', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRK DEVRİM TARİHİ-TÜRKİYENİN DÜZENİ

18 Ekim 2007 Perşembe

TÜRK DEVRİM TARİHİ-TÜRKİYENİN DÜZENİ

TÜRK DEVRİM TARİHİ

BÜTÜNLEME ÖDEVİ

DOĞAN AVCIOĞLU

TÜRKİYE’NİN DÜZENİ

DÜN-BUGÜN-YARIN

BİRİNCİ CİLT+İKİNCİ CİLT

TANITIM: Bir zamanlar, çok değil bundan birkaç yüzyıl evvel, yeryüzünün en gelişmiş

ülkelerinden biri olan Türkiye’nin neden bugün geri kalmış toplumlar kategorisinde yer aldığını inceleyen bu yapıtında yazar Doğan Avcıoğlu iddialı bir önermeyle başlıyor: Sanayi ihtilalini Türkiye başlatabilirdi. İşte birinci bölümün ilginç temasını bende aynı yazar gibi iddia, kanıtlar ve ispat yoluyla işlemek arzusundayım.

Evvelce, Osmanlı düzeni ile sanayi ihtilalini yapan Avrupa toplumunun pre döneminin özdeşliğini ispata ihtiyaç vardır. Zira kökleri Marx’a dayanan ve daha çok kendi tezini çökertmemek gayesiyle sonradan ortaya attığı, Asya üretim tarzı ve feodal düzen arasında pek fark gözükmemektedir. Avrupa’nın serfi ile Anadolu’daki reaya arasındaki düzen arasındaki ayrılık ve Roma Hukukunun mülkiyet anlayışına uygun olarak sipahiler tarafından köylüye bağ bahçe değirmen vs. için verilen tapular ezelde iki üretim modelinin benzerliğini kanıtlamaktadır. Öyleyse gerçekten evrime çok az elverişli, sanayi devirmini gerçekleştiremeyecek, durgunluğa mahkum Aziyatik tarz ile sınırlı kalmaktansa, tarihi, iktisadi coğrafi askeri nedenlerle, Batıdakinden biraz farklı bir görünüm kazanmış feodalite ile Osmanlı düzenini adlandırmak daha yerinde olacaktır. Görünüşteki fark ise ürünün bir kısmına el koyanın senyor değil kerim ve onun temsilcileri olmasıdır.

Diğer bir olguda Anadolu tüccarlarıdır. İpek yolunun sınırlarımızdan geçmesi, Selçuklulardan itibaren hanlar, kervansaraylar inşa edilmesi, gümrük sistemi, yol şebekesi gibi aklıma gelen unsurlar Anadolu’da zaten zanaatın tarımdan ayrılmasının, şehirlerarası ticari faaliyetlerin topraklarımızda yer aldığını gösterir. Keza işbölümünü ve uzmanlaşmacı kapitalizmin temelleri Ortaçağdan modern çağa geçişte önemli roller üstlenmişlerdir, ayrıca bu iki evrim ezelden topraklarımızda mevcuttur.

Ayrıca Avcıoğlu Türklerin göçebe olduğunu da yalanlıyor. 15 ve 16. yüzyılda İstanbul’un Londra ve Paris’ten bile daha büyük olması Konya, Kayseri, Sivas, Bursa, Edirne gibi ticaret hayatının merkezi haline gelmiş şehirlerin varlığı göçebelik efsanesini yeterince yadsımaktadır. Zaten tüccar sınıfı şehir-köy ilişkilerini geliştirmiş, konar göçerlikten upuzak bir sistem yaratmıştır.

Dahası fetihlerle geçinen, düzenli ve güçlü bir ordu sahibi Osmanlı Devleti merkeziyetçidir. Bu nedenle Sahib-i arz senyör yerine devlet hizmetlisi sipahilerdir. Devlet memurları eliyle köylünün ürününe el koymakta, çiftçinin sahip olduklarına ise nazik bir dille arz etmekteydi. Belirtmek gerekir ki sipahiler merkeze karşı zayıf durumdadır. Devlet otoritesi sipahilerin üzerindedir.

Neticede Osmanlı düzeni hakkında halen süren tartışmalar nedeniyle Avcıoğlu feodalist yakıştırmasından kaçınmış prekapitalist dönem etiketini yeğlemiştir. Hafif korkak davranılmıştır, çünkü sunulan kanıtlar karanlık çağ Avrupası sisteminden başka bir görüntü sergilemektedir.

Acaba prekapitalizme geçebilecek miydi sorusunun cevabından bu evrim için gerekli şartlar gizlidir: zanaat, sermaye birikimi, köylünün toprağa bağlılıktan kurtulması. Zenginleşen köylüler, şehirlerarası ticaretle elleri iyice bollaşan tüccarlar, büyük çiftlik sahipleri derken ilk Türk kapitalistler oluşuyordu. Diğer yandan vakıf bankaları, sermayeci diye adlandırılan faiz karşılığı borç veren zümreler kısıtlıda olsa özel sektörde çalışan işçiler, tersane tophane gibi ağır savaş sanayisine ait kamu teşekkülleri ve Hazerfanın, Yahudilerin, Fatih ve Sokullu gibi ünlü devlet adamlarının bilim teknikteki yaratıcılıkları kapitalist düzene yürüyüşte her işin yolunda gittiğini izlenimini yaratır.

