', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRK BİRLİĞİNİN SAĞLANMASI

18 Ekim 2007 Perşembe

TÜRK BİRLİĞİNİN SAĞLANMASI

TÜRK BİRLİĞİNİN SAĞLANMASI

Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu:

Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla basa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu'nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlarından Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Seyh Edebali'nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans'a karsı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar'ı ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultani III. Alaaddin Keykubad'in İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran'a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e gitmiş; Oğuz an'anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan'a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İnönü'yü, Hasan Alp'e Yarhisar'i ve Turgut Alp'e de Inegöl'ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin'e ise Şeyh Edebali'nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302'de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar savasında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey'in Bursa ve civarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan'ı görevlendirmişti.

Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı.

Orhan Bey, 1326 yılında Bursa'yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naşını Bursa'ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey'in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telaşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun basında Osmanlılara karsı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savasi'nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, Iznik ve Izmit'in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Rumeliye Geçis; Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balikesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı Il Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir.

Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karsısında, gittikçe güçlenen Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan Bey'in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu'daki Çimpe Kalesi'ni Bizans'tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu'nun ardından Tekirdağ'a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi. Böylece Rumeli'de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşanın ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362'de babası Orhan Bey'in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362). I.Murat önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle ise başladı ve bu arada elden çıkan Ankara'yı yeniden aldı.

Anadolu'da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karışıklık içindeydi. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan'dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan oluşan Haçlı ordusu Macar Kralı Layos'un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364). Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Bati Trakya ve Makedonya'nin bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi ve asker göndermek şartıyla barış yaptı (1374). Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu'dan Türk nüfus kaydırılarak bölgede Türkeştirilmeye başlanmıştı.

Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu'da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid'i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Ayni şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehir gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları'ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları.

Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387)

Murat Hüdavendigar'in yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle birlikte Nis ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi. (1385/88). Timurtaş Paşa'nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali Paşa, Bulgar Kralı Sisman'i esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçli ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun basına geçerek düşmanı Kosova'da karsıladi. I.Murat'in oğulları Bâyazid ve Yakup'un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kazandı. Sırp Krali Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.

ANADOLU'DA TÜRK BİRLİĞİ'NİN SAĞLANMASI:

I. Murat'ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezıd, devlet adamlarının ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu'daki beyliklerin Osmanlılara bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezıd, süratle Anadolu'ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı.

Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya'yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey'in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek Ankara Sancak Beyi Sari Timurtaş Paşa'yi esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaaddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey'i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397).

Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu'da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin'in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer bir er ele geçirildi. Böylece Fırat'ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu.

Yıldırım Bâyezid'in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid'in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans I-İmparatoru V. Yuannis'in oğlu Manuel'in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul'a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul'u kuşatmaya karar verdi. 1391'de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı'nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeye çalışarak savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur'un Anadolu'ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans'ın da talebi ile Türklere karsı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası'nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibari bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüsünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır.

Ankara Savaşı ve Fetret Devri: Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar topraklarını genişlettiği sırada, Timur da Iran, Azerbaycan ve Irak'ı ele geçirmişti. Bazı Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid'in yanına kaçmıştı. Böylece her iki devlet biri birine sınır komşusu olmuş, ancak bu durum iki hükümdarın da Türk dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle olumsuz neticeler doğurmuştur.

Timur, Osmanlılara sığınan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip Sivas'ı kuşatmış ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehri tahrip etmişti(1400). Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti. Fakat Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve bazı şehirlerin kendine bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş artık kaçınılmaz hâle gelmişti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk Ovası'nda karşılayan Yıldırım Bâyezid, savaşın baslarında üstünlüğü ele geçirdi. Ancak Timur'un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf değiştirmesi ve Kara Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi savaşın talihini değiştirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalışan Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savaşı'nı kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu Türk birliği parçalandı.

Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir kısım topraklar da elden çıktı. Yıldırım'ın oğulları arasındaki taht mücadeleleri Osmanlı devletinin "Fetret Devri" boyunca 12 yıl müddetle devam etti. Şayet bu savaş gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle Yıldırım Bâyezıd zamanında Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara Savası Osmanlıları en az 50 yıl geriye götürmüştür.Esir düsen Yıldırım Bâyezıd, yedi ay boyunca Timur'un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in tek başına devlet idaresine hâkim olusuna kadar devam etti (1413). Çelebi Mehmet kardeşleri Süleyman, Isa ve Musa Çelebi'yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birliğini yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamanoğullarının nüfuzunu kirdi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı.

Çandaroğulları beyliğinden Çankırı'yı ve ardından Canik (Samsun) bölgesini yeniden Osmanlı ülkesine kattı. Fakat şehzade Mustafa ve Sımavna Kadısı oğlu şeyh Bedreddin'in isyanları ülkeyi karıştırmaktaydı.(1419) şehzade Murat Rumeli ve Manisa'da ortaya çıkan bu isyanı bastırdı, şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak idam edildi. Timur'un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya döndüğünde tahtta hak iddia etmişti. şehzade Mustafa'nın Selânik'te başlattığı isyan bastırıldı. Asi şehzade Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi Mehmet öldüğü zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye başlanmıştı (1421).

Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade Murat tahta çıktığı zaman Bizans tarafından karşısına çıkarılan amcası Mustafa Çelebi'nin isyanını bir kez daha bastırdı ve Bizans'ı cezalandırmak için İstanbul'u kuşattı(1422). Bu defa küçük kardeşi şehzade Mustafa'nın isyan haberini alan II.Murat, kuşatmayı kaldırarak kardeşini cezalandırmak zorunda kaldı. isyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karsı harekete geçen II.Murat, Candaroğlu Işfeniyar Bey'i itaat altına aldı

İzmir Beyi Cüneyd'i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele geçirdi. Germiyanoğlu Yakup Bey'in çocuğu olmadığından, topraklarını Osmanlılara bırakmayı vasiyet etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlılar lehine düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden çıkan topraklar geri alındığı gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen bazı küçük bozgunlar Avrupa'da büyük bir sevinçle karşılanarak, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı seferinin tertip edilmesine cesaret vermişti. 2. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını tehlikeye atmamak için Macarlarla Seğedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu anlaşmadan sonra tahttan feragat etti.

Küçük yastaki oğlu 2. Mehmet'in hükümdar olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. 2. Murat yeniden ordunun basına geçerek düşmanı Varna Savaşı'nda karşıladı. Macar kralı öldürüldü. Haçlıların lideri durumundaki Jan Hunyad güçlükle kaçabildi(1444). Candarlı Halil Paşa'nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan 2. Murat, Mora ve Arnavutluk'a sefer düzenledi. Varna'nın intikamını almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez daha Sırplar büyük bir yenilgiye uğratıldı (1448). Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmiş, Bizans'ın batıdan yardım alma umutları ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. 2. Murat 48 yasında ölünce 2. Mehmet yeniden Osmanlı tahtının sahibi olmuş (1451) ve Osmanlı Devleti artık bu dönemde tam bir cihan devleti hâline gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini ayni zamanda fetih politikası ve hızlı bir şekilde cihan devleti olmasının sebeplerinde aramak gerektir. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nin fetih politikası ve küçük bir beyliği kısa zamanda cihan devleti yapan sebepler, ayni zamanda yükseliş sebepleri olarak zikredilebilir. Ancak yine de konuyu, ayrı olarak ele almakta yarar vardır. Osmanlı Devleti’nin yükseliş sebeplerini şöylece özetlemek mümkündür:

1) En önemli sebep, manevî değerlerine ve Islâma olan bağlılıklarıdır. Bunu İlâhi Kelimetüllah ruhu diye de ifade edebilirsiniz. Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek basına bir millettir. Bir ferdin himmeti milleti olabilmesi için, o ferdi milletine bağlayan kuvvetli bağlar ve şahsi hayatini milletin hayatına tercih ettiren önemli sebepler bulunmalıdır. Bu önemli sebepler ve kuvvetli bağlar, manevi değerlerden başkası olamaz. O halde manevî değerleri ile ordusunu teçhiz etmeyen bir millet, gelecekte her an tehlikelere maruz kalır ve varlığını sürdüremez. Bu manayı târihe bakarak, daha da müsahhas hale getirebiliriz. Osmanlı Devleti’nin bir zamanlar, bütün Avrupa ’nın büyük devletlerine karşı hayatini ve varliğini devam ettiren, su devletin ordusundaki Kur'ân dan alınan su fikirdir: “ ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” Gerçekten Kosova meydan muharebesine çıkan Murad Hüdavendiga r “Yarab beni din yolunda şehit , ahiretde said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, sevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa'yı titretmiştir. Size de soruyorum; su dünyada basit fikirli ve saf kalpli olan genç askerlerin ruhunda öyle ulvi fedakarlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi duygu bu mânevî değerlerin yerlerine ikame edilebilir? Allah ve ahiret inancından başka hangi şey, hayatini ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir? Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler, ne derece mânevi değerlerimize bağanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit mânevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir. O zaman düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiç bir zaman açık savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemiştir. Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, mânevî bataryaları bos olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur. Vatana ihanet suçuyla 1821 yılında Patrikhanenin orta kapisi önünde asılmış bulunan İstanbul'daki Fener Patriki Gregorios tarafından Rus Çari Aleksandr'a yazilan mektupta aynen su ifadeler yer almaktadır: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağları koparmak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Mânevîyatları sarsıldığı gün, Türkleri zaferlere götüren asil kudretlerinden sıyıracak ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün olacaktır. Osmanlı Devleti n'i tasfiye için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan, Türkler'e bir şey hissettirmeden bu tahribi tamamlamaktır.” Sultân Aziz devrinde, İstanbul Rus Elçisi olan GeneraI Ignatyef , bu mektubu zikrettikten sonra sunu ilave eder: “Ben vazifedeyken bu teşhisler isabetle tecelli etti”. Evet maalesef bu oyunlara gelen Tanzimat gençliği, Rus elçisinin dediği gibi, “millî ananelerin düşmanı ve atalarının pabuçları olamayacak bir hale gelmişlerdi'. Ibn-i Kemal de, Osmanlı Devleti’nin Gazneliler , Selçuklular ve Harzemîler gibi, Müslüman devletlerle mücadele ederek ve kendi mevlâlarına isyan ederek yükselmediğini, belki tamamen yukarıda anlatılan gazâ ruhuyla ve yüksek bir himmetle yükseldiğini misâller vererek açıklamaktadır. Osmanlı Tarihlerinin mukaddimelerinde zikrettikleri bazı menkıbeler de, bu ruhu açıklamak için zikredilmişlerdir.

2) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerin ikincisi, Osmanlı Devleti’nin özellikle yükselme dönemlerinde tam bir hukuk devleti olması yani ser’-i serif ve kanun-i münifin esas kabul edilmesidir. Gerçekten de, inceleyenler göreceklerdir ki, Osmanlı Devleti’nin yükseliş, duraklama, gerileme ve yıkılısını, kanunnamelere bakarak grafikle göstermek mümkündür. Osmanlı Kanunnâmeleri, Fâtih ’den itibaren zirvededir. Kanuni devrine kadar, kanun yapma ve kanunu uygulama görevleri ehil ellerdedir. II. Selim ’den itibaren durgunluk başlamıştır. III. Murad zamanında durmuştur. Daha sonra ise, önce gerilemiş; sonra da Adâletnâmeler’le örtülemeyecek kadar gedikler açılmıştır. 1700-1800 yılları arası Osmanlı Devleti’nin hukuk devleti olmaktan çıkma tehlikeleri yaşadığı dönemdir. Osmanlı vatandaşı, yükselme döneminde Müslüman olsun gayrimüslim olsun, tam bir hukuk devleti olduğuna ve ayırım yapılmaksızın adaletin icra edildiğine inanmaktadır. İste vatandaşı böyle bir inanca sahip devletin yükselmesi mukadderdir.

3)Osmanlı Devleti’nin yükselmesine sebep olan para, halktan zorla toplanan para değil, memleketin mamur olmasından ortaya çıkan paradır. Bu dönemde, Osmanlı parasının kaynakları tamamen ser’î vergiler ve meşru gelir kaynaklarıdır; tekâlîf-i örfiyye neredeyse yok gibidir. Yıldırım Bâyezid, kadıların davacı ve davalılardan aldıkları harçları rüşvet sayarak buna vesile olan kadıları idam etmeye kalkışacak kadar hassastır. Asker ise, ehliyetli ve vasıflıdır. Çünkü tam bir gaza aşkıyla eğitimli askerler yetişmektedir. Kanuni devrine kadar, yeniçerinin adedi en fazla 10-12 bin kadardır. Ama her yerden zafer haberleri gelmektedir. Viyana bozgununda bu sayı 50 binlere ulaşmıştır. Ancak mal toplamaktan başka kaygıları yoktur. Bu dediklerimize Yeniçeri Kanunnâmesi en canlı şahittir. En önemlisi de, yükselme döneminde asker siyâsetin ve idarenin içinde değildir.

4) Günümüzde bazı araştırmacıların tenkit ettiği gilmân sistemi yani kapıkulu sistemi de, devletin yükseliş sebeplerinin basında gelmektedir. Zira tarihte çoğu büyük devletler, kendilerine tabi olan aristokrat beylerin isyanlarıyla yıkılmışlardır. Abbasî Devleti kendi elleriyle büyüttükleri aristokrat aileler eliyle; Büyük Selçuklu Devleti mevâlî- olan Harzemiler eliyle yıkılmışlardır. Günümüzde de devletin hânedânlarla sıkıntıda olduğu ortadadır. İste Osmanlı Devleti, bu sıkıntılardan kurtulmak için, ailesi ve yakın çevresi bulunmayan devşirme ve köle asilli insanları Enderûn denilen özel mektepte bir devlet adamı gibi yetiştirerek onları devletin yükselmesinde istihdâm etmiş ve başlangıçta muvaffak da olmuştur.

5) Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde tam manasıyla hür bir ilmin de önemli etkisi olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Memleket ve vatan bir vücuda benzer; akli ve ruhu ilim ve ma'rifettir; cesedi ve bedeni de siyâset ve idaredir. Bu iki unsur arasında muvâzenenin te'min edildiği dönemlerde, dâima medeniyet, terakki ve refah görülmüştür. Abbasî Devleti'nin ilk halifeleri, Endülüs Emevilerinin başlangıçtaki idarecileri ve ilk Osmanlı Padişahları, bu muvâzeneyi temin eden en müsahhas misâllerdir. Fâtih Sultân Mehmed'in vezirlik ve kazaskerlik teklifini reddeden, diğer taraftan Fâtih'i tekyesine de kabul etmeyen Molla Güranî ; Fâtih sarayında ve kendisi de tekye ve medresesinde kaldığı müddetçe, bu dengenin korunabileceğinin çok iyi idrâki içindedir. Bir Osmanlı Kanunnâmesinde bu önemli muvazene düsturu su şekilde ifade edilmektedir: “Kadılar, ser'î hükümler i icra edeceklerdir. Ancak memleketin nizâmi, korunması ve vatandaşın idaresi ile alâkali hususları hükkâm-i seyf ve siyâset olan vükelâ-yi devlete havale edeceklerdir”. Bu sebepledir ki, eskiler, devlet adamlarına erbâb-i seyf , ilim adamlarına ise erbâb-i kalem demişlerdir. Zikredilen bu muvâzeneyi sağlamada en önemli vazife, ilim adamlarına düşmektedir. İlim adamları bilmelidirler ki, dünyada en yüksek rütbe ve şeref, ilmin rütbesi ve şerefidir. Hakk'a ve hakikata aşık bir ilim adamı, hakk'dan başkasına tâbi olmaz. Zira hakk'i tanıyan, hakk'ın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Hakk'in hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemek icabeder. Ebüssuud ’un biraz önce zikrettiğimiz su cümleleri bunu aksettirmektedir: “El-Cevab; Olmaz. Padişah'in emri ile nâmesru' olan şey mesru' olmaz. Haram olan nesne helâl olmak yoktur”.

6) Osmanlı Devleti’ni yükselten sebeplerden birisi de vazifelerin, ister ilmiyede, ister seyfiyede ve isterse de kalemiyede olsun, ehil olanlara verilmesidir. Medeniyetlerin kurulmasında ve yıkılmasında mahâret ile salâhatin önemi inkâr edilemez. Tarihe bakıldığında görülecektir ki, bu iki vasfı kendinde birleştiren milletler nice medeniyetler kurmuşlar ve daima payidâr olmuşlardır. Yıkılan bütün medeniyet ve devletlerin altında ise, aranırsa mutlaka bu iki vasıftan birinin veya ikisinin yokluğunun yattığı esefle müsahede olunur. Mahâret, kişinin kendi mesleğinde ehil, uzman ve kâbiliyetli olmasıdır. Salâhat ise, kişinin din ve ahlâkça yüksek bir seviyeye ulaşmasıdır. Sunu önemle belirtelim ki, salâhat ve mahâret birbirinden ayrıdır. Hamiyet, vatanperverlik, sadâkat ve adâlet gibi ulvî duygular, salâhatin meyvesidir ve o bahçede yetişir. İş, san'at, kabiliyet ve benzeri hususlar ise, mahâret bahçesinden derlenebilen meyvelerdir. Kalb ve vicdani manevî duygularla bezenmeyen bir insandan hakikî mânâda hamiyet, sadakat ve adâlet beklenilemez. Ancak, iş, san'at ve kabiliyet başka şeyler olduğu için, sâlih olmayan bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık olduğu zamanlarda iyi saat tamir edebilir. Yani bu noktada salâhat ayrıdır, mahâret ayrı. Elbette ki, vazifelere yapılan tayinlerde, hem sâlih, hem de mâhir olanlar, yâni hamiyetle fazileti birleştiren, kalbi ve fikri münevver olanlar tercih edilecektir. Bu vasıfları beraberce bulunduran insanlar yeterli sayıda değilse, bu takdirde ya mahâret ya da salâhat esas alınacaktır. Islâm 'a göre ikisini birleştiren bir eleman yoksa, san'at'ta ve iş’te mahâret tercih sebebidir. Bir kısım İslâm hukukçuları ve tefsirciler tarafından, özellikle idarî yetkiye sahip devlet ricaline hitâben nâzil olduğu söylenen Kur’ân'ın su âyeti, bu konuda çok mânidardır: “Haberiniz olsun ki, Allah sizlere muhakkak şunları emrediyor: Biri emânetleri ehline vermeniz, biri de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hareket etmenizdir. Allah size ne güzel ögüt veriyor. (Her halde bu emirleri tutmalısınız). Zira şüphesiz ki, Allah verdiğiniz kararları işitir ve emânetler hakkında yaptıklarınızı görür”. Hz. Rasûlullah'in (S.A.V.) “Emaneti ehline ver ve sana hâinlik edene hiyânetle mukâbele etme” hadisi de, bu mânâyi teyid etmektedir. Osmanlı Devleti 'nin yükselme devrini tetkik edenler, neden kısa bir zamanda dünya devleti haline geldiğini ve salâha t ile mahârete ne derece riâyet ettiklerini çok iyi bilirler. Rumeli’deki Sırp , Macar ve muhtelif kavimlerin kendi arzuları ile neden Osmanlı hâkimiyetini tercih ettiklerinin sebebini, hakperest ve cesur padişah Yavuz kadar Zenbilli Ali Efend i'de ve Muhteşem Süleyman kadar Osmanlı hukuk âbidesi Ebûssuud'da da aramak icab eder. Devleti haricî münâsebetlerde temsil eden nişancıların, diplomatik ve diploması ilminin mütehassısları ve kazaskerlerden titizlikle seçildiğini müsâhede edince; Kanuni'nin sadrazamının dilinden bir sadrazamın nasıl olması gerektiğini yine onun kaleme aldığı “Asâfnâm e”den ibretle okuyunca ve bakanlar kurulu demek olan Divan -i Hüm âyun'un “hâcegân -i divan “ olmadan toplanmadığını kanunnâmelerden öğrenince, Osmanlı Padişahlarının neden ve nasıl zaferden zafere at koşturduğunu daha iyi anlıyoruz. Osmanlı Devleti'nin duraklamasında ve gerilemesinde, ehil olmayan insanların göreve getirilişinin yattığını çok iyi idrâk eden Osmanlı Padişahı, vezir-i a'zamina bu hakikati, bir tayin fermanı münâsebetiyle söyle ifade ediyor: “Benim Vezirim, Tezkirecilik görevi için, ehliyetli bir kaç adayı düşünerek seçip, bana arzet. Önce kendi devlet adamlarımızı terbiye etmeyip, her birinde türlü türlü uygunsuz tavırlar varken, başkalarını terbiye etmeye yüzümüz kalmıyor. Ben senin kimseye iltimas yapmayacağını biliyorum. Gerek bu çeşit fiillere ve gerek tamah ve rüşvete cesaret edenleri, niçin tarafıma ifade etmezsin? Hep “benden olmasın” diye diye devletimiz bu hale geldi. Bundan sonra vâkif olduğun kötü hareket her kimden zuhûr ederse, tarafıma bildiresin. İste sana tenbih ediyorum.”

7) Bütün bu sebeplerin etkisiyle, yükseliş dönemindeki Osmanlı idaresinde rüşvet , suiistimal, sefâhet, israf ve gayr-i meşru masraflar, vatandaşa zulüm ve benzeri kötülüklerin olmayışı, Osmanlı Devleti’ni kısa zamanda yükseltmiştir[1].

Osmanlılar, 400 atlı diye ifade edilen küçük bir aşîret olmalarına rağmen, Koca Bizans ’a karşı, Karamanoğulları ve Germiyanoğulları gibi büyük Anadolu beylikleri varken nasıl karşı koyup cihan devleti haline geldiler? Fuat Köprülünün Osmanlı Devletinin Kuruluşu adlı eserine göre bunun sebeplerini şöyle izah edebiliriz:

A) Bu konuda Gibbons ’un basını çektiği bir nazariyeye göre, Osmanlılar, ancak Balkanlardaki fetihlerden sonra Anadolu’daki topraklarını genişletebilmişlerdir. Balkanlardaki fetihleri, tahrip ve yağma maksadıyla yapılmış bir akın değildir, belki planlı bir yerleşmedir. Buraya kadar doğrulara tercüman olan Gibbons, daha sonra Osmanlı aşiretinin küçük bir aşiret olduğunu; hatta Moğolların elinden kaçtıktan sonra Anadolu’ya gelişlerinde Müslüman olmuş olabileceklerini; yeni Müslüman olmanın heyecanıyla gayr-i müslimleri de zorla İslâmlaştırdıklarını; aslında kendi nüfuslarının az olduğunu, ancak dine dayanan yeni bir Osmanlı ırki meydana getirerek yerli Rumları da yanlarına aldıklarını; harp esirlerinin İslâm ’i kabul etmesinin onlar için imtiyaz olduğunu ve kısaca Osmanlı Devleti’nin kurulusunu yeni bir dinle yeni bir irk ortaya çıkarmaya borçlu bulunduğunu açıklamaktadır. Bu görüş daha sonra gelen tarihçiler tarafından, özellikle Fuat Köprülü tarafından şiddetle tenkit edilmiştir.

B) P. Wittek , Osmanlı Devleti’nin tam bir gazi devlet özelliğini taşıdığını, teşkil ettiği uç kültürü ile Osmanlıların fethedilen yerler halkına tam bir müsamaha içinde yaklaştıklarını ve bunun da kaynaşmayı kolaylaştırdığını ifade etmektedir.

C) F. Giese ise, Gibbon şiddetle tenkit ettikten sonra, Osmanlının kurulusunun maneviyat erenlerinin gayretiyle mümkün olduğunu ve ahilerin rolünün asla inkâr edilemeyeceğini açıklamaktadır.

D) Balkan tarihçileri, basta Iorga olmak üzere, Osmanlı Devleti’nin vahdetçi ve muhafazakâr tavrı sebebiyle, Bizans ’in anarşi ve terör havasından bıkmış köylü ve askerlerinin (akritoi), kültür, din ve medeniyet konusundaki devamlılığı da dikkate alındığında, düşünmeden ve kitleler halinde Osmanlı’ya teslim olduklarını açıkça beyan etmişlerdir.

E) Bütün bu görüşleri yazdığı önemli eseriyle tahkik ve tenkit eden Fuat Köprülü , Gibbons ’un Osmanlı Aşiretinin önemsiz bir aşiret olduğu görüsü ile yeni ihtida iddiasını hakli sebeplerle reddederken, Osmanlı Devleti’nin tamamen dinî sebeplerle olan yükseliş tarzına, bazen aşırıya varan tarzda itiraz etmektedir. Fuat Köprülü, bütün meseleyi, Ahlat ’tan Domaniç ’e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısına bağlamaya çalışmaktadır. Bu arada Ahiler in Giese tarafından ifade edilen kuruluştaki rollerini mübalağalı bulmaktadır.

F) Bu arada son zamanlardaki görüşleri de özetleyen Halil İnalcık, Balkanlarda Osmanlı’nın yayılışının tamamıyla muhafazakâr bir karakter taşıdığını, ânî bir fetih ve yerleşme mevzubahis olamayacağını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askerî zümrelerinin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının Hıristiyan tımar erleri olarak Osmanlı tımar kadrosuna sokulduğunu, delilleriyle anlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman İslamlaştırma politikası gütmediği seklindeki görüsün ise, kısmen yanlış anlaşıldığı kanaatindeyiz.

Bütün bu görüşleri değerlendirdiğimizde, problemin İslâm ’in fetih ve harple ilgili hükümlerinin incelemeden meseleye yaklaşmak olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Zikredilen sebeplerin elbette ki Osmanlı Devleti’nin kurulusunda büyük etkileri olduğunu, ancak asil mesele Osmanlıların devlet kurma ve idare etmedeki ilahi kabiliyetlerinin yanında, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e layik doğruluğu yasamaları ve ilk fetih yıllarında İslâm’a olan bağlılıklarının tam olarak devam etmesidir. Çünkü su Müslüman Türk Devletinin bir zamanlar, bütün Avrupa ’nın büyük devletlerine karşı hayatini ve varlığını devam ettiren, devletin ordusundaki Kur'ân’ dan alınan su fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” Gerçekten Kosova muharebesine çıkan Murat Hüdavendigar , “Yârab! beni din yolunda şehit, ahirette said et” demiş ve istediği olmuştur. Bu ruh ile şahlanan şanlı ecdadımız, sevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek bakmış; daima Avrupa'yı titretmiştir.

Bu iman ve idealin istikametinde yürüyen ölümsüz devlet, asırlarca üç kıt'aya hükmetmiştir ve medeniyet götürmüştür. Bu şanlı tarihin temelinin nasıl atıldığını ise, 1071’de Malazgirt'te konuşan ve sesi tarihin derinliklerinden bize akseden Alparslan 'dan dinleyelim: “Din ve devlet yolunda sırf Allah rızası için savaşacağız. Eğer şehit düşersem vurulduğum yere gömünüz, bir adim geriye bile değil… hükümdar olarak değil, bir er gibi din ve devlet için dövüşeceğim”.

Bu sesi duyan ve bu ruhla Osmanlı Devletini kuran Osman Bey de ölüm döşeğinde ayni ruhu oğlu Orhan’a da aşılamaktadır. “Oğlum, mesleğimiz Allah yoludur. Kuru kavga değildir”. Tarih bize gösteriyor ki, biz Müslüman Türkler , ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz. Ne vakit mânevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir ve düşmanlar bizi can damarımızdan vurmuşlardır. Bilesiniz ki, düşman bizi hiçbir zaman açık savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemiştir. Bir milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, mânevî bataryaları bos olduğu müddetçe yıkılmaya mahkumdur.

Osmanlıların hem Allah ’in kendilerine ihsan ettiği etnik özellikleri ve hem de bulundukları mevkiin her açıdan fetih ruhuna uygun olması, kuruluş ve gelişmelerinde mühim rol oynamıştır.

Bu arada kendilerine düşman olan Bizans ’in yıkılma noktasına gelmesi, kendini iktisadî açıdan devam ettirebilmesi için vergi ve idare açısından kendi vatandaşlarına zulmetmesi, Bizanslılar, Sırplar ve Bulgarlar in Ortodoks olmaları hasebiyle, bazen Avrupa ’dan destek yerine köstekle karsılaşmaları, elbette ki yukarıda zikredilen sebepleri destekleyen etkenler olmuştur.

KAYNAKLAR: (İnternet’ten alınmıştır).

(1) Kutay, Cemal, Tarih Konuşuyor Dergisi.

Akgündüz, Ahmed, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor

(2) Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kurulusu;

İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu.

Okyay, Rifat, Osmanlı Devleti’nin Kurulusu, İstanbul, sh. 20-44.

0 yorum: