümün bitmez niyazını bildiriniz.” Diyerek ayrılır ve tekrar Yemen yolunu tutar.
Peygamber Efendimiz seferden dönünce Hz. Aişe’ye şöyle hitap ettiler:
“- Ya Aişe, evimize hangi ulu kişi geldi? Bu Rahmani kokular, bu İlahi lezzet nedir?
Ey Allah’ın Resulü; Yemen Oymağı’ndan Karen Köyü’nden Üveys adında bir zat sizi ziyarete geldi. Mukaddes Cemâlinizin bağrı yanık aşıklarındanmış. Zat-ı âlinizi bulamayınca çok üzgün bir halde ayrıldı. İşte o adam gittikten sonra evin içinde bu ulvi kokuları hissettim.

  • Ya Aişe, sen o zatı gördün mü?
  • Evet ey Allah’ın Resulü. Sağ gözümün ucu ile baktım.
  • Öyleyse o gözünü bende ziyaret edeyim. Görüşün ve gördüğün mübarek olsun.”

Bir müddet sonra Mescid-i Nebevi’ye geçen Resulullah, Sahabelerine seslendiler;
“ – Müjdeler olsun, Üveys’i gören gözü ziyaret ettim, gelin siz de benim gözümü ziyaret edin.
Ve buyurdular; “Bana Yemen tarafından rahmani kokular geliyor. Şüphesiz tabii’nin en hayırlısı Üveys’tir.”
Resulullah son hastalıklarında Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Aişe’ye vasiyet buyurdular :
“ Benden sonra arkamdaki hırkamı, Üveys’e veriniz.”
Yine Resulullah buyurdular :“Benim ümmetimde Üveys adında bir kişi vardır. Kıyamet gününde Rebia ve Mudar Kabileleri’nin koyunları tüyü sayısınca günahlı kişilere şefaat edecektir.”

Resulullah’ı göremeden tekrar Karen’e dönen Hz. Veysel Karani yine deve çobanlığı yapmaya devam eder. Yine Karen halkı ona divane gözüyle bakar ve O’nunla alay ederlerdi. O yine herkesten uzak kendi uzletgah’ında ibadetleriyle meşgul olur, gönlü Allah aşkı, Peygamber sevgisiyle dolar taşardı.
Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali ve Hz. Ömen Üzeys Hz.’ni bulur ve Peygamberimizin vasiyeti üzerine Hırka-i Şerifi Hz. Veysel Kanani’ye verirler. Peygamberimizin hırkasının Hz. Veysel Karani’ye verilmesinden sonra ve Peygamberimizin O’nun hakkındaki övgülerinin duyulmasından sonra Hz. Veysel Karani’nin gözünde değeri artar, herkes ona hürmet eder.
Annesi vefat etmiş bulunan Hz. Veysel Karani’nin yüceliği bu hadiseden sonra Karen’de bilindiği ve kendilerine olan hürmet arttığı için köyden ayrılırlar. Kûye’ye giderler.
Hz. Veysel Karani’nin Kûye ve Basra taraflarındaki hayatı da eskisi gibi yine ıssız vadilerde, tabiatın kucağında ve kendi uzletgahında Hakk’a niyazla geçmektedir.
Hz. ali’nin halifeliği sırasında iki Müslüman grup arasında çıkan Sıffin Savaşı’nın hazırlıkları esnasında Hz. Ali tarafında, safında savaşa katılması ricasıyla Medine’ye davat edilirler. Memnuniyetle bu davete icap eden Hz. Veysel Karani hemen Medine’ye hareket ederler, daha sonra da Hz. Ali’nin yanında Sıffin Savaşı’na katılırlar.
Sıffin Savaşı esnasında Veysel Karani’de yaralanarak, Hicret’in 37. Senesinde (Miladi 657) Şevval ayının 18. günü Fırat Nehri kenarında savaş meydanında şehit olur.
Sıffin Savaşı’nda şehitlerin büyük çoğunluğu savaşın olduğu yerde toprağa verildi. Şehitlerini memleketlerine götürmek isteyenler için tabutlar yaptırıldı. Şehitlerin içinde Hz. Veysel Karani’de vardı. Mübarek naaşı için üç ayrı kabile toplanmış ve sahip çıkmışlardır. Şehit birdi, ancak sahipleri üçtü. Saatlerce tartıştılar. Ne var ki, hiçbir kabile diğerini tatmin edip inandıramadı. Sonunda iş Hz. Ali’ye ulaşınca O, olayı islami açıdan anlatmaya çalıştı. Hz. Veysel Karani’nin köken itibariyle Yemen’li olduğunu ve Yemenlilere verilmesi gerektiğini belirtti. Ancak, diğer iki kabile bu teklife razı olmadılar. Hz. Ali kur’a çekme teklifinde bulundu ise de buna da razı olmadılar. Bunun üzerine Hz. Ali “Peki, dedi... Veysel Karani’nin mübarek naaşını ben korumaya alıyorum... Yarın görüşürüz.” dedi ve her üç kabile başkanları dağıldılar. Hz. Veysel Karani son kerametini gösterdi ve sabah kalktıklarında her üç kabilenin tabutlarında da göründü. Her kabile birbirinden habersiz naaşın kendilerine verildiğini zannederek sessizce naaşı alarak, biri Yemen yolunu, biri Şam yolunu, biri de Bitlis yolunu tuttu.
Allah aşkının potasında eriyen Veysel Karani Hz.’nin kerameti böylece yeni olayların çıkmasını önler. Rivayetler O’nun şahadetini ve kerametini böyle anlatır. Ancak, her şeyi bilen yüce Allah’tır. O’nun defni ve mezarıyla ilgili anlatılanlar birer rivayete dayanır. Nereye ve nasıl defnedildiği konusunda kesin bir bilgi yoktur. Nerede olduğunu ancak yüce Allah bilir.

Keşifleri :

Kahveyi bulan o’dur.
Üveys bir gün develeri otlatırken buruşuk meyvelerden birisini ısırdı. Acıydı. “ Allah (c.c) her bir nimeti fayda için yaratmıştır.” Diyerek acı bulduğu o meyvelerden birazını ateşin üzerine attı, kavurdu, çiğnedi acılıkları kalmamıştı. Bir saat sonra Üveys’in aklı içi bir olmuştu. Daha sonra iyi düşünmeye, kendisine güvenmeye başlamıştı. Üveys derhal yakışan ismi söyledi. “Madem ki yiyeni keyiflendiriyor (keyfe) olmalıdır.” Dedi. Günümüzde Keyfe adı kahve olarak anılmaktadır.

Hz. Veysel Karani’nin İlmi Yönü :

Hz. Veysel Karani, dünyanın batıl inançlarla karanlık içinde yüzdüğü bir dönemde, İslam’ın doğuşundan önce Yemen’in Karen Köyü’nde bu aleme gözlerini açan bir velidir. Hem de velilerin öncüsüdür. Doğuşunda gönlünü ışıklandıran tek Allah inancı daha çocukluk yıllarında başlamış, olgunluk çağına geldiğinde bu inanca Peygamber sevgisi eklenince, iç aleminde dış alemleri görür pencereler açılmıştır. Okul görmediği, bir harf bilmediği halde yüce Allah ona gayb alemlerini açmıştı. Hiçbir öğretmene gerek duymadan gizli hazinelerini öğrenmek ve görmek mutluluğunu bağışlamıştır.
O’nun zengin gönül ikliminde sürekli olarak Allah’a ve yüce Peygamberine sevgi çiçekleri yeşermişti. Hz. Peygamber daha dünyayı aydınlatmadan yıllar önce tek tanrı görüşüne ve peygamberin geleceğine inanmış olması, O’nun erdem dolu niteliklerinin en üstünüydü.
Alemler serdarı Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmeden O’na aşık olmuştu. O’nu görebilmek iştiyakıyla doluydu. Ne var ki, gönül gözüyle her zaman gördüğü Hz. Peygamberi dünya gözüyle görememiştir.
Hz. Peygamberin " Cennet anaların ayakları altındadır.” Hadisi ile buyurduğu anne sevgisinin kutsallığını, yatalak annesine bir ömür boyu gösterdiği üstün hizmet ve ilgisiyle, insanoğluna en güzel örneği hiç kuşkusuz Veysel Karani Hz. vermiştir.
Hz. Veysel Karani’nin tabii’nin en ulusu olduğu, Allah ve Resulü nezdinde çok sevilen bir kişi olduğu, gerek Peygamber efendimizin hadislerinden, gerekse İslam alimlerinin ortak yorumlarından anlaşılır.
Veysel karani Hz.’nin hayatı, derinliklerine erişilmeyen bir ummandır. Bütün yaşamını deve çobanı yanında ibadet ve itaatle sürdürmüştür.

Allah’ın bahşettiği eşsiz yüceliği de Peygamberin hırkasının kendisine verilmesinden sonra anlaşılabilmiştir. Böylece o güne kadar deli divane olarak görülen Veysel Karani Hz. halkın gözünde kutsallaşmış, gönüllerde layık olduğu altın tahta oturmuştur.
Allah’ın velileri her zaman insanların gönlünde taht kurmuştur. Onları her toplum kendilerine mal etmek istemiştir. Sahip çıkmışlardır. Kendileri tek olduğu halde Anadolu’muzun birçok yerinde makamları bulunmaktadır.
Hz. Peygamber bir hadisinde;
“ Beni ziyaret etmek imkanına erişemediğinizde, kardeşim Veysel Karani’yi–Makamını-ziyaret ediniz.” buyurmuştur.
Velilerin öncüzü Veysel Karani Hz.’ne izafe edilen ve İslam devletlerinin topraklarına kubbeler yapılarak serpilmiş bulunan makamların en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz Baykan İlçesi sınırları içindeki bu kutsal makamdır.
Siirt, Baykan İlçesi’ndeki Veysel Karani Hz. makamı, en çok ziyaret edilen makamların başında gelir. Yıllık ziyaretçi adedi yüzbinleri aşar. Burada Veysel Karani Hz. huzurunda eller duaya kalkar, dilekler tutulur, kurbanlar kesilir.
Veysel Karani Hz.’ne ait külliyenin temeli Selçuklular Dönemi’nde atılmış, ilk olarak ta Veysel Karani Türbesi yapılmıştır. Daha sonra 1967’de onarım görmüştür.
Veysel Karani Külliyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün girişimleriyle 1974 yılından itibaren çok daha bakımlı bir görünüme kavuşmuştur. 1982 yılında avlu düzenlenmesinden sonra, 1983’te kesimhane binaları, daha sonra da otel ve konukevi binaları devreye sokulmuştur.

Yunus Emre’nin Dilinden

VEYSEL KARANİ

Rum’da, Acem’de aşık oldum
Yemen İllerinde Veysel Karani
Enbiya sevdi ve dostum dedi
Yemen illerinde Veysel Karani

Anasından doğdu dünyaya geldi
Melekler altına kanadın yaydı
Resulün hırkasın, tacını giydi
Yemen illerinde Veysel Karani

Erenler önünde kemer belinde
Aknurdan beni var o sağ elinde
Üveys sultan derler Hak divanında
Yemen illerinde Veysel Karani

Sabah ibadetin yapar giderdi
Gizlice Rabbine niyaz ederdi
Anın işi gücü deve güderdi
Yemen illerinde Veysel Karani

Bin deveyi bir akçeyi güderdi
Anın da nısfını zekat ederdi
Develer bilesine tevhid ederdi
Yemen illerinde Veysel Karani