Doğu üstünlüğünden batı üstünlüğüne geçişteki temel nedeni araştıralım. Asya tipi düzen veya göçebelik olmadığı zaten kesin. Müslümanlık da 16. yüzyıla kadar faizciliğe, ticarete, bilimsel teknik ilerlemeye engel teşkil etmediyse niçin sonradan suçlu o olsun? Ezici üstünlüklerindeki gerçek sebep Coğrafi keşifler ve keşifleri izleyen olağanüstü dış talandır. Şu kadar ki bu dış talan sayesinde batıdaki sermaye birikimi korkunç boyutlara ulaşmıştır. İpek yolunun iflas etmesi, devlet hazinesini zorlaması, Avrupa’daki fiyat artışlarının Anadolu’da körüklediği enflasyon prekapitalist düzenden bir türlü sıyrılamayışımızın başlıca gerekçeleridir.

Kapitalist düzen yerine Osmanlıda açılan yeni çağ ne yazık ki derebeylik yani Ayanlar rejimidir. Bir yandan resmi memurların bir yandan ayanların zulmü Anadolu halkını bezdirmiştir. Özetle halen devam eden kadercilik anlayışımız bazı İslamiyet’ten öte ekonomik- sosyolojik çöküntü, maruz kalınan ağır zulümdür. Eserde utanç belgesi diye adlandırılan ayanlar ve 2. Mahmut arasında Alemdar sayesinde imzalanan Sened-i İttifak bir görüşe nazaran eşkıyalığın ispatıdır. Her halükarda bu belgeyi İngiltere’de baronların zorla krollerinden koparttığı Magna Cartaya benzetmek ya da ilerici saymak imkansızdır, çünkü senetle derebeylerine imtiyaz sağlanmış, varlıkları resmi olarak meşrulaştırılmıştır.

SONUÇ: 16. yüzyıldan itibaren artan batı kudreti Osmanlıyı kapitalist düzene değil, düzensizliğe, can ve mal güvenliğinin hayal olduğu bir kargaşaya sürüklemiştir. Bu sürüklenişten etkilenmeyen, hegemonya dışı kalan tek ülke Japonya’dır. Şimdi de “Japonya kalkındı neden Türkiye kalkınmadı?” sorusuna bakalım.

Bizim batılılaşma çabalarımız eski düzeni getirmenin imkansızlığını anlamamızla başlayacak,fakat bu yolda en büyük engeli yeniçeri, ulema ve derebeylerinden oluşan tutucu kesim çıkaracaktır. Biz Vakayı Hayriye ve diğer askeri deyimlerle, başlık, çatal-bıçak gibi yüzeysel hedeflerle oyalanırken, Japonya batıya kapalı sürecini yaşıyordu. Köpek öldürme yasakları ve garip dini ibadetlerle kendi kendini idare ettiren Japonya, bu kapalılığını tabi kaynakları bakımından fakirliğine borçludur. Nitekim hammaddesi yoktu ki açılsın, batının talanına uğrasındı. Ayrıca gelenek ve görenekleri itibarıyla tüccarlara ve yabancılara çok kötü gözle bakılıyor, Nazileri anımsatan faşist sloganlar <> hüküm sürüyordu. Bu konumdan Japonya’nın kurtuluşu iktidar değişimiyle başlamıştır. Köylüyü prekapitalist bağlardan koparan bir toprak reformu yerine devlet eliyle kapitalist imeli söz konusudur. Hibe biçimindeki devlet yardımları sermaye birikimine yol açacak, merkezin açık ve enerjik desteği sanayinin gelişmesini favorize edecektir. Yani devlet doğrudan doğruya fabrikalar kurmuş, kurulan fabrikalar karlı teşebbüslere dönüşünce kapitalistlere devredilmiştir. Madalyonun diğer yüzünde ise tröstlerin işçileri ezmesidir.

Japonya’nın hammadde bakımından fakirliği onu yağmadan kurtarmış batı iştahından korumuştur. Tepeden inme resmi destekler emellerine ulaşmış Japonya kalkınmıştır.

Öte yandan Türkiye’nin idam fermanı 1838 ticaret antlaşması, Anadolu’yu batının açık pazar haline getirmesi, gümrük esaretine yol açmıştır. Tabi kaynaklar bakımından zengin topraklar uyandırdığı iştahlara, batının taarruzuna yenilmiştir. Kapitalizme geçişin esansı bağımsız ekonomi Duyum-u Umumiye’nin kuruluşuyla hayal statüsüne düşmüştür. Açık pazardan gelen uygarlık sanayinin gelişmesini engellediği gibi varolan Türk sanayiini de çökertmiştir. Modern sanayi kurma çabaları çoğu gıda sektörüne dayanan alış kuruluşlarla sınırlı kalmış iktisadiyemiz batının hakimiyetine girmiştir.

Unutmamak gerekir ki Duyum-u Umumiye devlet borçlarını ödemekte bu gaye ile gelirleri toplamakla yetinen bir yuvarlak masa değil, yabancı sermayenin hiç risksiz imparatorluğa giriş kapısıdır. Sevindirici sınırlı olanaklarına rağmen TC borçlarını ödemiş Duyum-u Umumiye esaretinden kurtulmuştur; fakat bence eli kolu bağlı konumundan asla sıyrılıp tam özgürlüğünü kazanamamıştır. Kanıtı ise 1958 yılında birikmiş borçlarını ödemeyen dönem hükümetinin izlediği kayıtsız şartsız borçlanmaya yönelik istikrarsız <> İktisadiyemizin tutsaklığına diğer bir örnek de Osmanlı bankası, Deutsche bank gibi kuruluşların yanısıra demiryollarında tanınan imtiyazlar, İngiltere-Almanya-ABD üçgenindeki gizli petrol savaşı (Kerkük) Boraks madenimize Fransızların sahip çıkması ve Anadolu’nun sinsice paylaşılması ardından yer yer işgali bilinen kronolojik sıralamadır.

Söz konusu Açık Pazar Türkiyesinin icat ettiği yeni toplumsal yapıyı incelemenin vakti geldi çattı. Eski Osmanlı toprak düzeninin derebeyleri ve mültezimler elinde çöktüğünü, yüzyıllar boyunca mal güvenliği şöyle dursun can ve ırz güvenliğinden bile yoksun köylünün çektiği zulmünü evvelce gördük. İşte bu köylü milleti yollardan, ovalardan, uzak dağlık ve ormanlık bölgelere çekinip toprağı bırakıp göçebe olur. Terkedilen verimli araziler, Osmanlının arazi sistemi de çökünce de ağalara beylere kalır, ki bu mülkiyet aktarımının temelinde Namık Kemal’e göre zorbalık ve devlet nüfusu yatmaktadır. Kısacası Anadolu köylerindeki kalabalıktan ve insandan kaçma ahlakı, yalnızca <<>> diyen antikerim devletin protesto edilmesine yol açmıştır. Filhakika, Hristiyan ve Musevi unsurlar Avrupa ile Türkiye arasındaki ticari ilişkilerde aracı konumuyla yoğurdun kaymağını sıyırmışlardır. Alafranga Müslümanların ve aracı kesimin aksine seyyar satıcı, boyacı, dilenci tayfasının oluşturduğu lümpen proletarya, artı ezilen ve ezildikçe kaçan, meydanı ağalara beylere terkeden köylü Tanzimat tipi batılılaşma sonrası toplumsal yapılaşmanın esrarengiz tablosudur.

Sonuç bölümünde yazar bir sömürgeleşme tarihi tespit etmek emeline sahip olmadığını ancak AP iktidarının iddia ettiği üzere bu düzeninde atalarımızdan yadigar olmadığını belirtmiştir. Bende yazarın bu görüşüne katılmakla birlikte varolan düzenin batı emperyalizminde ve onun Japonya hariç yayılmacı politikasında aramak gerektiğini eklemek istiyorum. Sorun ne Avrupalı yazarların üzerinde durduğu Aziyatik tarz ne İslamiyet ne de göçebeliktir, sorun yazarımızın da gördüğü gibi Tanzimat batıcılığının hegomenyaya teslimidir, menderes batıcılığının da bundan hiçbir farkı yoktur. Sömürgeleşmeye karşı Milliyetçi tepkiler iki kanattan yayılmaktadır. Birincisi ordu, ikincisi ise Yeni Osmanlılardır. Osmanlıyla beslenen ve Türkiye’de üreyen olumsuzluklara karşı askerler direnişte silahlı mücadelede, düşünürlerse bunu uzlaşmacı bir görüşle anayasa ve eğitimle eritmişlerdir.

Dikkatimi çeken diğer bir noktada Niyazi Berkez’in eleştirisidir. Bir avuç vatansever aydının hedef kitlesi yalnızca okumuş kitle idi. Reaya ya inmek onlarla özdeş bir dil kurulmuyordu ki bu da onlarla eş acıları paylaşmak demekti. Halk ne olsa okumuşların fikirleri üzerinde yükselebilirdi ama durum tam tersi olmamalımıydı?

Öte yandan İttihat ve Terakki ve Prens Sabahatçilerin çekişmesi dönemin zıtlığını da somutlaştırmaktadır. Bir yanda erkiyle çözüme ulaşmaya çalışanlar, diğer yanda bireyci ve toplumcu bir ayrımla yola çıkan toplumcu Osmanlıyı bireyci kılmaya bunu da İngilizlere tabi olunmasıyla gerçekleşeceğine inanan Prensçiler duruyordur. İttihat ve Terakkinin tek parti diktataryası, yaptıkları halk iradesini birazda onaylayan ama Jön Türkleri sürgüne yollayan maddeli anayasasıyla yeterli olamamış, o dönemde de iç ayaklanmalar ve savaşlarla uğraşılmak zorunda kalınmıştır.

Eklenmesi gereken diğer noktada sonuçta Milli İktisat denemeleriyle Türk kapitalistler yetiştirmeye çalışan - ve aynı deneme Cumhuriyetten sonrada yapılacaktır – zihniyetin Türk proletaryasını patronların sömürüsünden korumamalarıdır.

Neticede İttihat ve Terakki milliyetçiliği Atatürk reformlarını da etkileyecektir. Kurtuluş savaşında da milliyetçilik toplumsal tabakalarda farklı derecelerde yayılmıştır. Bunun yanında da Wilson ilkeleri jenosidin teşvike’si statüsünde olmuştur. Diğer tarafta da milliyetçi subay ve aydınlar canla başla çalışmaktadırlar. Ama bu insanlar bile bu yüce gayede birleştikleri halde mandacılık, eskiye dönüş, sosyalistlik ve devletçilik gibi figürlerle antlaşmazlıklara düşmüşlerdir. Bu olumsuzlukların uzantıları zaferden sonra devrimci bir atılımı engellemiştir.

Kurtuluştan sonra ilk sırayı ekonomi kapsamlı bir kongre olan İzmir İktisat Kongresi alır. Bu kongre ilginç bir yön teşkil etmez çünkü alınan kararlar büyük tüccar ve toprak sahiplerinin çıkarlarına hizmet eder.

Bunun yanı sıra çağdaş uygarlık yolunda atılması gereken en önemli adımlardan biriside toprak düzeninde prekapitalist ilişkilerin tasfiyesidir. Zaten batıdaki sanayi ihtilalinin temelinde toprak reformu yatmaktaydı ve bunun benzeri adımlarda savaş sonrası Türkiye’de atılır. Ama bu adımlar aynı zamanda istikrarsızlığında göstergesi olmuştur. Bunun sebepleri de, ilk önce geniş toprakların varlığı daha sonrada birincisini yadsımak pahasına da olsa eşrefin gücünden doğan sorulardı.

Savaş sonrası dönemin bir diğer yüzü de halkçılık ve halk politikasıdır. Ama sınıf gerçekçiliğini görmezlikten gelen bir halkçılık oluşmuş ve halkçılık anlayışı sağlam temellere oturtturulamamıştır.

Evet, vatan kurtulduktan sonra asıl savaş ekonomik alanda verilmeliydi. Gazinin bankalar oluşturması, şeker sanayiinde gelişme yaşanması ama bunun yanında da ithalatçıların sanayileşmeyi baltalaması, tekelcilik statüsüne geçilmesi milli iktisat projelerini sonuçlandıramamıştır.

1923-1931 arasındaki liberal dönem devletçilikle sona erdi. İç şartların zorlamasıyla kendiliğinden devletçiliğe kayan TC’ni dış şartlarda etkilemiştir. Uluslararası baskıların kökeni dünyadaki ağır ekonomik bunalım sonrası çöken kapitalizm, milletlerarası ticaret sisteminin iflası ve büyük kapitalist devletlerin bile ekonomilerini milli müdahale tedbirleriyle kurtarma çabasına girişmeleridir. Uyarıyorum: devletçilik kapitalizme alternatif olmamış onunla büyüyen bir politika olmuştur. Ülkemizde ise devletçilik 1937 yılına dek tam hız ilerlemiş bu yıldan itibaren ise politikamızın tarafsızlıktan batı ittifakına kaymasıyla gevşemiştir.

Devletçi bakış açısı tarıma da bulaşmıştır. Aşar vergisinin kaldırılmasını takiben makinalaşma çabaları, Ziraat Bankasının kurulması, kredilerin arttırılması ve kooperatiflerle tarımda reform beklenmiştir.

Kitabın devamında ikinci bölümün sonucunda milliyetçi devrimcilerin iki talihsizliğinden söz ediyor Avcıoğlu. Birincisi savaşın fiziki tahribatından korunabilmemize rağmen iktisadi tahribata mahrum kalmamız. İkincisi kurtuluş savaşının işçi, köylü ve halk hareketi barındırmasıydı, ki bu şahıslar savundukları halktan tam destek alabilsinler. Ayrıca yazara göre cumhuriyet devrimciliği 1938’e kadar değil TC’nin son noktası olan 1945 teki çok partili hayata geçişe yönelmiştir.

Üçüncü bölümün acıklı başlığı “Devrimciliğin sonu ve tanzimat batıcılığına dönüştür.”

Nihayet Milli Kalkınma Partisi sayılmazsa 1946 da DP’nin kuruluşuyla TC çok partili döneme girmiştir. İnönü’nün bilinçli teşvikleri, Sovyet tehlikesi, batılıların telkinleri ve o devirde tek parti yönetimlerine duyulan antipatiye dayanır. Yalnız çok partili dönemi sadece dış baskıya bağlanmak gerçeği yansıtmaz. Tüm toplum katmanlarına duyulan hoşnutsuzluk baştaki partiden alınacak beklentilerin sonuçsuz çıkması bu geçişin iç dinamikleridir. Özetle toprak reformu yerine tarım reformu, devletçilik yerine özel teşebbüs yabancı sermaye bağımsızlıktan ziyade ABD uyduluğu, ileri karakolculuk, köy enstitüleri yerine imam hatip okulları arzu eden DP’nin kuruluşu çok partili hayatın kimlerin yararına olduğunu ispatlar. İşin ilginç yanı bu sınıfların yükselişi sadece DP kadrolarında değil CHP içindede gözlemlenmiştir. İyimser olmak gerekirse çok partili hayat büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların nüfusunun artmasının yanı sıra genel oy parti rekabeti gibi parçalarıyla jandarma baskısını azaltmış, idarenin işçi ve köylüye davranışını yumuşatmıştır. Kitleler politikacıların köylülere nutuk atması gibi minor sebeplerle vatandaş olma duygusuna kavuşmuş.

Türkiye’deki Amerika başlığı altında ilk işlenen Milli kuruluşçu Türkiye’nin Atatürk döneminde bloklar dışı bağlantısız dar politika izlemesidir. Sonra ise İngiltere-Fransa ve Almanya arasındaki mücadeleden yararlanacak, Hatay davasının başarıya ulaşması, Türk askerinin 1935 Temmuzunda Hatay’a girmesi yer alır. Fakat bu bağımsız politikayı işbirlikçi yönelişler takip eder. İşbirlikçi çevreler içeride <> sloganları atarken dışarıda batı ittifakını ve yabancı sermaye ile dış yardımları savunuyorlardı. ABD ile ittifak peşinde koşma ve bunun aksini gösterenlerin veya düşünenlerin komünist olarak suçlanmasıyla sürecektir.

ABD ile yardımlaşmamız, harp dışında kalsada savaşın açtığı sosyal-ekonomik faaliyetlerini sırtında taşıyan TC zamanında askeri alanda yoğunlaşmıştır. Bu bir nevi teknik yardımın ideolojik bir örtüye dönüşmesine vesile olacaktır. Ama ordumuz uydu ordu konumunu tam anlamıyla almayacaktır. Ama aynı dayanıklılık kapitalist çerçeveye uymamıştır. Keza artık milli kapitalizm değil işbirlikçi kapitalizm görülmektedir. Ve tamda antikominizm bu çevrelerin dilinde sakız olmuştur. Sol hareketler ortadan kaldırılmış bunu takilan irticai hareketler perçinleşmiştir. MaCarthıcılık anlayışı irtıcan yeni ifadesi olmuştur. Demokrasi istekleriyle başlayan çok particilik hürriyetlerin kısıtlandığı bir sürece bürünmüştür.

Tüm bu anlatılanların sonucu ikinci dünya savaşından tüm borçlarını ödemiş, önemli miktarda altın ve döviz rezerve yapmış Türk ekonomisinin telef olmasına neden olmuş, devletçilik tasfiye edilirken devlet kontrolü azaltılmış yerine serbestliğe gidiş başlamıştır.

Sosyolojik bazda incelenirse ziraat bölgelerinde orta sınıf diğer aşırı dinci kesimlerden daha olumludur, dinin serbest bırakılmasından yanadır. Şehirli elitler ise kozmopolitliklen ileri gelen görüşleriyle laikliği tutar, yalnız tüm bu çevrelerin siyaset konusunda genellikle aynı derecede muhafazakar olduğunu belleklerden silmemek gerekir.

1950 seçimleriyle iş başına gelen DP iktidarı dolar diplomasisinin kapısını aralar. Artık her şey dolar için diye özetlenebilecek komproder ideaları yaygındır, ardından kongreye Türk askerleri gönderilir ve bu sevkiyetle TC NATO’ya kaydını yaptırır. Menderes hükümeti topraklarımızın Amerikan istihbarat servisine açılmasına izin verirken “Dolar daha fazla dolar emeliyle” kredi musluklarını ölçüsüzce açar, borçlan borçlana bildiğin kadar dönemi başlar.

İkinci cildin açılışı <<İşbirlikçi kapitalizmin gelişmesi>>dır. Bu kitabın sonuna kadar izlenimimde gördüğüm başlıca nokta, Türkiye’nin tarım ve tarım dışı faaliyetlerinin yıllarca tabii ki vakti zamanın hükümetlerinin destek ve yardımlarıyla da emperyalist iki bloğun ataklarına maruz kaldığıdır. ABD ve Ankara antlaşması ardından AET’nin oyunlarıyla 3.Dünya ülkeleri arasında düşüşümüz işbirlikçi kapitalist çevrelerle birlikte tecrübesizliğimizin eseridir.

Yazarın dizisini takip ederek öncelikle tarıma deyinmemiz gerekir. Tarımda kapitalist gelişmeler toprak yoğunlaşmasına sebebiyet veren Mersholl yardımlarıyla patlar. Türkiye’den beklenen tarıma önem verilmesi ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu haline gelmesiydi. Bu dönüş DP iktidarının işine gelince Menderes politikalarıyla bu sektörde adaletsizlikler artmıştır. Kudretli çiftçiler mera tahribine yönelirken, ufak çiftçiler orman tahribine girmişlerdir. Ziraatın ani makinalaşması bir kısım işsiz kalan köylüyü bu illegal faaliyetlere itmiştir.

Örneğin Çukurova’da bir traktör 10 kişiyi işsiz bırakıyordu, işçi ihtiyacı yılın 5 ayına düşünce bu indirgeme mevsimlik işsizliğe dönüşmüş. Demek ki tarımdaki modernleşme eski toprak ağalarını zenginleştirip, tarım kapitalisti haline getirirken büyük sayıdaki ortakçı köylü kitlesinin durumu gitgide kötüleşmiştir. Köyün iktidar ilişkileride ekonomik değişmeyle deformasyona uğramıştır. Kapalı köylerde teknik gelişmelerden etkilenme zayıftır, ancak yinede toplumsal tabakalaşma başlamıştır. Henüz köylü ailelerin gelirleri arasında çok büyük farklar yoktu; yani gelir ve servet farklılıklarının genişlemesi tarımdaki yavaş gelişmeyi engellemiştir. Aşiret reisinin kardeşi iktidarı elinde tutar geçiş halindeki köylerde ise topraksız köylüler baş vermiştir. Açık pazara hizmet eden köylerde iktidar artık muhtara geçmiştir. Resmi görev ve resmi otorite görüşte önemlidir. Muhtar ırgatlayan köylü kitlesini temsil ederken ağaları gerçek otoritedir. Özetle, Türk köyü 1948’den itibaren çok çeşitli yollardan kapitalizme doğru ilerlemekte, köy kapalı ekonomiden pazara doğru kaymaktadır. Ve bunun getirdiği bir çok olumsuzluklar. Bu ve benzer sebeplerden 27 Mayıs ve 12 Mart’ta toprak reformu gündeme gelmiştir. Ama bu güne kadar sürümce de kalmış bir olgudur.

Şimdi sıra tarım dışı yani sanayideki kapitalist gelişmelere geldi. Devlet fabrikalarını dış ticarette özgürlük izlemiş, liberasyon davası, borçlan borçlanabildiğin kadar politikası ile neticelenmiştir. Fakat Türkiye bu dış ticarette serbestleşmenin bedelini çok ağır ödemiştir. Öte yandan devletin kapitalist imali de imalat hatasıyla sonuçlanmış. Cumhuriyetin gençlik yıllarında amaç, milli kapitalist imali iken şimdi amaç çıkarlarıyla büyük yabancı firmalara ve devletlere bağlı bir kapitalist sınıf yetiştirmeye dönüşmüştür. Eğer birinci gayeye devam etmiş olsaydık kim bilir TC Japonya modeli olabilirdi. Bu hata da ilk göze çarpan vekiller Çukurova elektrik ve Ereğli demir çeliğin devlet sermayesi ve devletçe sağlanan dış kredilerle kurulmasıdır. İki büyük özel teşebbüs, devlet teşebbüslerin özelleştirilmesi kapitalist sektörünün genişlemesinde karma şirketlerin güçlü araçlar olduğunu ispatlar. Özel sektör bilançosunda bu yıllarda anlaşılan umulan kapasiteye ulaşılamadığı, akraba şirketlerinde yeterince mühendis çalıştırılmadığından teknik gelişmenin gerçekleşmediğidir.

1960’lı yıllar tatlı iş alanları da doğurmuştur: NATO antlaşması çerçevesinde girişilen büyük askeri inşaat işleri, yabancı mütahit firmaları yanı sıra yerli büyük mütahit mütahitler ve nakliyeciler yer alır. Hızla gelişen ikinci büyük alanda karayolu nakliyeciliği olmuş, petrol ithal edilirken demir ve deniz yolları geri planda bırakılmıştır. Birdenbire fırlayan diğer bir sektör emlak işleridir; arsa spekülasyonu görünmemiş ölçülere ulaşmış dahası banka ve sigorta oyunları kredi alan şirketleri yükselteceği yere limitsiz kredi imkanlarıyla gözleri boyanan kuruluşları batırmıştır. Batan tüccarlar borçlarını ödeyemeyince de alacaklı bankalarda iflas etmiştir. Sigorta alanında ise en büyük tatlı müşteri her zaman ki gibi devlettir. Özetle ithalat oyunlarında döviz sıkıntısı çekilen yıllarda bütün mesele devletten müsaade elde edebilmektir. İş adamları arasındaki mücadele, bakanlık kapılarındaki çekişme ittihat ve terakki iktidarının 1. dünya savaşı yıllarını aratmaz niteliktedir. Nitekim, kitapta SEKA derneği ve particilik- ticaret oyunlarına uzunca değinilmiştir.

Kısacası, tüm ithalat-ihracat dalavereleri yanında enflasyon sabit gelirlileri perişan ederken iş çevrelerinin gelirlerini arttırmıştır. Kolayca zenginleşen sınıfların, çoğunluğun artan sıkıntı ve ızdırabıyla paralel ilerleyen lüks ve sefahat hoşnutsuzluğu körüklenmiştir. Zira, mutlu azınlık deyimi Menderes yıllarından kalmadır. Bu miras 27 Mayıstan sonraki dönemin daha sistemli ve görünüşte daha başarılı bir kapitalist sınıf imal etme çabalarına adanmasına favorize etmiştir. Planlı ekonomi döneminde 27 Mayısa ulaşmanın orijini her mahallede bir milyoner yaratmak propagandasının çöküşü, çarpık kapitalistleşme çabaları ve enflasyonun körüklediği hoşnutsuzluk ortamıdır. İhtilalin yegane amacı demokratik bir anayasadır; fakat “ sosyal devlet “, “çalışma “ gibi kelimeler büyük önem teşkil eder. Belli fikirleri ve kadrosu olmayan bu harekatın entelektüel ortamda geliştiği kesindir. Demokratik bir AY kaleme alınması iş çevrelerini telaşlandıran “servet beyannamesi sistemi “ ve sosyalizasyon kanunu olumlu gelişmelerdendir. Hareket toplumsal temele pek oturtulmadığı halde popülist ve halkçı gayelerle kendini lanse etmiştir. Bu olayları, “ Devlet Planlama Teşkilatı “ nın kuruluşu ve ilk 5 yıllık plan (1963-1967) izler. İktisadi devlet teşekkülleri ve toprak reformu konularında anlaşmazlıklar çıksa da plan ABD tarafından beğeniyle karşılanmıştır. Bu devrim “az gelişmiş ülkelere uluslar arası yardım” ideolojisi Türkiye’nin dış ticaret planlamasının başarısızlığına, kamu sektörüne ait yatırımların gerçekleşmesine yol açmıştır. Planlı dönem, plansızlıktan kalkınma hızında değişiklik getirememiştir. Demirel’in iktidara gelmesiyle özel sektör, kamu sektöründen fon aktarmaları, fiilen gelen yabancı sermaye yardımlarıyla altın çağını yaşamıştır. Sanayiciliğimiz bayilik usulü ilerlemiş mümessillik anlaşmaları ve plansız, dağınık anarşik gelişmeler yüzünden sanayi “montaj + paketleme” statüleri ile sınırlı kalmıştır. Kapitalist sınıf öte yandan akademik çevrelerin bilimsel, teknik bilgilerinden yararlanmayınca tatminsiz kılınan aydınlar ve çıkarlara göre hareketlenen reklam-basın sektörü doğmuştur.

Özel sanayi ithalata dayalı montajcıdır, ayrıca bilgisizlik, fazla kar amacı, haksız rekabet gibi nedenlerle kendisinden bekleneni gerçekleştiremeyince devletten bir takım tedbirler talep edilmiştir. Esasen, montajcı yapısı ile sanayiimiz döviz tasarrufundan ziyade israfa sebebiyet vermiştir. Kısacası teknolojik bağımlılık en büyük hatamızdır. Anahtar teslim fabrikalar yerine makine yapım sektörüne en büyük önemi vermeliydik. Az gelişmiş ülkelerde, yabancı sermaye ve onunla iş birliği yapan yerli sermayeye dayanarak yürütülen kalkınma denemesi güney Amerika ülkelerindekine benzer sonuçlar vermiş; ekonomik krizi, hiper enflasyonu perçinlemiştir.

Kitaptaki diğer bir mevzu da Ticaret antlaşması ile AET’ye girişimizin prosedürü Ankara antlaşması arasındaki benzerliktir. İlginç nokta Lozan gibi bir bağımsızlık bildirisinin ve ekonomik bağımsızlığımız meşrutiyet kaynağı Ankara uzlaşmasının aynı politikacı, İnönü tarafından imzalanmış olmasıdır. Zira, Avrupa’ya katılmamız diğer üye ülkelerle eşit koşullarda değil (örneğin aynı tarihlerinde Yunanistan tam üyeliğini elde etmişti) çorbadandır. Multinasyonel şirketler yani ABD+AET karışımı kuruluşlar artık Türkiye’nin ekonomik tablosunu oluşturmaktadır. Zaten, hem askeri hem d özel sektör alanlarında ABD’nin boyunduruğundaydık, şimdi de hiçbir temsil gücümüzün, bulunmadığı AET’nin kararlarına da esir düştük. İkinci sınıf Avrupalılığın bize tanımış olduğu sözde tavizler, taviz niteliğinden sıyrılıp 1838 misali kapitülasyonlara denk düştü. Ortak pazarda Türkiye’nin geleceği, serbest dolaşımla meydana çıkan işgücü ve beyin göçü, planlı ekonomiden vazgeçilmesi tarzında şekillendi.

Gelişmiş ülkelerin açık pazarı haline gelmemiz, tutucu güçlüler koalisyonu yarattı, tekrar iktisat denemelerine girişildi. Diğer yandan emperyalizm sınıfsal temelini hazırlamıştı, güçlü müttefiklere sahipti. Anadolu’da ilerici güçlerde seslerini çıkarmaya başladı. İşçi sınıfı sayıca çoğalınca , iş akdiyle çalışanlar kendilerini özellikle 1965 seçmelerinde TİP’e oy vererek temsil etti. Artık proleterleşerek geleneksel bağımlılık ilişkilerinden kurtulan köylü de düzenin değişmesini arzuluyordu. Sol milliyetçilik ise başka saflarda borçlarını öttürüyordu. Son bölüm olan “Kalkınmanın yollarında” önerilen çok kısa özetle mevcut düzenin değişmesidir. Bu düzenin nerden geldiğini ve ne olduğunu inceledik. Tablo, milli gelirin azlığı, var olanın da mutlu azınlık tarafından lüks tüketime yani yabancı ürünlere harcanarak ziyan edilmesidir. En alt gruplar son derece düşük yaşama düzeyinde iken milli gelirin yarıdan fazlası ailelerin 1/5ine gitmemektedir. Bu şanslı aileler de hasılatlarının çok çok az bölümünü yatırımda, milli kalkınma yolunda kullanır. Geniş miktarda işgücü sahipleri, hizmet sektörü ezilen konumdadır. Tüm iktisadi izinler çareler bulmak gayesiyle incelendikten sonra çözüm kaynak israfının durdurulmasında bulunur. Komünist sistemin pratikte ütopik yapısı ve klasiklerin devlet müdahalesinin gereksizliğini iddia etmeleri izlenmeye değer metotlar değildir.

Kaynak israfından kaçınmak milli savunma giderlerini azaltmak, lüks tüketimden üretime yönelmek, iktisadi seferberlik ilan etmek, gizli işsizlikle savaşmak gibi metotlara bağlıdır. Öte yandan, önümüzde Bulgaristan gibi bir laboratuar varken onu da görmezlikten gelmemeliyiz. Nitekim, savaştan bitap çıkmış bu ülke sanayide dengeli hamleleri ile Avrupa’nın da dikkatini çekmektedir. Çin’deki gizli işsizlikle mücadele yöntemleri yazar tarafından beğeniyle karşılanmış; ama Amerikan tipi kalkınma yolu farklı tarihsel süreçler ve geleneksel yapımızdan uygun bulunmamıştır. Zira bizi yarı sömürge ülke haline sokan bir ekonomik-diplomatik anlayışı benimsemek fikrimce onursuzluktur. Türkiye için ABD tipi kalkınmadan ziyade milli devrimci ya da devletçi kalkınma yoluna başvurmak doğrudur.

Devrimci kalkınma stratejisi dallı budaklı geniştir. Kooperatifçilik ve devlet teşebbüslerindeki anarşik yapılanmalara son vermek her birini işler hale getirmek gereklidir. Toprak reformu konusunda makineyi arazinin verimini arttırmaktan çok yatırımdaki iş gücünü serbest bırakıp sanayiye aktarma amacıyla tavsiye ediyor Avcıoğlu. Madenlerin, ulaştırımcı hizmetlerinin millileştirilmesini savunurken de, “Nasıl devletleştirme?” sorusuna yazarın cevabı: para akımları yaratmak, bu akımların dolaşım hızını ve kullanılışını örgütlemek tarzındadır. Öte yandan sabit sermaye harcamalarını önceden, yatırım esnasında ve nihai denetim gibi aşamalarla kontrol altında tutmak yükümlülüğünü de “Devlet Yatırım Bankası”na yüklüyor. Kalkınmanın dış engelleri zaten ezeli sorunumuzdur. İktisadiyemizin dışa bağımlılığını en aza indirmek zorunluluğu sarihtir. Turizm, bacasız sanayi açısından kaynakların kullanımı kaçınılmazdır. Dış ticarette devletleştirme sömürü ve soygunu yasallaştırmanın yerini almalıdır. Kurulması öngörülen şirketleri dahi teker teker sunan kitap, plan ve ağır sanayiyi çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın esası sayıyor. Ülkenin doğusu ile batısının bütünleşmesi, doğu isyanının prekapitalist sömürüden kurtarılması da diğer bir olmazsa olmazdır.

Neticede, yazar verdiği reçetenin, milli devrimci kalkınma yönteminin 15-20 yıl içinde başarıya ulaşacağından emin. Çağdaş uygarlık düzeyindeki şerefli yerimiz gerçekten devrimci olduğumuz, dış destekli tutucu güçlerin tuzaklarına kanmadığımız taktirde hazırdır. Son nokta, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ertesinde yaptığı bir nutkundan alıntıyla konulmuştur: İnkılabın kanununun memleketi mamur milleti zengin kılabileceğinden bahsediyor Önder Atatürk. Doğru, herkes böylece mutlu olur, mutluluk sadece azınlığın lüksü olmaktan sıyrılır.

0 yorum: