', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRKLERİN TARİHİ

17 Ekim 2007 Çarşamba

TÜRKLERİN TARİHİ

Bugün ki Türk Cumhuriyetlerini kuran Türk kavimleri ve halklarının ülkeleri devletlerarası hukuku hiçe sayan Ruslar tarafından XIX. asrın muhtelif devirlerinde işgalden sonra, Ruslar, "böl ve yönet" sistemini uygulayarak kardeşlerinizin Türk milletinin bölünmez birer parçası olduğu fikrinden uzaklaşmaları için gerekli idari, eğitsel ve kültürel baskıyı uygulamışlardır. Moskova' nın uyguladığı bu sistem daha da genişletilerek Sovyetler döneminde katı bir şekilde tatbik edilmiş ve kardeşlerimize Türk yerine Özbek, Kazak ,Kırgız, Türkmen, Azeri vb. boy, hanedan ve bölge adları ile hitap edilmiş ve kendilerinin birbirinden ayrı halklar olduğu ve Türklükle hiçbir alakaları olmadığı fikri aşılamıştır. Bugün, Cumhuriyetlerin halklarını oluşturan Kazak, Kırgız, Özbek, Azeri ve Türkmen kardeşlerimiz, eski dönemlerin tesiri ile Türklük konusunda yanlış ifadelerde bulunmaktadırlar. Bu yanlış ifadeler yalnız yeni Türk Cumhuriyetlerine değil, Türkiye'de dahi kullanılmaktadır.

TÜRKLERİN TARİHİ

En eski ve köklü kavimlerden oluşan Türkler mazilerin boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılmış bir millettir. Türk tarihini değerlendirirken onu hem zaman hem de coğrafi bakımdan diğer toplulukların tarihinden ayıran şu noktalar önemlidir: Türkler dağınık şekilde yaşamaları sebebiyle ve birbirinden farklı gelişme yolları takip ettikleri için Türk tarihini belirli bir zaman kesiminde bütün halinde değerlendirmek kolay olmamaktadır. Diğer milletlerin aksine Türkler asırlarca yeni iklimler, yeni yurtlar arayarak tarihlerini değişik bölgelerde yaratmışlardır. Bu sebeple geçmişin herhangi bir devresinde aynı yerlerde Türk topluluk,idare ve devletlerini izlemek mümkün olduğundan, Türk tarihi denilince, belirli bir topluluğun belirli bir bölgedeki tarihi değil, Türk adını taşıyan ve özel adlarla anılan Türk zümrelerinin çeşitli bölgelerde ortaya koyduğu tarihlerin bütünü anlaşılmalıdır.

Türk Adı

Araştırmalar "Türk" adının aslında belirli bir topluluğa mahsus etnik bir isim olmayıp, siyasi bir ad olduğunu ortaya koymaktadır. Göktürk Hakanlığı'nın kuruluşundan itibaren önce bu devletin, daha sonra bu imparatorluğa bağlı, kendi hususi adlar ile anılan, diğer Türlerin ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere milli bir ad haline gelmiştir.

Siyasi nitelik kazanmadan öce "Türk" sözünün cins ismi olarak "güç kuvvet" manasında olduğu bir Türkçe vesikadan anlaşılmış ve cins ismi olarak çok eskiden beri Türkçe'de mevcut olması gereken Türk kelimesinin ''Altaylı'' kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde, daha sonra yine cins ismi olarak Türk-Hun tabirinde kullanıldığı bilinmektedir. Ancak, "Türk" kelimesinin Türk devletinin resmi adı olarak ilk kullanan siyasi teşekkül Göktürk İmparatorluğu'dur.

Türk Soyu

Son 50 yıl içinde yapılan bilimsel araştırmalar Türklerin beyaz ırka mensup olduklarını ortaya koymuş ve yeryüzünde mevcut 3 büyük ırk grubundan "Europit" adı verilen grubun Tuğranit tipine bağlı olan Türklerin kendilerini başta Mongolit Moğolları olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolojik çizgilere sahip oldukları anlaşılmıştır. Hakim özellikleri beyaz renk, düz burun, yuvarlak çene, hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyıktır. Tuğran tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünnehir ve diğer yakın-doğu Türkleri, beyaz tenli, koyu parlak gözlü, yuvarlak yüzlü, endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile orta çağ kaynaklarında güzelliğe örnek gösterilmiş, hatta İran edebiyatında "Türk" sözü "güzel insan" manasında kullanılmıştır.

Türklerin Anayurdu

Tarihçiler Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağlarını ve etrafını Türklerin ilk ana yurdu olarak kabul etmiştir. Etnologlar ise, İç Asya'nın kuzey bölgelerini Türklerin ana yurdu olarak belirtmektedirler. Antropologlar,Kırgız bozkırları ile Tanrı dağları arasını;sanat tarihçileri Altaylar ile Kuzeybatı Asya sahasını;kültür tarihçileri de Altaylar ile Kırgız bozkırları arasını ve Baykal Gölünün güney batısını Türlerin ana yurdu olarak göstermişlerdir. Tariflerin bu kadar çeşitli olmasının sebebi, Türklerin hareketli bir millet olmaları ve kültürlerini gittikleri yerlere götürmeleridir.

Türklerin Yayılmaları

Çok eski zamanlardan başlayan anayurttan ayrılma hareketleri aralıklarla binlerce yıl devam etmiştir. M.Ö. gerçekleşen bütün Türk göçlerinin tarihleri kesin bilinmemekle beraber bazı tespitler yapılabilmektedir. Mesela Türkler'in kolları olan Yakutlar ve Çuvaşların ana topluluktan ayrılması ve Yakutların doğu Sibirya'ya doğru yönelmeleri çok eski bir tarihte olmalıdır. Çünkü dilleri "Ana Türkçe"den en ayrı düşen Türk kavimleri bunlardır. Özelikle Yakutça bugün en çok değişen lehçelerden biridir. Türkler'den bir kitlenin de Batıya yönelerek Volga nehri etrafındaki düzlüklerde, M.Ö. 6-3 asırlarda İskitler ile birlikte yaşadıkları tahmin edilmektedir. Hindistan'ın İndis-Pencap havalisine doğru ilk Türk hareketi bir tahmine göre M.Ö. 1. Bin başlarına tesadüf etmektedir. Daha eski tarihlerde Türkler'in İran yaylası üzerinden Mezopotamya'ya inmiş sayılan Sümerler'dir ki, dilleri Sami ve Hind-Avrupai olmayıp, Türkçe'nin dahil olduğu "bitişken" gruba mensuptur. Ancak Sümerler'in menşei meselesi halledilememiş, daha doğrusu aslen Orta Asyalı ve muhtemelen Türk soyundan geldikleri ilim dünyasında henüz kesinlik kazanmamıştır.

Milattan sonraki Türk göçlerine katılan boylar ve zamanları hakkında ise açık ve kesin bilgilere sahip bulunulmaktadır:

- Hunlar, Orhun bölgesinden güney Kazakistan bozkırlarına, 1. asır sonları ve 2. asır ortalarında Türkistan'a, 375 ve sonraki yıllardı Avrupa'ya

- Var-Hunlar, 350'lerde Afganistan ve Kuzey Hindistan'a

- Oğuzlar, 461-465 yıllarında güney-batı Sibirya'dan güney Rusya'ya

- Oğuzlar, 10. asırda Orhun bölgesinden Seyhun nehri kenarlarına ve 11. asırda Maveraünnehir üzerinden İran'a ve Anadolu'ya

- Avarlar, 6. asır ortasında Batı Türkistan'dan Orta Avrupa'ya

- Bulgarlar, 668'den sonraki yıllarda Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlar'a ve Volga nehri kıyılarına, 830'dan sonra Macarlarla birlikte bazı Türk boyları, Kafkaslar'ın kuzeyinden Orta Avrupa'ya

- Sabarlar, 5. asrın ikinci yarısında Aral'ın kuzeyinden Kafkaslar'a,

- Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Uzlar (Oğuzlardan bir kol), 9-11 asırlarda Hazar denizi kuzeyinden Doğu Avrupa ve Balkanlar'a, Asya'ya göç etmişlerdir.

Bunlarda bilhassa Hun ve Oğuz göçleri hem uzun mesafeler katederek yapılmış, hem de çok mühim tarihi sonuçları olmuştur. Bu göçler yeni vatan kurma maksadını güden büyük çapta "fütühat" olarak nitelendirilir. Tarihte Türk yayılmalarının diğer bir şekli de "sızma" denilen yoldur. Sızma, bazı kalabalık boylardan ayrılan grupların, ailelerin veya sağlam yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet almaları şeklinde belirtilmektedir. Bu şekilde dahi Türkler'in katıldıkları topluluklar içinde üstün bir kabiliyet göstererek askeri kuvvetlere veya siyasi hayata hakim oldukları hatta bazen devlet kurdukları bilinmektedir. (Mısır ve Hindistan'da olduğu gibi)

Türk göçlerinin sebebi nedir? Hangi şartlar Türkleri bu göçlere itmiştir? Araştırmalar hiçbir kavmin kendiliğinden ve keyif için yer değiştirmediğini, göçlerin ancak birtakım zorunluluklar sebebiyle gerçekleştirildiğini göstermiştir. Tarihi kayıtlarda Türk göçlerinin de iktisadi sıkıntı yani Türk anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalması nedeniyle olduğu belirtilmiştir. Örneğin, Hun göçünde büyük ölçüde kuraklık, Oğuz göçünde ise nüfus kalabalığı ve mera darlığı Türkleri göçe zorlamıştır. Toprağın artan nüfusu besleyemez hale gelmesi yüzünden dar ziraat alanları dışında, ancak hayvan yetiştirebilen Türklerin hayatlarını sürdürebilmek için çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası vb. gibi başka iktisadi vasıtalara ihtiyacı vardı ki bunlar iklimi elverişli, tabiat servetleri zengin ve o çağlarda pek az nüfuslu komşu ülkelerde vardı. İktisadi sebebin yanısıra 11. Asır Moğol hücumunda olduğu gibi dış baskıya maruz kalan Türler, tâbiyeti kabul edip bağımsızlıktan mahrum kalmaktansa memleketi terk etmeyi tercih ediyorlardı. Yerleşik kavimler için gerçekleştirilemeyen bu durum, bozkırlı için mümkündü.

AZERBAYCAN CUMHURİYETİ

18 Ekim 1991'de bağımsızlığına kavuşan Kuzey Azerbaycan'ın nüfusu 7.800.000(1991), yüzölçümü ise 86.600 km2'dir. Başkenti Bakü''dür. Azerbaycan 1828 yılında Çarlık Rusya'sı ile İran şahlığı arasında taksim edilmiş, yani ikiye bölünmüş bir ülkedir. İran'ın işgali altında kalan ve 113.000 km2'lik bir sahayı ihtiva eden Güney Azerbaycan'ın baş şehri ise Tebriz'dir. Azerbaycan Türkleri, Azeri Türkçesi Batı Türkçesinin en kuvvetli bir dalını teşkil eder. Kuzey Azerbaycan Türkleri dillerini en iyi şekilde kullanırken, Güney Azerbaycan Türkleri kendi dillerinde okuyup yazma hakkından mahrum bulunmaktadır.

Tabii Şartları ve İklimi

Azerbaycan Transkafkasya'nın en kurak kesimi olan orta ve aşağı Kura Havzası ile aynı bölgede bulunur. Azerbaycan Cumhuriyeti, kuzeyde Doğu Kafkasya'nın güney yamacına, güneyde ise Ermenistan dağ kitlesine doğru uzanır. Kuzey Azerbaycan'ın topraklarının büyük kısmı bir ovadan meydana gelir. Bu ovada akan Kura Nehri'nin deltası Aras Nehri'nin deltası ile karışır. Dağlık alanlar bölgenin güneyinde yer alan İran kontrolündeki Güney Azerbaycan'da daha geniş bir yer tutar. Tebriz'in güneyindeki Sehend Dağı (3700 km) ile Erdebil'in batısındaki Selselan Dağı (3800 km) bunlar arasında en önemlileridir. Güney Azerbaycan'ın en önemli nehirleri ise Hazar Denizi'ne dökülen Kızılözen, Urmiye Gölü'ne ulaşan Acıçay ve Cıgaltu'dur. Van Gölü'nün bir buçuk katı olan Urmiye Gölü (5775 km) Güney Azerbaycan'ın önemli bir parçasını teşkil eder. Görüldüğü gibi, Güney Azerbaycan ise, Karabağ bölgesi hariç ovalardan meydana gelmiştir. Azerbaycan genel olarak yazları kurak ve sıcak geçer bir bozkır iklimine sahiptir. Yalnız bu sıcaklık dağlık ve ovalık bölgelerde bazı değişiklikler gösterir.

Tarım ve Hayvancılık

Sovyet döneminde hazırlanan, merkezi planlama çerçevesinde diğer Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, Azerbaycan da bir tarım ülkesi olmaya mahkum edilmiştir. Esasında Azerbaycan yetiştirdiği ürünler ile kendi halkını rahatça besleyebilen bir ülkeydi. Fakat Sovyet ekonomi plancılarını göre Azerbaycan daha çok pamuk, şarapçılık için üzüm, meyve ve sebzelere yönelik üretime sevkedilmiştir. Bilhassa pamukçuluk için pek çok arazinin ayrıldığı görülmektedir. Dolayısıyla üretilen pamuk Sovyetlerin hammadde ihtiyacını karşılayacak şekle getirilmiştir. Sovyet döneminde Azerbaycan'da üretilen üzüm, Sovyetlerdeki üzüm istihsalinin % 23'ünü, pamuk ise Sovyet istihsalindeki pamuğun % 8'ini teşkil etmiştir. Azerbaycan 600.000 ton pamuk, 608 bin ton tahıl, 316.200 ton şarap, 420.700 ton sebze ve 4.447.900 adet koyun ve keçi üreten bir ülkedir. Normal şartlarda bu tarım ve hayvan ürünleri Azerbaycan'a rahatlıkla yetecek kapasitededir. Bu arada bütün dünyada meşhur olan siyah havyar üretiminin % 80'ini Azerbaycan Hazar Denizi'ndeki bir cins balıktan üretmektedir ki, uzun yıllar bu kıymetli yiyecek maddesi Azerbaycan'ın ve Sovyetlerin en çok ihraç ettiği maddelerin başında gelmektir. Azerbaycan'da tütün, çay ve narenciye de yetiştirilmektedir.

Doğal Kaynaklar ve Enerji

Yeraltı ve yerüstü kaynakları yönünden Azerbaycan Türk ülkeleri içinde en zengin olanlarından biridir. Yüksek kaliteli petrolü ve doğal gazı Azerbaycan'ın hem enerji ihtiyacını hem de bu iki maddeye duyulan muhtelif sahalardaki ihtiyacını çok rahat olarak karşılayabilmektedir. Yıllık petrol üretimi 13 milyon ton civarındadır. Sovyet döneminde bu petrolün büyük bir kısmı yok pahasına Azerbaycan'dan alınarak Sovyetler'in diğer endüstri bölgelerinde ve Kızıl Ordu'nun akaryakıt ihtiyacını karşılamada kullanılmıştır. Petrol rezervleri konusunda kesin bir veri bulunmakla beraber Azerbaycan petrolü, hem ülke ihtiyaçlarını karşılamada, hem de bir ihraç maddesi olarak dışarıya satmada önemli bir yer tutacağı söylenmektedir. Petrol ve doğalgazdan sonra demir cevheri, alüminyum, bakır, çinko,kurşun, kobalt, sülfat, kömür, göl ve kaya tuzları gibi değerli madenler bulunmaktadır. Bilhassa petrol ve doğalgazın enerjiye dönüştürülmesi ile bol miktarda elektrik üretimi yapılmaktadır ki bu da sanayi için önemli temel ihtiyacı karşılamaktadır. Ayrıca elektriğin fazlası komşu ülkelere ihraç edilmektedir.

Sanayi

Azerbaycan'ın en önemli sanayi kolunu petro-kimya sektörü oluşturmaktadır. Bu arada enerji santrallerinin inşası, dahili telekomünikasyon, elektrik ve metal işleri üzerinde de oldukça gelişmiş bir sanayileri vardır. Ayrıca makine ve gemi inşa, lastik üretimi, halı ve konserve fabrikaları gibi sanayi tesisleri de bulunmaktadır. Ne var ki, mevcut bu sanayi tesisleri çok eski teknoloji kullanıldığı için verimi oldukça düşüktür. Bu sebepten dolayı çıkarılan madenlerin ve petrolün büyük çoğunluğu Sovyet döneminde, diğer Sovyet Cumhuriyetlerinde mamul hale getirilip yeniden Azerbaycan'a satılmıştır. Bu şekilde Azerbaycan'da sanayi dışa bağımlı hale sokulmuştur. Bu ülkede üretilen malların yüzde sekseni hammadde veya yarı mamul halde bulunmaktadır. Bugün Azerbaycan sanayinin en büyük sıkıntılarından biri ellerinde bulunan hammaddeyi ara mala, ara malı da nihai mala dönüştürememe konusundadır. Azerbaycan istiklaline kavuştuktan sonra tarım ve hayvancılık başta olmak üzere doğal kaynaklar ve sanayi dalında yeni hamlelere girişmiş bulunmaktadır. Azerbaycan yetkilileri bugün ülke ekonomisini yeniden organize ederken ilk önce pamuğa dayalı entegre tesislerin kurulmasının planlamış durumdadır. İkinci aciliyeti olan konu ise petrol rafinerilerinin modernizasyonudur. Yine aynı şekilde diğer sanayi dallarında, enerji üretimi de, elektronik ve metal işlemede ve gemi inşasında modern teknolojiye geçiş için gerekli hamleler yapılmaktadır. Azerbaycan'ın iç ve dış düşmanlarının çıkardığı engeller aşıldığı takdirde ekonomik sahada aldığı bu yeni tedbirlerle kısa zamanda iyi bir seviyeye geleceği muhakkaktır.

Azerbaycan'da Eğitim ve Kültür

Azerbaycan Türlerinde eğitim hayatının diğer Türk topluluklarına kıyasla son derece gelişmiş olduğu görüler. Azerbaycan'ın Türkleşme devri olan 11. asırdan itibaren takip ettiği eğitim sistemi Türk-İslam aleminin klasik mektep ve medrese sistemi idi. Ne var ki, Azerbaycan Türklerinin tarihinin dramatik siyasi gelişmelerle dolu olması yüzünden eğitim sisteminde bir devamlılık olamamıştır. Bilhassa, Şia'nın o bölgeye doğru yayılması üzerine mektep ve medreseler bir nevi Şia ve Sünni inançlarının rekabet yeri haline gelmiştir. Bu ise Azerbaycan Türkleri arasında birlik ve bütünlük yapısını bozmuştur. Bu istikrarsızlığın en büyük sebeplerinden birisi, Güney Azerbaycan'ın sık sık Şii İran'ın kontrolünde kalmasıdır. Bu durumu, değişik bir şekilde Kuzey Azerbaycan'da görmek mümkündür. Nitekim Nadir Şah'ın vefatından sonra 1748-1820'lere kadar müstakil halde yaşayan Kuzey Azerbaycan Türkleri muhtelif fırkalara ve hanlıklara ayrılmıştı. Bu birlikten yoksun durumu onların Rus işgaline uğramalarının en büyük sebeplerinden birini teşkil eder. 1828 Türkmençay Anlaşması ile Azerbaycan Türkleri'nin eğitim hayatı yeni bir safhaya girmiştir. Güney Azerbaycan'daki Türkler tamamen İran'ın eline düşerken, Kuzey Azerbaycan Türkleri'de Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma mekanizması haline gelen Rus mekteplerinin esaretine düşmüştür. Ne var ki, Güney Azerbaycan Türk'ü ile kuzey Azerbaycan Türk'ü arasındaki baskıya karşı direniş mücadelesi son derece dağınık bir tablo ortaya çıkarmıştı. Güney Azerbaycan Türklerinin bir kısmı Şia eğitimine kayarken, bir kısmı Şia eğitimini red manasında kendi kabuğuna çekilmiştir. Bu ise zaten yanlış bir dini ideoloji haline dönüştürülmüş olan Şia itikadının verimli olmayan medrese sistemi altında Güney Azerbaycan Türklerinin cahil kalmalarına sebep olmuştur. Kuzey Azerbaycan Türklerinde ise Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma çabalarına rağmen Rus okullarının modern ilimleri de ihtiva etmesi Azerbaycan Türlerinin dikkatini çekmiş ve Rus mekteplerinde istifade eden pek çok Azeri genci ortaya çıkmıştır. Rus mekteplerin kanalı ile medeni dünyaya açılma yolunu gören Kuzey Azerbaycan Türkleri kısa zamanda başarılı neticeler elde etmişler ve edindikleri bilgiler ile hem Azerbaycan Türklüğünün eğitimi geliştirme hem de muhtelif bilim dallarında ileri gitme imkanını bulmuşlardır. XIX. asrın son çeyreğinde Gaspıralı İsmail Bey'in klasik mektep ve medrese eğitimini reforme ederek tanzim ettiği "usul-i cedid" yönteminin tesiriyle hız kazanan Azerbaycan'daki eğitim sistemi güzel meyvelerini vermeye başlamıştır. İslam'dan kopmadan, modern bilimlerin de izlediği eğitim sistemi ile Azerbaycan Türleri Osmanlı Türkiye'si ile atbaşı halinde o devir Türk dünyasının modern eğitimde en ileri giden Türk ülkeleri halinde o devir Türk dünyasının modern eğitimde en ileri giden Türk ülkeleri olmuştur. Bunun neticesi olarak Türk dünyasına büyük hizmetler vermiş olan Azerbaycan Aydınının yetiştiği görülmüştür. İster Azerbaycan Türklerindeki bu bilgi ve kültür potansiyeli onların 1918-1920 arasında müstakil Azerbaycan Cumhuriyeti'ni kurmalarını sağlamıştır. 70 küsür yıllık Sovyet döneminden sonra bugün Azerbaycan Türkleri yeniden istiklaline kavuşurken başarılarının temelinde bilgi ve kültür potansiyelinin olduğu görülür. Ayrıca o dönemde yetişen Kuzey Azerbaycan aydınları arasında halkına ışık tutan pek çok kıymetli fikir adamlarının yetiştiği görülür.

Sovyet döneminde eğitim sistemi 1926-1928'lere kadar eski usul eğitimin devamı şeklinde olmuştur. Fakat 1930'lu yıllardan itibaren kolhozlaşmanın da yarattığı yeni durumlar çerçevesinde tam bir kitle eğitimi başlatılmıştır. Burada maksat milli ve dini kültürden yoksun yepyeni bir Sovyet vatandaşı yetiştirme hedeflendiği için Kuzey Azerbaycan'da canlı bir hale gelen Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak prensipleri bir kenara bırakılmış ve hatta yasaklanmıştır. Sovyet döneminin bu sapık ve yönlendirici eğitim sisteminin daha önceki eğitim sistemine kıyasla önemli bir farkı bulunmaktadır. Eğitim yaygınlaştırılmış ve mecburi hale getirilmiştir. Dolayısıyla kuzey Azerbaycan Türleri arasında cahil kalanların sayısı kademe kademe azanmış 1960-1970'lerde % 100'e yaklaşmıştır.

Azerbaycan'da 1971 istatistiklerine göre 4775 okulda 1.503.000 öğrenci okumakta idi. Bu okullardan 106'sı yeni açılmakta olan ilkokul,78'i ortaokul ve lise, 13 enstitü, 1 üniversite ve diğerleri ilkokuldur. Bugün öğrenci ve okul sayısında büyük artışlar olmuş, okul sayısı 5000'e talebe sayısıda 1.600.000'e ulaşmıştır. Okul artışına paralel olarak kültürel hayatta da büyük bir gelişme olmuştur. Bugün Azerbaycan'da 6500 kültür tesisi, 4605 adet kütüphane, 125 müze, 40 dinlenme evi, 124 müzik okulu, 43 halk tiyatrosu salonu, 33 kültürel dernek ve 3680 kültür evi ve klubü bulunmaktadır.

Azerbaycan Türklerinin Nüfusu

1992 tahminlerine göre 7.800.000 olan Azerbaycan nüfusunun % 90'ı Türktür. Azerbaycan'da en büyük etnik grubu % 3.9 ile Ruslar oluşturmaktadır. İkinci kalabalık etnik grubu ise % 1.1 ile Ermeniler teşkil etmektedir. % 5'ini ise diğer azınlıklar teşkil etmektedir.

Ülkede doğum oranı binde 14,6 ve nüfus artışı hızı da %2,2'dir. Sovyet döneminde uygulanan yanlış sanayileşme neticesinde ülkede meydana gelen çevre kirliliği yüzenden çocuk ölümleri çok yüksektir. Ortalama ömrün 71.50 olduğu Azerbaycan'da erkek nüfusunun yaş ortalaması 68.0, kadının ise 75.0'dır. Bugün 8.081.000'e ulaştığı ifade edilen Azerbaycan nüfusunda şehirde yaşayanlar % 54'ü, köylerde yaşayanlar ise % 46'yı teşkil ederler.

KAZAKİSTAN CUMHURİYETİ

Kazak Türklerinin yaşadığı ülke manasına gelen Kazakistan, 46o-87o doğu meridyeni ile 40o-56o Kuzey enlemi arasında orta Asya'nın geniş bozkırları ile eski Türk anayurdu Altay'larda kadar uzanan sahayı içine alan bir vilayetleri; Kuzeyde Omsk vilayeti; Kuzeydoğuda Sibirya Bölgesi; Doğusunda Doğu Türkistan; güneyinde Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Özbekistan'a bağlı Kara kalpak Muhtar Bölgesi bulunmaktadır. Kazakistan batıdan doğuya doğru İdil(Volga) nehrinin aşağı mecrası ve Hazar Denizinin kuzey sahillerinde Doğu Türkistan'a kadar 2.500 km. Uzunluğunda ve kuzeyden güneye doğru aşağı-yukarı 1.700 km. Genişliğinde 2.717.300 km2 bir saha kaplamakta olup 1989 yayımlarına göre nüfusu 18.227.878'dır. Bu nüfusun 8.137.878'i Müslüman Türklerden, 10.090.000'ı ise Ruslardan ve Ukraynalılardan meydana gelmektedir. Başkenti memleketin güneydoğu köşesinde bulunan Almatı şehridir.

Coğrafi Özellikleri

Memleketin doğu ve güneydoğusundaki dağlık alan bir tarafa bırakılacak olursa, Kazakistan'ın büyük kısmı ova ve bozkırlardan meydana gelmektedir. Memleketin en alçak bölgesini Hazar Denizi sahillerindeki topraklar teşkil eder. Hazar Denizinin güneybatı kısmında Aral ve Hazar ovasında yüksek Üst-Yurt ve Mangışlak ovaları bulunur. Kazakistan ovasının orta kısmı, Turan ovasının bir kısmını teşkil eden kumluk sahadır. Kazakistan'a dahil Batı Sibirya ovasının güney kısmındaki çok sayıda ve ekserisi tuzlu olan küçük göller hususiyet teşkil eder.

Kazakistan'ın doğu ve güneydoğu kısımlarının kaplayan dağ silsileleri Altay, Tarbağatay ve Tiyan-Şan dağ sistemine dahildir. Kuzeyde Zaysan Gölünden İrtiş Nehrinin sağ kıyısını takip eden Altay'ın bir kısmı ile 3.000 m. yüksekliğinde, daimi kar ve buzlar ile kaplı bulunan Güney Altay sırtları Kazakistan'a dahildir. Zaysan'dan güneye doğru uzanan Tarbağatay Dağları doğuda Savur ile birleşir ve Kazakistan ile Çin idaresinde kalan Doğu Türkistan arasında hudut teşkil eder. Tiyan-Şan silsilesinin küçük bir kısmı Kazakistan'a dahil olup, bunun kuzey kısmını teşkil eden Yedi Su Alatarı iki paralel silsile halinde, batıya ve güneybatıya doğru uzanır. İli Nehrinin güneyinde, aynı istikamette uzanan İli Ala-Tavı ulaşır ve Kazakistan ile Kırgızistan arasında hudut vazifesi görür.

İklim

İklim bakımından Kazakistan'ın durumu kıta içindeki mevkii ile ilgili olup, umumiyetle çok kurak ve bariz bir kıta iklimi hususiyetinin taşır. Kış ve yaz mevsimleri arasındaki ısı farkı büyüktür. Yıllık ortalama ısı derecesi kuzeyde 1o ile güneyde 13o arasıda değişir. Yazın sıcaklar +40o ve hatta +50o'ye kadar çıkar ve kışın soğuklar -40o'ye düşer. Güney ve güneybatıya doğru kuraklık gittikçe artar. Çöl kısımlarında yazın bir damla yağmur düşmediği zamanlar da olur . Memleketin güneydoğusundaki dağlarda yağışlar artar.

Akarsular

Nehirlerden yanlış İrtiş Nehri Obi havzasına dahil olup, Kuzey Buz Denizine ulaşır. Diğer bütün nehirler memleketin içindeki göllere dökülür. Kazakistan'ın başlıca nehirleri şunlardır; Hazar Denizi havzasında Ural ve Emba, Aral Havzasında Sır-Derya, Balkaş'ta Ayaguz ve "Yedi Su"nun en mühimlerinden olan Lepsa, Karatal ve Aksu, sadece güneydeki nehirlerden sulamada istifade edilmektedir. Mevcut göllerin önemli bir kısmı tuzlu olup, bunlardan az olmakla beraber tuz istihsal edilir. Tatlı su göllerinden en mühimleri Balkaş ve Saysan gölleridir. Yeraltı sular bilhassa güneyde olup, memleketin iktisadi hayatında önemli yer tutar.

Tabii Zenginlikler

Kazakistan tabii zenginlikler bakımından büyük bir hazinedir. Eskiden bazı yerlerde işletilmiş olan yeraltı servetleri son zamanlarda yapılan araştırmalar ile yeniden ele alınıp genişçe işlenmeye başlanmıştır. II. Dünya Harbi öncesinde (1936) çıkarılan kömür miktarı 51,3 milyon ton idi. Bugün bu rakam 140 milyon tonu bulmuştur. Karaganda bölgesinden çıkarılan bu kömürden sonra Ural-Emba havzasında zengin petrol ve doğalgaz yatakları keşfedilmiştir. Bakır madeni 9,8 milyon ton ile o yıllarda Sovyetlerin istihsal ettiği bakır madeninin %57,4'ünü karşılardı. Kurşun 2,4 milyon ton ile Sovyet döneminin ihtiyaç duyduğu kurşunun % 56,3'ünü karşılamıştı. Kurşun, Altay, Karatave, Ala-Tav ve Tekeli bölgelerinde bolca bulunur Çinko 4,4 milyon ton istihsal edilir ki bu da Sovyet döneminde çıkarılan çinkonun %49,8'ini teşkil etmiştir. Karkaralı, Baklaş,Cez-Kazgan ve Ata-Su'da çıkarılan demir madeni 93,3 milyar ton olup, bunu Mangışlak, Ulu-Tav ve Ata-Su'da çıkarılan 33,6 milyon ton manganez takip etmektedir. Ayrıca Altay Dağlarında kalay, Ak-Tübe'de nikel, Obi nehri boyunda Kolbin dağlarında volfram, Altay'da molibden, Turgay'da antimuan, Bustandık'ta arsenik, Akmolla'da boksit madenleri bulunmaktadır. Ayrıca kimyevi madenlerden fosforit ve güherçile bolca bulunmaktadır. Göllerdeki maden tuzları da önemli bir yekûn tutmaktadır.

Nüfus

1989'da yapılan nüfus sayımına göre Kazakistan Cumhuriyeti'nin nüfusu 18 milyonu aşmıştır. Bugün ise 20 milyona vardığı tahmin edilmektedir. Bu 18 milyonluk nüfusun 8,3 milyonu Kazak Türklerine, 6,4 milyonu Ruslara, 1 milyonu Ukraynalılara, 2,3 milyonu da Alman, Beyaz Rus, Koreli, Polonyalı, Moldovyalı, Yahudi, Dungon ile Tatar, Özbek, Uygur, Azeri, Çuvaş ve Başkurt Türklerine aittir. Kazak Türkleri kendi öz vatanlarında azınlıkta yaşamaktadırlar. Kazak Türklerinin azınlığına düşmelerinin en büyük sebebi, 1926-1941 yılları arasında Kolhozlaşmanın sebep olduğu göç ve ölüm ile Rusların buraya gayri hukuki olarak Rus göçmenleri iskan etmeleri ve Kazakistan'ı diğer milletler için bir nevi sürgün yeri olarak kullanmasıdır. Ayrıca, Sovyetlerin, Semipalatinik bölgesinde kurduğu "üs"de yapılan nükleer denemeler, o bölge merkez olmak üzere geniş bir sahada insan sağlığına büyük zarar vermiştir. Bir taraftan bu nükleer denemeler, diğer taraftan rejimin getirdiği alkolizm, Kazak Türklerinde nüfusu sıhhatli bir şekilde çoğalmasına mani olmuştur. Her şeye rağmen, son yıllardaki şuurlu nüfus artışı ile Kazak Türklerinin, önümüzdeki on yıl içinde kendi anavatanlarında yeniden çoğunluğa kavuşacakları anlaşılmaktadır.

İktisadi Durum

Kazak Türklerinin iktisadi durumu, son elli yıla kadar umumiyetle hayvancılık ve bundan elde edilen maddelere dayanıyordu. Hayvanları için zaruri olan geniş saha ve otlaklar yüzünde çıkan dahili ve harici kavgalar, Kazak Türklerinin iktisadi ve içtimai durumlarının daima etkilemiştir. Başkurdistan'ın işgalinden sonra bilhassa XVIII. asrın başlarından itibaren Ruslar, Kazak bozkırlarını haksız bir şekilde işgal etmiştir. Mümbit arazilerinin önemli bir kısmı ellerinden alınan Kazakların iktisadi hayatı oldukça çalkantılı geçmiştir. 1854 ve 1893'de Rus hükümetinin aldığı kararlar ile pek çok Rus göçmeni Kazak Türklerinin topraklarına yerleştirilmiştir. Bu gayri hukuki durum, Kazakların hem iktisadi hem de içtimai hayatlarının altüst etmiştir. Bu ayrıca Kazak Türklerinin fakirleşmesine sebep olmuştur.

Bugün Kazakistan bir tarım ve hayvancılık ülkesi olarak bilinir. Kuzeydeki bozkırlar, güneydeki yaylalar hayvancılık için gerekli zemini oluştururken, sulama ile yapılan tarım da istenen zirai istihsalı artırmaktadır. Bugün sulanan toprakların 2,5 milyon miktara ulaşması zirai alanda büyük bir ferahlık yaratmıştır.

İktisadi bakımdan Kazakistan'ı dörde ayırmak mümkündür:

1. Yerleşmiş Zirai Bölge: Umumiyetle buğday, ikinci derecede darı, ayçiçeği, hardal yetiştirilir. Hayvanlardan büyükbaş hayvanlar beslenir. Süt ve tereyağı istihsal edilir.

2. Geçiş Bölgesi: Bu bölgede buğday yerine darı ve büyükbaş yerin de koyunculuk ağır basar.

3. Hayvan Besleme Bölgesi: Burada en çok koyun yetiştirilmekle beraber, güney bölgelerinde deve ve atta yetiştirilir. Ziraat bölgelerine yakın yerlerde ise büyükbaş hayvan yetiştirilir. Burada ziraat ancak ikinci derecede bir uğraştır.

4. Sulanmış Bölge: Bu bölgede pamuk, pancar, tütün, kendir, yağlı tohumlar, pirinç ve darı ile buğday yetiştirilir.

Ulaşım ise, demir yolu, karayolu ve su yolları ile yapılır. Son yıllarda kurulan Kazakistan Havayolları da taşımada önemli bir rol oynamaktadır. Kazakistan'da halkın ihtiyaçlarını karşılayacak derecede meyvecilikte yapılmaktadır. Ne var ki, yetiştirilen her şeyin yüzde sekseni ile yüzde doksanı Moskova yönetimi tarafından alındığı için, Kazak Türkleri kendi topraklarında yetiştirdikleri malların çoğundan istifade edememektedir.

Kazakistan'a şimdilik göçmen akını durmuş gibi görünmekle beraber bilhassa Kuruşçev'in "Bakir Topraklar" projesi ile başlattığı son göçmen akımı ile yüzbinlerce Rus ve Rus olmayan göçmen Kazakistan'ın Akkmolla (Zeliograd) bölgesine yerleştirilmiştir. Bu göçmenlerle birlikte Kazak Türkleri'nin ürettikleri buğday, 1970'lerin sonlarına doğru 19.340 milyon tona ulaşmış iken, bu üretimin 1980'li yıllarda biraz gerilediği göze çarpmaktadır. Buna rağmen Kazakistan, Sovyet Döneminde tahıl ambar olmayan devam etmiştir. Bugün müstakil Kazakistan Cumhuriyeti'nin ürettiği tahıl 25 milyon tona ulaşmıştır ki, bunun büyük çoğunluğunu buğday oluşturur. Ayrıca 500 kadar kolhoz (kollektif çiftlik) ve 1.500 kadar da sovhoz (devlet çiftliği) bulunan Kazakistan'da 3 milyona yakın koyun ve keçi, 8 milyona yakın sığır, 1 milyondan fazla at ve Hıristiyan ahali için de 2 milyondan fazla domuz üretilmektedir.

Kazakistan'da tarım ve hayvancılık kadar olmasa da, bir endüstri hayatının geliştiğini görmekteyiz. Maden ocaklarının çok bulunduğu Karagan da makine, tekstil ve gıda endüstrileri: Temir-Tavı'da demir döküm ve kimya endüstrisi; Cez-Kazgan ve Balkaş'da bakır döküm atölyeleri, Kuzeybatıda Aktübe'de demir çelik fabrikaları (yıllık üretim 8 milyon ton), yine kuzey ve güney bölgelerinde gıda maddeleri endüstrisi gelişmiş bulunmaktadır.

Ne var ki; yetmiş küsur yıl devam eden Sovyet hakimiyeti döneminde Kazak Türkleri'nin, yeraltı-yerüstü bütün zenginlikleri ile çalışıp ürettikleri malların % 93'ü Moskova tarafından elinden alınmıştır. İngilizlerin, girdiği ülkelerin milli gelirinin % 49'unu: Hollandalıların ise % 56'sını aldığını göz önüne getirirsek, Rusların aldığı % 93'lük pay dünya sömürge tarihinde eşine rastlanmayan bir rekordur. Bugün istiklalini kazanmış olan Kazakistan Türkleri ile Türkmenler, Özbekler, Kırgızlar ve Azerbaycan Türleri'nin uğradığı bu haksızlık karşısında medeni dünyanın susmaması ve bu insanların böyle bir sömürü düzeni ile esarete bir daha düşmemesi için onlara yardımcı olmak bir insani vazife olması gerekir.

Eğitim ve Kültür Hayatı

Kazak Türklerinin uğradığı haksızlıkların başında, eğitim ve kültür alanlarında Ruslar tarafından kasıtlı olarak geri bırakılmaları gelmektedir. Hatalarla dolu eski usul medrese ve mektep eğitiminden bilhassa Gaspıralı İsmail Bey'in gayretleri ile yeni usul mekteplere XIX. asrın son çeyreğinde kavuşan Kazaklar, Rusları, Ruslaştırmak ve Hıristiyanlaştırmak için açtığı okullardan kurtulmak için büyük mücadele verdiğini görmekteyiz. Kazak Türkleri, Nikolay İlminsky önderliğinde açılan Kazak-Rus okullarında Kazak gençlerin verilen Rus eğitimi ile büyük zararlar görmüştü. Açılan yüzlerce Kazak-Rus okulunda okuyan, Rus kültürünü ve Hıristiyanlığı zorla benimseyen Kazak gençleri, Kazak aileleri için büyük üzüntü kaynağı olmuştur. Bu ıstıraplı gelişmeden, Gaspıralı İsmail Bey'in usül-i cedid mektepleri ile kurtulan Kazak Türkleri, karşılaştıkları bu Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinden oldukça büyük zararlar görmüşlerdir.

Kazak Türkleri, tam milli benliklerin kavuşmaya başladıkları sırada vuku bulan Bolşevik İhtilali ve getirdiği prensipler, onları tam manasıyla bir kültür asimilasyonu ile karşı karşıya getirmiştir. Çarlık döneminde, bütün Türk boylarının Ruslaştırılması ve Hıristiyanlaştırılması çabalarının öncülüğünü yapmış olan İlminsky'nin geliştirdiği son metodu benimseyen Sovyetler, Kazakları, Türklerden ayrı bir milletmiş gibi eğitme yoluna gitmiştir. İlminsky metoduna göre her Türk boyu kullandığı lehçedeki, Türkiye Türkçe'sinden ve İslami kültürden geçmiş ne kadar kelime varsa hepsini atarak, onların yerine Rusça kelimeler kullanılmasını mecbur tutarak eğitim yapmaya başlamıştır. Bu sistem tatbik edilince Kazak Türklerinin kullandığı dil hem zayıf kalmış, hem de Türkiye Türkçe'sinden ayrı bir şekilde gelişmiştir. Sovyet döneminde Kazak çocuklara Rusça eğitim verilmiştir. 1988'de alınan bir karar ile bugünkü Kazakistan'da resmi dil olarak kazakça kullanılmaktadır Fakat uzun yılların tesiri ve hakimiyeti yüzünden aydınları çoğu birbirleri ile Kazak Türkçe'sinde değil Rusça konuşmaktadırlar. Bu durum gitgide Kazak Türkçe'si lehine değişmektedir.

Sovyet idaresi, Kazakları milli kültür ve tarihlerinde koparmak için büyük baskılar yapmışlardı. Fakat Kazaklar sonunda kendi milli kahramanlarını, tarihlerini ve kültürlerini rahatça öğrenme imkanına kavuşmuşlardı. Bu ise Kazaklarda milli şuurun hızla gelişmesini sağlamıştır. Bugün Kazakistan'da biri Kırov'da, biri Alma-Atı'da ve biri de Türkistan şehrinde olmak üzere üç büyük üniversite eğitim ve öğretim yapmaktadır. İlkokuldan üniversiteye kadar Kazak gençleri 10 yıl tahsil görmektedir. Üniversitelerden sonra, 1948'de kurulmuş olan kazak İlimler Akademisi, 35 enstitü halinde faaliyet göstermektedir. Ayrıca 50'ye yakın yüksekokul ve onlara bağlı araştırma enstitüleri faaliyet yapmaktadır.

Milli şuurun artması ile birlikte milli kültüre ve tarihe karşı duyulan alakada artmaktadır. Kazaklarda milli ruhun uyanmasında Muhtar Avezov, Olcar Süleymanov, Alimcanov, Murzaliev, Sonbayev, Kekilbayev ve daha pek çok edip ve şairin önemli rolleri olmuştur. Bugün Kazak tarihçileri ile edip ve şairleri milli tarihlerini ve kültürlerini heyecanla işlemekte ve yeni nesillere öğretmektedirler.

Son yıllarda Orta Asya'da başlayan yeniden demokratikleşme ve yapılanma hareketi çerçevesinde Kazak Türkleri, kendi milli eğitim, ilim ve ekonomileri hakkında modern plan ve programlar hazırlayarak çalışmalar yapmaktadırlar. Kardeş Türkiye ile yapılan anlaşmaların, Kazakların bu sahalarda daha başarılı olmalarını sağlamasının arzu etmektedirler.

KIRGIZİSTAN CUMHURİYETİ

Konumu ve Coğrafi Yapısı

Kırgızistan'ın yüzölçümü 198.500 km2 nüfusu 4,5 milyar ve başkenti Bişkek şehridir. Kırgızistan; Kazakistan, Özbekistan ve Doğu Türkistan ile komşu bulunmaktadır.

70o-80o doğu meridyenleri 39o-43o kuzey enlemleri arasında bulunan Kırgızistan Cumhuriyeti, Orta Asya'nın Kuzey-doğu köşesindeki dağlık bölgede kurulmuş bir Müslüman Türk Cumhuriyetidir. Kuzeyinde ili ötesi Ala-Tavı, Küngey, Kırgız Dağları sırtları ve daha ötede, Batıya doğru Cıv Nehri, batıda Tanrı Dağları silsilesinin güneybatı kısımlar, güneyde ile ötesi dağ sırtları, doğuda Tanrı Dağlarının orta kısmı ve göneydoğuda Kaşgar ve Kik-Sal dağları ile hudutlanır. Tanrı dağları eteklerinin bir kısmının teşkil eden Çu ve Talas nehirleri vadileri ile Fergana vadisi buraya dahildir.

Dağlık bir bölgede olan Kırgızistan'da çeşitli göller oluşmuştur. Dünyadaki en büyük krater göllerinden biri olan Issık-Köl Kırgızistan'da bulunmaktadır. Bu dağlık ülkede pek çok nehir ve göl bulunmaktadır. Bu nehirler üzerinde kurulan sayısız hidro-elektrik santrallerinden bol miktarda enerji elde edilir. Bu santrallerden elde edilen enerji Kırgızistan'a yettiği gibi komşu ülkelere de ihraç edilir.

İdari yönden beş bölgeye ayrılan Kırgızistan'da, bu bölgeler aynı zamanda coğrafi bölge olarak da bilinir. Bu bölgeler, Bişkek, Issık-Köl, Tanrı Dağlar, Celalabad ve Oş'dur. İdari bakından olduğu gibi iktisadi bakımdan da ülke bölgelere ayrılmıştır. Bu iktisadi bölgeler;

1- Fergana: Ülke nüfusunun % 42'sini barındıran bu vadinin pamuk, ziraat ve hayvan üretiminde de başta gelmektedir.

2- Çu ve Kebin vadileri ile Ala-Tav etekleri: Bu bölgede ziraat, tütün ve hayvan üretiminde önde gelir.

3- Talas Vadisi: Ziraat, tütün ve hayvan beslemede önde gelen bölgelerden biridir.

4- Issık-Köl Havzası: Hayvan besleme, afyon ve hardal yetiştirmede önemli bir merkezdir. Tanrı Dağları bölgesi hayvancılıkta ve ziraatte ileri gitmiştir.

İklim

Kırgızistan'da tam bir kara iklimine sahip olduğu için yağış yönünden oldukça fakirdir. Fakat dağlara yağan karların erimesi ile oluşan ırmaklar ve akarsular, irili ufaklı göller meydana getirir ki bunların tamamı mevcut vadileri sulamaya kafi gelmektedir. Yaz ile kış, gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok fazladır. Bitki örtüsü iklim ve coğrafi yapıya göre çok değişkendir. Ülkenin % 6'sı ormanlarla kaplıdır.

Ekonomi

Kırgızistan Cumhuriyetinin ekonomisi başta hayvancılık olmak üzere tarım, sanayiye ve enerjiye dayanmaktadır. Ülkenin coğrafi şartlarında dolayı hayvancılık Kırgız Türklerinin en önemli geçim kaynağı haline gelmiştir. 10 milyonu aşkın sayıda koyun, keçi, sağır ve at üretilen Kırgızistan'da hayvancılığın yanı sıra hayvan ürünleri ile bu ürünlerdin oluşan bir ekonomi gelişmiştir. Bu sebepten, Kırgızistan dışarıya et, darı, yün ve halı ihraç etmektedir. Hayvancılıktan sonra en çok gelişen ekonomi dalı tarımcılıktır. Sulanabilen vadilerdeki tarım alanları 1 milyon hektarı geçmektedir. Bu verimli alanlarda buğday, pamuk, kenevir, tütün, yağlı tohumlar, şeker pancarı, üzüm, mısır, muhtelif meyveler ve sebzeler yetiştirilmektedir. Çalışan nüfusun % 34'ü tarım ve ormancılık alanlarında çalışmaktadır.

Yeraltı zenginlikler ve enerji meselesine gelince, ülkenin başlıca yeraltı zenginliklerini kömür, ham petrol, doğal gaz, ham çelik, civa, antimuan, çinko, kalay ve tungsten teşkil etmektedir. Akarsular üzeride kurulan sayısız hidro-elektrik santrallerinden elde edilen enerji 175 milyar kw/saat'i bulur ki, Kırgızistan bunun önemli bir kısmını komşu ülkelere satar.

Kırgızistan'da sanayi o kadar gelişmemiştir. Ülkenin dağlık coğrafi yapısı dolayısıyla sanayi yükte hafif pahada ağır dallarda gelişmiştir. Elektronik ve elektrik, demir dışı metal, elektrik motorları, ipek, antimuan, gıda ve konservecilik konularda gelişen sanayi arzu edilen seviyede değildir. Zikredilen sanayi dalları içinde gıda sanayii nisbeten daha iyidir. Bu yüzden konservecilikte bir ara Sovyetler Birliği içinde dördüncülüğe yükselmiştir. Kırgızistan komşu cumhuriyetlere konserve ihraç etmektedir. Halk için iyi bir iş sahası oluşturan konservecilik ülkenin belli başlı merkezlerine dağılmıştır.

Kırgızistan'ın ürettiği ve iyi kalitesi ile meşhur olan standart antimuan dünya pazarlarında rahatlıkla alıcı bulmaktadır. Orta Asya'nın en büyük ipek fabrikalarının çoğu Kırgızistan'da kurulmuştur. Kırgız Türkleri kendi ihtiyaçlarını rahatça karşıladıkları gibi,komşu ülkelere de ipek ihraç edebilmektedir. Kırgızistan'da çalışan nüfusun% 27'si sanayi ve inşaat sektöründe faaliyet göstermektedir.

Sovyet idaresinde yaşayan her Türk Cumhuriyetinde olduğu gibi Kırgızistan'ın istiklalini ilan ettiği 12 Aralık 1991'e kadar ürettiği malların,yeraltı-yerüstü, % 93'ünü Moskova idaresi alıyor ki, bu rakam dünya sömürgecilik tarihinde ulaşılan en yüksek sömürge düzeyidir. Bugünkü müstakil Kırgızistan Cumhuriyeti, ürettiği malları çoğunu halkına ayırarak istikbale doğru daha ümitli yol olmaktadır.

Þ 1988 istatistiklerin göre, Kırgızistan'da üretilen yeraltı ve yerüstü ürünlerinin miktarları şöyle idi:

- Yıllık hububat üretimi : 1.571.000 ton

- Yıllık ham petrol üretimi : 230.000 ton

- Yıllık kömür üretimi : 4.000.000 ton

- Yıllık doğal gaz üretimi : 285 milyon ton

- Yıllık ham çelik üretimi : 8.900 ton

- Yıllık elektrik üretimi : 175 milyar kw/saat

- Yıllık şeker üretimi : 415.000 ton

- Yıllık pamuk üretimi : 74.000 ton

- Yıllık yün üretimi : 38.000 ton

- Yıllık hayvan üretimi : 10 milyon

- Yıllık et üretimi : 133.000 ton

Nüfus

Kırgızistan Cumhuriyetinin nüfusu bugün 4,5 milyonu bulmuştur. Diğer Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, Çarlık ve Sovyet dönemlerinde Kırgızistan'ın en verimli topraklarına Rus göçmenleri iskan edilmiştir. Dolayısıyla her cumhuriyette olduğu gibi, bugün Kırgızistan'da da önemli sayıda Rus nüfus bulunmaktadır. 250 bin civarındaki Ukraynalılar ile Almanları da ilave ettiğimiz zaman 1.250.000 civarında Rus nüfusun Kırgızistan'da yaşadığı görülmektedir. Yalnız son üç yılda 160 bin Rus'un Rusya Federasyonuna göç ettiği belirtilmektedir. Kırgız Türkleri diğer Türk Grupları ile birlikte ülke nüfusunun üte ikisini teşkil etmektedir. Üç milyon civarındaki bu nüfusun 2,2 milyonunu Kırgız Türkleri oluşturur. Ülke nüfusunu 800 bine yakının da öteki Türk boyları teşkil etmektedir. Bugün, diğer Türk Cumhuriyetlerinde, Doğu Türkistan ve Afganistan'da iki milyonu aşkın Kırgız Türkü yaşamaktadır. Böylece bugün yeryüzünde 4,5 milyon Kırgız Türkünün yaşadığı anlaşılmaktadır.

Eğitim ve Kültür

Sovyet döneminden önce Kırgızlar arasında eğitim hayatı oldukça zayıftı. Bunun en büyük sebebi Kırgızları göçebe hayat yaşamaları idi. Kışlak ve yaylak hayatı sürdüren Kırgız Türleri okuma-yazma ve bilhassa Kur'an okuma öretilen mekteplere sahiptiler. Kırgızlar arasıda yetişen edip ve şairler ile din adamları Taşkent, Buhara, Semerkand ve Hive medreselerinde tahsil görürlerdi. Fakat bunların sayıları da son derece azdı. Dolayısıyla halka tesirleri yok denecek kadar azdı.

Kırgızistan'da mektep v medreselerin yaygınlığı XX. asrın başlarına rastlamaktadır. Mektep ve medreseler sayılarının artmasına ve hatta öğrencilerin sayılarının da fazlalaşmasına rağmen, Kırgızlar istedikleri eğitim seviyesine bir türlü ulaşamamışlardır. Bunun en büyük sebebi, XIX. asrın ikinci yarısında Rus işgaline uğradıktan sonra Rusların, Kırgızistan'da tatbik ettikleri eğitim sistemidir.

Önderliğini ve hocalığını Nikolay İlminsky'nin yaptığı Rus eğitim sistemi ve siyaseti çerçevesinde açılan Rus-Tatar, Rus-Kazak, ve Rus-Kırgız okullarında Müslüman Türk çocuklarının Rusça eğitimi görmeye ve Müslümanlığı bırakıp Hıristiyanlığı kabule zorlanmalarıdır. Nikolay İlminsky'nin 1896'da ölmesinden sonra eğitim sahasındaki bu Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma hareketleri kısmen durmuştur. Ayrıca töresine ve dinin bağlı olan Kırgız Türkler, Rus okullarına tepki göstermeye başlamıştır. Buna rağmen, Kırgız Türler arasıdaki eğitimin,bilhassa mecburi eğitimin başlaması oldukça gecikmiştir.

Kırgızistan'da modern manada eğitim Sovyet döneminde başlamıştır. Fakat eğitimdeki aksaklıkları düzelmek oldukça vakit almıştır. Sovyet yönetiminin en çok ihmal ettiği cumhuriyetlerin başında Kırgızistan gelmektedir. Nitekim Kırgızistan İlimler Akademisi dahi 1965 yılında kurulmuştur. Sovyetler, uzun süre Kırgızları hayvan yetiştiren göçebe halk durumunda bırakmış, diğer Sovyet Cumhuriyetlerine götürülen hizmetlerin ço azı Kırgızlara götürülmüştür. Maksat, Kırgızistan'ı Sovyetlerin et ve hayvan stoku yapan bir ambarı durumunda bırakmaktı. Bu yanlış politika neticesinde Kırgız Türklerin eğitim ve ilim alanlarında çok az hizmet götürülmüş, bu ise onların geri kalmalarına sebep olmuştur. Böylece, Sovyet sisteminin eşitlik ilkesi çok önceden bozulmuş oluyordu. Fakat, bu haksızlıklara ve ihmallere rağmen Kırgız Türkleri son 40-50 senede eğitim alanında büyük başarılar elde etmişlerdir.

II. Dünya Harbinden sonra Sovyet rejiminin Rus olmayan Cumhuriyetlere uyguladığı Sovyetleştirme operasyonu, Kırgız edip ve şairlerine güç anlar yaşatmıştır. Kimi edip ve şair bu baskıya dayanamayıp eserlerinde Sovyet tipi insanı canlandırmaya çalışmış, kimisi de Kırgız milli tarihinin ve kültürünün önemli olaylarını cesurca işlemeye devam etmişlerdi. Eserlerinde milli temaları işleyenlerin başında Tolögön Kasımbek ve Cengiz Aytmatov geliyor.

ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ

Ülkenin Coğrafi Konumu

Özbek Türklerinin yaşadığı ülke manasına gelen Özbekistan 4.447.400 km2'lik bir alana ve 19.906.000 (1989) nüfusa sahip bir Orta Asya Türk Cumhuriyetidir. Başkenti tarihi Taşkent olup 2 milyon nüfusa sahiptir. Sovyetler Birliğinin parçalanmasından sonra 20 Haziran 1991'de istiklaline kavuşmuştur.

Orta Asaya Cumhuriyetlerinin ortasında yer alan Özbekistan'ın kuzeyinde Aral Denizi ile Kazakistan, doğusunda Kırgızistan ve Tacikistan, güneyinde ise Afganistan ve Türkmenistan ve batısında da yine Türkmenistan bulunmaktadır. Özbekistan şu dört coğrafi bölgeden meydana gelir: Zengin topraklara sahip Fergana Havzasının birazda dağlık olan güney kısmı; Çırçık ve Angran vadileri arasında kalan Sır-Derya nehrinin suları ile sulanana Taşkent ovası; Pamir Dağlarının batısında kalan Zereşan, Semerkan ve Buhara ovaları; Karşı ve Tırmiz, nehirlerinin aktığı kendi adlarındaki ovalar ile Amu-Derya vadisinin kuzeyindeki yarı çöl halindeki alanlardan meydana gelmektedir. Ayrıca Özbekistan, Aral Denizinin güneyinde uzanan ve çoğu Türkmenlere ait topraklar üstünde kurulan Özerk Karakalpak Bölgesi'ni de içine almaktadır.

Tipik bir kara iklimine sahip olan Özbekistan'da yazlar oldukça kurak ve sıcak geçer. Temmuz ve Ağustos aylarında gündüzleri sıcaklık 40 ile 50 derece arasında değişir. Akşamları ise nispeten düşer ve 10 ile 20 derece arasında değişir. Kışın ise ısı oldukça düşüktür. Mesela Ocak ayında gündüzler +10 ile -10 derece arasında ısının değiştiği görülür. Sonbahar ve kışın az miktarda yağan yağmura mukabil, ülkede 600 kadar olan irili ufaklı akarsular vasıtasıyla sulama ihtiyacı giderilir. Bilhassa Amu-Derya ve Sır-Derya nehirleri üzerinde inşa edilen barajlar vasıtasıyla sulama işinde azami kolaylık sağlanır. Buna rağmen, Aral Denizinden güneye doğru uzanan çöl sahasının sulanması mümkün olmamaktadır.

Tarım ve Hayvancılık

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri içinde toprakları en çok sulanan Cumhuriyetlerden biri de Özbekistan'dır. Amu-Derya, Sır-Derya, Karşı ve Tirmız nehirlerinin suları ile sulanan ovalarda dünyanın en kaliteli pamuğu yetiştirilir ki, Özbek Türkleri buna "beyaz altın" derler. XIX. asrın başlarından itibaren Türkistan'da başlayan Rus-İngiliz rekabetinin en önemli sebeplerinden birini pamuk teşkil etmiştir. Nitekim XIX. asrın ikinci yarısından itibaren Rusya'nın Orta Asya'da ilerlemesi ve Türkistan devletlerinin işgal etmesinde bu bölgede yetişen kaliteli pamuk en önemli rollerden birini teşkil etmiştir.

Bugün Özbekistan Cumhuriyetinde pamuk üretilen toprakların genişliği 30 milyon hektarı aşmaktadır. Yıllık pamuk istihsali ise 10 milyon tonu geçmektedir. Bu haliyle Özbekistan, bugün dünyanın belli başlı pamuk üreten ülkeleri arasında ilk sıraları almaktadır. Yetiştirilen pamuğun dörtte üçü dış ülkelere ihraç edilmektedir. Geri kalan kısmı da Özbekistan'da işlenmektedir. Özbekistan'da işlenen pamuğun bir tonundan 3 bin metre pamuklu kumaş, 100 litre pamuk yağı ve 150-200 kg. Tutarında hayvan yemi ve diğer mahsuller elde edilmektedir. Yani pamukçuluk hem zirai hem de sınai alanda öneli bir hammaddedir. Ne var ki, Sovyet döneminde daha çok pamuk üretebilmek için her türlü imkana başvurulmuş ve hatta Aral Denizinin suları da bu maksatla kullanılmış, bu ise, Aral'ın sularının azalmasına sebep olmuştur. Su azalmasına ilaveten, kullanılan bol suni gübre, halkın sağlığının ciddi olarak tehdit etmeye başlamıştır.

Özbekistan'ın verimli topraklarında yetiştirilen diğer ürünler; pirinç, mısır, tahıl, tütün, her çeşit sebze ve meyve ile ipek böceğidir.

Özbekistan'ın tıpkı diğer Orta Asya Cumhuriyetlerinde olduğu gibi önemli kaynaklarından biri de hayvancılıktır. Bugün 8 milyon civarında olan koyun üretiminin yarıdan fazlasını yünleri kıymetli olan "karakul" koyunu oluşturmaktadır ki, bunun önemli bir kısmı ihraç edilir. Ayrıca 3 milyondan fazla sığır, 1 milyona yakın keçi ve 400 bine yakın domuz yetiştirilmektedir.

Tabii Kaynaklar ve Enerji

Özbekistan yerüstü olduğu kadar yeraltı zenginlikleri de olan bir Türk ülkesidir. Son yıllarda yapılan araştırmalarla Özbekistan'da bol miktarda doğal gaz ve petrolün varlığı tespit edilmiş ve çıkarılmaya başlanmıştır.

Zerefşan vadisinin Muruntav bölgesinde tespit edilen zengin altın yataklarından yıllık istihsalin 75-80 ton olduğunu belirtilmektedir. Bulunan ve henüz istihsale başlanmayan yeni petrol yatakları ise, Fergana vadisi ile Surhan-Derya'da bulunmaktadır. Bunlara ilaveten Gazlı, Çarkak ve Mübarek'teki doğal gaz yataklarından yılda 34 milyar metreküp gaz çıkarılmaktadır. Angran'da çıkarılan kömür ise 6 milyon tonu aşmaktadır. Bundan başka Almalık ve Koytaş'ta önemli miktarda bakır, çinko, kurşun ve molibden çıkarılmaktadır.

Özbekistan'da irili ufaklı 600'e yakın akarsudan istifade edilerek üretilen enerji de halkın elektrik ihtiyacını karşılamada önemli bir yer tutmaktadır. Pamir eteklerinde ve nehirler üzerinde kurulan hidro-elektrik santrallerinden 50 milyon kilowatt saat enerji üretilmektedir.

Sanayi

Özbekistan'da daha çok tarıma yönelik bir sanayinin geliştiğini görmekteyiz. Bilhassa Sovyet döneminde ekilebilen arazilerin tamamının pamuk üretimine ayrılmış olması, Özbekistan'ı ziraata dayalı bir endüstrileşmeye sevk etmiştir. Ülkede kurulan fabrikalar ve imalathanelerinden önemli bir kısmı traktör, tarım makinaları, pamuk toplama ve işleme makinaları, motor ve doğal gaz ve petrol aletleri yapmaktadır. Ayrıca gıda sanayiine yönelik Taşkent, Buhara ve Margelan'da fabrikalar inşa edilmiştir. Bunlara ilaveten hayvan ve hayvan ürünler işleyen sanayii kollarıda gelişmiştir. Bazı bölgelerde kurulan kimya sanayiine ilaveten halıcılığın da oldukça geliştiğini görmekteyiz.

Eğitim ve Kültür

Sovyet Döneminden önce Özbek Türklerinin eğitim müesseselerini diğer Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi mektepler ve medreseler oluşturuluyordu. Bu mektep ve medreseler Gaspıralı İsmail Bey'in başlattığı usul-i cedid hareketi ile yeni bir eğitim ve öğretim şekline girerek Özbek Türklerinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir seviyeye kavuşturulmuştur. 20. asrın ilk çeyreği sonuna kadar bu mektep ve medreselerden yetişen Özbek gençleri, milli benliğin muhafazasında uzun yıllar tesirli olmuşlardır. Fakat, Bolşevik ihtilalinden sonra kurulan eğitim müesseseleri, bilhassa 1924-1925'den itibaren Özbekleri tamamen Sovyetleştirmeye yönelik bir program uygulamaya başlamışlardır. Özbek Türkçe'sinin eğitim ve ilim dili olarak yetersiz gördüklerini ileri süren Sovyet yetkilileri Rusça'yı eğitim ve ilim dili olarak kullanmayı mecbur tutmuşlardır.

Diğer Türk Cumhuriyetlerin kıyasla Özbekistan'da daha titiz bir şekilde uygulanan Sovyetleştirme siyaseti, eğitim sahasının haricinde, bilhassa kültürel alanlarda belirgin bir hal almıştır. Özbekistan'ın başkenti Taşkent şehri Sovyetleştirmenin kültürel bir merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yapılan faaliyetleri bir tek hedefi olmuştur: O da yeni tip bir Sovyet insanı yaratmak. Bunun için yazarlar ve ideologlar faaliyete geçerek eserler vermeye ve bu eselerinde Sovyet rejiminin bu isteklerin uymayan edip ve şairler ise ya sürgüne gönderilmişler ya da öldürülmüşlerdir.

Fakat, bütün baskı ve zulmüne rağmen Sovyet döneminde hak arasında okuma-yazma oranı geçmiş devirlere nispeten daha yüksek olmuştur. 1977'den itibaren Özbek Türkçe'si resmi dil olarak kullanılmaya başlanmış ama Rusça'da kullanılmaya devam edilmiştir. Bugün dahi Rusça eğitim ve ilim sahalarında ağırlığın hissettirmeye devam etmektedir. Buna rağmen Özbek Türklere kendi dillerini her sahada cesurca kullanmaya ve geliştirmeye devam etmektedirler. Neticede, Özbekistan'da iki dilli bir toplum oluşmaya başlamıştır.

Bugün Özbekistan'da eğitim ve öğretim yapan 4 bin kadar okul bulunmaktadır. Bu okullarda okuyan öğrencilerin sayılar ise 4 milyona yaklaşmaktadır. Özbek talebeler okullarda okuyan öğrencilerin %50'sini teşkil etmektedirler. %30'a yakını ise Rus öğrencilerden meydana gelmektedir. Diğer %20'sini ise başka milliyetlere mensup öğrenciler teşkil etmektedir.

Nüfus

Bugün 22 milyonu geçen Özbekistan Cumhuriyetinin nüfusunun %88'ini Türkler oluşturmaktadır. %12'sini ise Ruslar, Ukraynalılar, Koreliler ve Yahudiler oluşturmaktadır. Özbek Türklerinin kendi nüfusları ise %72'yi oluşturur. Ruslar %10, Ukraynalılar, Koreliler ve Yahudiler %2 nispetinde nüfusu oluştururlar . Kazak, Kırgız, Tatar, Türkmen, Karakalpak veTacikler ise nüfusun %16'sını meydana getirmektedirler. Bu kardeş kavimlerin nüfusu ile birlikte Özbek Türkleri ülkelerinde etnik yönden rahat bir ortam oluşturmaktadır.

TÜRKMENİSTAN CUMHURİYETİ

27 Ekim 1991'de istiklaline kavuşan Türkmenistan Cumhuriyeti 488.000 km2 alana ve 4,5 milyon nüfusa sahiptir. Başkenti Aşkabat olan Türkmenistan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında istikbali en parlak olan cumhuriyetlerden biridir. Bugünkü Türkmenistan Cumhuriyeti beş eyalete ayrılmış bulunmaktadır; Balkan, Aşkabad (Ahal), Merv (Marı), Çarju ve Taşauz, Türkmenistan güneyde İran, güneydoğuda Afganistan, Kuzeydoğuda Özbekistan, kuzeyde Kazakistan ve batıda Hazar denizi ile sınırdaştır.

Tabiat Şartları

Türkmenistan'ın en geniş bölgesi 350.000 km2'lik bir alanı işgal eden Karakum Çölüdür ki bu aynı zamanda dünyanın en öneli çöllerinden birini teşkil eder. Buna göre Türkmenistan, biri çöl, diğeri vaha bölgesi olmak üzere iki bölgeden meydana gelir. Kopet Dağı etekleri, Murgab, orta ve aşağı Amu-Derya (Ceyhun) başlıca vahaları teşkil ederler. Ayrıca Karapul, Bacur ve Balkan yaylaları ülkenin tarıma ve otlağa müsait yerlerini teşkil ederler. Coğrafi sebepler dolayısıyla ülkede akarsuları sayısı oldukça azdır. Murgab, Tecend Derya ve Atrek nehirleri başlığı akarsuları teşkil ederler.

İklim

Türkmenistan, Asya'nın içi kesimleride yer aldığı için tam bir kara iklimine sahiptir. Genellikle yazları sıcak ve kuru geçer, gece-gündüz arasında büyük ısı farklılıklarını Tecende ve Murgab nehirleri ile Amu-Derya nehrinin % 20 suyunu alan Kara-Kum kanalının suları giderir. Bu üç nehirden Kara-Kum nehrinin suları Türmenistan'a büyük hayat vermiştir. Binlerce dönem yeri sulanan arazilerde bol miktarda pamuk yetiştirilir. Dolayısıyla Türkmenistan, Özbekistan'dan sonra Orta Asya Cumhuriyteleri içinde en çok pamuk üreten ülkedir. Yıllık pamuk üretim 1.382.000 tondur.

Tarım ve Hayvancılık

Pamuk üretiminin yanısıra kavun, karpuz ve üzüm bol miktarda yetiştirilmektedir. Ayrıca buğday, arpa, mısır ve tütün yetiştirilen Türkmenistan'ın bu sahadaki ürünleri ancak kendilerine yetmektedir. Türmenistan, diğer Türk Cumhuriyetleri gibi, hayvancılık sahasında oldukça ileri gitmişti. Koyun, sığır, tavuk ve hıristiyan ahali için domuz bol miktarda yetiştirilmektedir. Dolayısıyla ülkede besicilik ve etli ürünler oldukça gelişmiştir. Karakul koyunlarının deriler astragan kürkü olarak kullanıldığı için çok kıymetli ve Türkmenistan'ın ihraç ürünlerinin başında gelmektedir.

Tabii Kaynaklar ve Enerji

Türkmenistan yeraltı kaynakları yönünden oldukça zengin bir ülkedir. Ülkede bol miktarda doğalgaz, petrol, sülfür, mineral tuzlar, kükürt, potasyum,kurşun, krom, iyot ve sodyum sülfat bulunmaktadır. Bilhassa petrol ve doğal gaz rezervlerinin zenginliği Türkmenistan'ın yakın gelecekte iyi bir ekonomik seviyeye ulaşacağını göstermektedir. Dolayısıyla Türkmenistan enerji sıkıntısı çekmeyen ülkelerden biridir.

Sanayii

Hayvancılığın gelişmesi hayvan ürünleri ile ilgili bir endüstri dalının oluşmasına sebep olmuştur, Halı, kilim, tekstil endüstrisi oldukça gelişen Türkmenistan'da petrol rafinerileri, kimyasal madde üretimi, bitkisel yağ üretimi, azotlu gübre sanayi, ve doğal gaz çıkarma sanayi oldukça gelişmiştir. Türkmenistan'ın en yükü sıkıntısı ürettiği bu malları dış pazarlarda satma imkanı bulamayışıdır. Türkiye üzerinden doğal gazını pazarlamayı ümit eden Türkmenistan kısa zamanda bu ekonomik dar boğazdan kurtulacaktır.

Nüfus

Bugünkü Türkmenistan Cumhuriyetinin nüfusu 4.500.000 milyona yaklaşmış bulunmaktadır. Bu 4.500.000 milyonluk nüfusun 3 milyonu Türkmenlere, 1.500.000 milyonuda diğer milletlere aittir. Bu arada 2.000.000 milyon civarında Türkmen İran Horasanında, 1 milyona yakın Türkmen de Kuzey Afganistan'da yaşamaktadır. Bugünkü Türkeministan nüfusunun %73'ünü Türkmenler,%9'unu Ruslar, %9'unu Özbekler, %2.5'ini Kazaklar, %1'ini Ukraynalılar,%1'ını Ermeniler ve %2.4'ünü de diğer azınlıklar teşkil eder. Türkmen nüfusunun %45'i şehirlerde %55'de kırsal kesimde yaşamaktadır.

Eğitim ve Kültür

Rus işgaline yani 1884 'de kadar Türkmenistan'da eğitim müesseselerini mektepler ve medreseler oluşturmaktadır. Türkmenistan'da mektepleri bitiren başarılı öğrenciler Hive, Buhara, Semerkant'daki medreselere giderek öğrenimlerini tamamlarlardı. Dönüşlerinde ise bu öğrenciler hem imamlık hem muallimlik yaparlardı. Kısaca eğitim oldukça yetersiz bir seviyede idi. Fakat Rus işgalinden sonra açılan Rus-Türkmen okullarında hem Ruslartırma hem de Hıristiyanlaştırma hareketlerine ağırlık verilmesi Türkmenleri oldukça rahatsız etmiştir. Gaspıralı İsmail Bey'in açtığı usul-i cedid mekteplerinin ve medreselerinin Türkmenistan'a gelmesiyle birlikte Türkmenler ilk defa modern bir eğitim görmeye başlamıştır. Bolşevik ihtilallerinin patlak verdiği 1917 yılına kadar bu eğitim sistemini devam ettiren Türkmenler, Bolşevik yöneticilerinin Sovyet Cumhuriyetlerini kurduğu 1924'den sonra yepyeni bir eğitim sistemine geçmişlerdir. Ruslaştırmaya ve Hıristiyanlaştırmayı hedefleyen Çarlık eğitim sisteminin biraz daha toleranslı şekli olan yeni Sovyet eğitim sistemi, tatbik edildiği uzun yıllar içinde oldukça başarılı olmuştur. Bu eğitim sisteminde cehalete karşı büyük başarı elde edilmesine rağmen, Türkmenlerin milli kültürlerinden ve dillerinde büyük gerileme olmuştur. Diğer milletleri Sovyetleştirmeyi ve Sovyet tipi insan yetiştirmeyi hedefleyen bu eğitim sistemi Rusça ile yapıldığı için Rus kültürü ve dili Türkmenler arasında oldukça yayılmıştır. Sovyet döneminde Türkmen dili oldukça zayıflamış ve ikinci dil durumuna düşmüştür. 1989'da Türkmenistan'ın resmi dili haline gelen Türkmence bugün hızla gelişmekte olup, yakın bir gelecekte kuvvetli bir eğitim ve bilim dili haline gelecektir. Bugün Türkmenistan'da 2000'in üstünde okul bulunmakta ve bu okullarda okuyan öğrenci sayısı da 800 bin civarındadır. 1971 istatistiklerine göre 51 ilkokulda 35 bin, 29 orta dereceli okulda 28.900, 5 yüksek öğrenim enstitüsünde 29.200 ve 1 üniversitede 10.124 öğrenci okuyordu. Bu okul ve öğrenci sayısı bugün daha da artmış bulunmaktadır.

ORTA ASYA BAĞLAMINDA TÜRK- İLİŞKİLERİ

Yeltsin-Kozırev hükümeti ile siyasi, iktisadi, enerji ve askeri sahalarda Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler hızlı bir şekilde gelişmiştir. Karşılıklı siyasi ziyaretler gerçekleştirildi. Ticarî ilişkiler mevcut uluslararası sistemin gerçeklerin uygun olarak arttı. Bu gelişmelerden memnunluk duyan Türk siyasetçileri Rusya'yı tehdit olmaktan çıkardılar. Hatta Türk devlet adamları, bölge için jeostratejik ve jeopolitik öneme sahip iki ülkenin, karşılıklı ilişkilerin geliştirmeler ve ki ülke arasındaki bağımlılığın artması halinde Karadeniz, Kafkaslar, Hazar denizi bölgelerinde barış, huzur ve istikrarın geleceğini düşünmeye başladılar. Rusya devlet başkanı Vilademir Putin, Türkiye'yi "geleneksel dost" olarak gördüklerini açıkladı.

Fakat resmi düzeyde oluşan bu olumlu kanı, her iki ülkenin Avrasya bölgesine ilişkin politikalarına yansımadı. Bir yandan Türkiye Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla birlikte yakaladığı tarihi fırsatı iyi değerlendirerek bölge siyasetinde etkin rol oynayabilecek "Bölgesel Güç" olmayı arzuladı ve bu düşünceye paralel politikalar geliştirdi. 1991-1992 yılları arasında batı yanlısı dış politika izleyen Rus yetkililer, aşırı milliyetçi grupların ve komünist partisinin baskısı sonucu, gözlerini yeniden Hazar enerji havzasına ve Yakın Çevresi'ne döndüler ve Türkiye ile rekabet içerisine girdiler. Avrasyacı olarak adlandırılan ve 1993 seçimlerinden sonra Rus siyasetine egemen olan Rus yöneticiler, Bağımsız Devletler Topluluğu'nu kurumsallaştırmaya ve böylece Orta Asya ve Kafkas Devletlerine kendi ekseni etrafında bir araya getirmeye çalıştılar. Petrol ve doğal gaz kaynaklarının dünya pazarına sevki konusunda, Türkiye'nin savunduğu ve Amerikan yönetimince desteklenen Doğu-Batı enerji koridorunun gerçekleşmesini engelleyecek girişimlerde bulundu. Bir yandan NATO'nun genişlemesine karşı çıktılar. Öte yandan Orta Asya ve Kafkas bölgelerinde istikrarın, barışın ve huzurun sağlanmasına garantör devlet gibi hareket ettiler.

Sovyetler Birliği'nin yıkılması veya diğer bir ifadeyle Soğuk Savaş döneminin kurallarını belirleyen paradigmanın iflası, Türk siyaset adamlarına göre, uluslararası barışın inşa edilmesi için uluslararası sistemde yeni bir dalganın ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Yeni şartlardan dolayı, Türkiye'nin dış politikasını belirlemeye çalışan Türk Hükümetleri, özellikle Türkiye'nin jeostratejik konumundan ötürü, çok yönlü ilişkiler kurması gerektiğini düşünmektedir. Değişken ve her an çatışmalara gebe bir çevreye sahip olmasından dolayı, Türkiye'nin komşu ve çevre ülkeleri ile barışçıl, istikrarlı ve işbirliğine dayalı ilişkiler kurması gerektiğine inanılmaktadır. Bu düşünceyi kendilerine dayanak olarak alan 56. ve 57. Türk Hükümetleri, Hükümet protokollerinde, Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya başta olmak üzere bölgesel işbirliğine ve bu devletler ile karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesine büyük önem verdiklerini vurguladılar.

Doğal gaz tüketimi konusunda, Türkiye'nin Sibirya ve Hazar enerji havzasına bağımlılığı her geçen gün artış göstermektedir. Türk Dış İşleri Bakanlığı'nın resmi verilerin göre, Türkiye'nin enerji ihtiyacı yıllık yüzde sekiz oranında artmaktadır. Bu veriye göre, 1999 yılında 12,8 milyar metreküp doğal gaz tüketen Türkiye'nin 2010 yılında 52 milyar metreküp ve 2020 yılında da 83 miyar metreküp doğal gaz türetmesi tahmin edilmektedir. Enerji politikasını, çeşitlendirilmiş, güvenilir ve maliyet açısından uygun kaynaklar bulmaya dayandıran Türkiye, artan enerji ihtiyacını önümüzdeki dönemde 5 farklı ülkeden karşılamayı düşünmektedir: Rusya, Cezayir, Nijerya, İran ve Türkmenistan. Bu devletler ile yapılan anlaşmalar sonucunda, Türkiye, 2004 yılı itibariyle yıllık 61,2 milyar metreküp doğal gaz alımını garantiledi. Ancak bu antlaşmalar Türkiye'nin 2020 yılında ihtiyaç duyacağı enerji miktarını karşılayamamaktadır. Bu nedenle Türkiye'nin farklı kaynaklardan doğal gaz alımları yapması gerekecektir. Bu düşünce ışığında Türkiye, mevcut olan anlaşmalara ilave olarak Azerbaycan, Mısır, Cezayir, Yemen, Irak ve Balkan devletlerinden de doğal gaz olmayı düşünmektedir.

Rusya ile Türkiye arasında ikili ilişkiler siyaset, ticaret, savunma ve enerji sahalarında sürekli ilerleme gösterse de her iki ülkenin Avrasya ve Hazar enerji havzasına ilişkin bölge politikaları sürekli çatışmaktadır. Her iki devlet, Hazar enerji kaynaklarının dünya piyasasına sunulması, bölge devletlerinin uluslararası sistemdeki yeni yeri ve Kafkaslarda istikrar konularında birbirine rakip politikalar takip ettikleri şüphe götürmez bir olgudur.

Her iki ülke arasında yaşanan rekabetin temel sebebi, Türk ve Rus yetkililerin aynı bölge üzerinde birbirine benzer beklentiler içinde bulunmaları ve beklentilere uygun politikalar üretmeleridir.

Türk yetkililere göre Türkiye, Avrasya bölgesinin ortaya çıkardığı yeni fırsatlardan ötürü, global devlet anlayışıyla hareket etmek zorundadır. Bu nedenle Türkiye, Orta Asya ve Kafkas devletleri için demokrasi, insan hakları, laiklik ve serbest piyasa gibi mevcut uluslararası sisteme hakim kavramları, kendi ülkelerine yerleştirmeleri amacıyla örnek alabilecekleri uygun ülkedir. Türkiye Soğuk Savaş sonra dönemde, Avrupa'dan Asya'nın merkezine kadar olan bölgede (diğer bir ifadeyle Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan sahada) eskiye nazaran daha fazla jeostratejik ve jeopolitik öneme sahiptir ve Türkiye'nin jeostratejik etkisi bu devletler üzerinde her geçen gün artmaktadır. Böylece Türkiye, Rusya'yı bu bölgelerde dengede tutmaktadır. Hatta emekli Türk askeri yetkilisi Nezihi Çakar , bu bölgeyi Türkiye'nin çevresi olarak nitelendirmektedir. Dış İşleri Bakanı İsmail Cem'e göre, Türkiye, Avrasya'nın stratejik merkezi haline gelecektir.

Bu beklentilerin hayata geçirilmesi için, Türk yetkililer, Hazar denizi kaynaklarının Türkiye üzerinden dünya piyasasına sunulmasını istemektedirler. Barış hatları sayesinde bu ülkeler arasında ekonomik işbirliği artacaktır ve ardından da bu devletler dünya sistemine entegre olacaktır. Bu ülkelerin bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve egemenliğine büyük önem veren Türkiye, iktisadi açıdan yeniden yapılanmalarına ve kalkınmalarına ve aynı zamanda bölgede istikrarın ve güvenliğin sağlanmasına yardımcı olmaya açıktır. Türkiye, bölge üzerine takip ettiği politikalarından ötürü, Rusya'yı doğrudan karşısına alan bir siyasi rekabet içerisine girdi. Türkiye, Rusya'yı doğal jeopolitik rakip olarak görmektedir. Türkiye'nin hedefi, özellikle Bakü-Ceyhan petrol ve Trans-Hazar doğal gaz hatlarının inşasını tamamlayarak, Rusya'nın bölge üzerindeki hakimiyetinin ortadan kaldırmak (veya en azından azaltmak) ve kendi etki sahasını genişletmektir.

1991-1992 yıllarında Orta Asya devletlerini kendi kaderleriyle başbaşa bırakarak, kendisini batı topluluğunun bir parçası olarak gören Rusya, 1993 yılından itibaren, Hazar enerji havzasının akıbeti konusunda Türkiye ile siyasi rekabete girdi. Sovyetler Birliğinin Soğuk Savaş döneminde oynadığı rolü oynamaya hazırlanan Rusya, artık kendisini Avrasya ülkesi olarak tanımlamaktadır. Yaşadığı mali krizden dolayı kendi kaynaklarını kullanarak ekonomisini düzlüğe çıkarmak istemesinden ötürü, Rusya, komşu ülkeler ve eski Sovyet Cumhuriyetleri ile enerji ve ticaret sahalarında ilişkilerini arttırmayı istemektedir. Çevre devletler ile sıkı işbirliği içerisine giren uluslararası petrol projelerinde yer alan ve taşımacılık alt yapısını güçlendiren Rusya, Avrupa-Atlantik ve Rusya-Pasifik bölgeleri arasında iletişimi ve yakınlaşmayı sağlayan merkezi ülke rolü oynamayı arzu etmektedir. Bu rolüyle Rusya, Asya, Avrupa ve Amerika kıtaları arasında "Kavşak Ülke" rolü oynayabilir.

Rus yetkililere göre, Türkiye bu hedeflerin önündeki en büyük tehdittir. Rus yetkililer, 3 konuda Türkiye'yi kendilerine düşman (tehdit) olarak görmektedir.

1. Türkiye, model ülke rolüyle, aslında Rusya'nın eski arka bahçesinde meydana gelen boşluğu doldurmayı hedeflemektedir. Türkiye kuracağı stratejik etki sahasıyla, Rusya'nın bölge üzerindeki çıkarlarını zedeleyecektir.

2. Tarihsel, kültürel, dinsel, dilsel bağlarını kullanan Türkiye, Pan-Türkist emellerini gerçekleştirebilir ve Rusya'nın çevresinde ve hatta Rus topraklarında yaşayan Türkleri de dahil ederek bir Türk imparatorluğu veya Birleşik Türk Devletleri kurabilir. Bu durum hem Rusya'nın yanıbaşında Türk-İslam sentezi üzerine kurulmuş bir tehlikenin doğmasına ve hem de Rusya'nın daha fazla toprak kaybederek kuzeye çekilmesine sebep olabilir.

3. Türkiye kanalıyla NATO ve dolayısıyla Amerikan askerlerinin bölgeye sızması. Özellikle NATO'nun barış için ortaklık programı adı altında bölge devletleriyle askeri ve savunma sahalarında işbirliği yapması, Rusya'nın bölgedeki askeri varlığının kalış sebebini ortadan kaldıracak ve daha sonrada bölgedeki askeri etkisini kaybedecektir.

Bu nedenlerden ötürü Türkiye ve Rusya, Hazar enerji havzasında Orta Asya ve Kafkas bölgelerinde birbirine zıt politika gütmekte, birbirlerinin etki alanlarını zayıflatmaya ve hatta ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar.

Türkiye ve Rusya arasındaki asıl rekabet sahası, Hazar enerji kaynaklarının hangi güzergâh üzerinden dünya piyasalarına sunulacağı konusudur. Hazar enerji havzasını "İkinci Kuzey Denizi" olarak nitelendiren Türkiye, Rusya'nın etki sahasını zayıflatacağı ve kendi siyasi nüfuzunu arttıracağı düşüncesiyle, Amerikan yönetiminin de destek verdiği Doğu-Batı Enerji Koridorunun ana güzergâh olmasını istemektedir. Türkiye bu hattın gerçekleşmesi halinde hem Rusya'nın kontrolü olmaksızın bölge kaynaklarına kendi iç ihtiyacı için kullanmayı hem de Soğuk Savaş sonrası dönemde enerji köprüsü haline gelmeyi düşünmektedir. Bu nedenle Türkiye, Türkmenistan-İran-Türkiye-Avrupa devletleri doğal gaz, Trans-Hazar doğal gaz, Azerbaycan-Türkiye-Avrupa Birliği doğal gaz ve son olarak Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan petrollerine taşıyacak Bakü-Ceyhan petrol boru hatlarının inşası için uluslararası arenada yoğun çaba harcamaktadır.

Bu noktada Türkiye'yi endişeye sevk eden konuların başında, Rusya'nın kuzey hattından daha fazla petrol sevk etme isteği ve Rus yetkililerce bölge enerji kaynaklarının dünya piyasalarına sunulmasında boğazların en uygun geçiş güzergâhı olarak görülmesi geliyor. Hazar enerji kaynaklarının tankerler aracılığıyla boğazlardan taşınması, İstanbul ve İstanbul halkı için büyük tehlike anlamına gelmektedir. Her geçen gün boğazlarda tanker kazalarının arttığı gözlenmektedir.

Hazar enerji kaynaklarının sevki konusunda, son zamanlarda Rusya, Türkiye'den daha faal politika yürütmektedir. Türkiye'nin son 2 yıldır ekonomik ve finansal sıkıntı yaşaması ve George W. Bush yönetiminin halen daha hazar politikasını netleştirememesi, Rusya devlet başkanı Viladimir Putin'e yeni fırsatlar verdi. Mart 2000 yılından bu yana kararlı politikalar güden Putin, Hazar enerji kaynaklarının Batı ve Doğu pazarlarına ihraç edilmesinde köprü rolü oynamayı arzu etmektedir. Rusya, kullandığı hattın tek geçerli hat olduğunu gösterecek somut adımlar atmaktadır. Bu hedefini gerçekleştirmek için, Rusya son dönemde yoğun çaba harcamaktadır. Öncelikle Orta Asya devletleri -Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Azerbaycan ile işbirliğini arttırdı. Hazar enerji kaynaklarını, Balkan ülkelerini, Türkiye'ye , Avrupa ve Çin'e sevk edilmesi için yeni çok taraflı projeler hazırladı.

Bu projeler içerisinde Rusya, en çok Mavi Akım projesine önem vermektedir. Çünkü Rus Gazprom Firması, Türkiye'nin doğal gaz ihtiyacını karşılamanın yanı sıra, Türkiye kanalıyla Kuzey Afrika ve Doğu ülkelerinin enerji ihtiyaçlarını karşılamayı hesaplamaktadır. Bu nedenle Mavi Akım projesinin kapasitesini ileriki dönemlerde yıllık 30 ilâ 50 milyar metreküpe çıkarmayı planlıyor. Özellikle Orta Asya ülkelerinden alınacak doğal gaz, bu hat kanalıyla dünya piyasalarına sunulacak, Gazprom yetkilileri, Mavi Akım projesini İran ve Türkmenistan hatlarından önce inşa ederek bu hatların önünü kesmeyi de arzu etmektedir. Böylece bir yandan Hazar Havzası enerji kaynaklarının doğu-batı hattından dünya piyasalarına akmasını önleyecek, diğer yandan Doğu Avrupa pazarını da kaybetmemiş olacak. Zaten Doğu Avrupa ülkelerine daha fazla satışı gerçekleştirmek için Rusya Trans-Bulgaristan doğal gaz hattını inşa etmeye çalışmaktadır.

Türkiye'nin resmi politikasına göre, kendi güvenliği açısından büyük tehdit oluşturan, Dağlık-Karabağ meselesinin, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü Minsk Grubu tarafından ve taraflar arasında yürütülen görüşmeler kanalıyla barışçıl yollarla çözülmelidir.

Bölgede barış ve istikrarı sağlamak hayati derecede öneme sahip bir konudur. Böylece hem Türkiye'ye karşı tehdit ortadan kalkacak, hem de bölgesel iş birliğine ve bölge devletlerinin ekonomik kalkınmasına olanak sağlanacaktır.

Türk resmi makamları, Rusya ile herhangi bir sürtüşme yaşamak istemedikleri için diplomatik olarak güzel sözler sarf etseler de Türkiye, Bakü-Ceyhan ve Trans-Hazar projelerinin önündeki en büyük engelin bölgesel istikrarsızlık olduğunun farkındadır. Bu istikrarsızlık ise Rusya'nın bölge üzerindeki hakimiyetini pekiştirmesine yardımcı olmaktadır. Gerçekte Türkiye, Rusya'nın bölge üzerindeki hakimiyeti sağlamlaştırmasını istememektedir. Bu amaçla Türkiye 1992 yılında, Azerbaycan eski Devlet Başkanı Ebulfeyz Elçibey'i destekledi ve bu ülkeyi kendi siyasi etkisi altına almaya çalıştı. Dağlık-Karabağ meselesinde açıkça Azerbaycan'ın yanında tutum sergiledi. Azerbaycan'ın petrolünü taşıyacak uluslararası konsorsiyumdan pay aldı. Yoğun bir şekilde ana güzergahın Bakü-Ceyhan olması için çaba harcadı.

Orta Asya'da Çeçenistan konusunda, Türkiye, resmi beyanatlarında Rusya'yı kızdıracak açıklamalar yapmaktan kaçınmaktadır. Ancak Türkiye, Rusya'nın bütün hedefinin Kafkaslarda kendi kontrolünü kurmak olduğuna inanarak, bu durumdan endişe etmektedir. Çünkü Kafkaslarda Rusya'nın bütün hedefinin Rus askerleri Türkiye'nin sınırları boyunca konuşlandırılacak ve Türkiye'nin nüfuzunu arttırma politikasının engelleyecektir.

Rusya'nın bölge üzerindeki hakimiyetini iyice zayıflatmak amacıyla, Türkiye, Mart 1999 tarihinde Gürcistan ile askeri yardım ve işbirliği anlaşması imzaladı. Anlaşma gereği, Türkiye, Kodori ve Gori'de askeri eğitim alanları ve Tiflis dışında bir atış alanı kurdu. Azerbaycan'da kurulan askeri eğitim merkezinde Türkiye Azerbaycanlı subayları yetiştirmeye başladı. Türkiye, Ocak 2000 tarihinde, "Kafkasya İstikrar Paktı" fikrini ortaya attı. Bu fikir, Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye, Rusya, İran (muhtemel), Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nı içermektedir. Pakt, Rusya'nın bölgedeki hakimiyetinin zayıflatırken, Türkiye'nin etkisini arttıracak, aynı zamanda Batılı devletleri, özellikle Amerikan yönetimini, bölge siyasetine ve güvenliğine karışma hakkı verecek. Bu durumda Rusya'nın karşısında dengeleyici güç olarak Amerika bulunacak. Böylece bölge Rusya'nın arka bahçesi olmaktan çıkarak, uluslararası işbirliği alanı haline gelecektir.

Rusya, Türkiye'nin Kafkasya istikrar Paktı'na destek verdiğini diplomatik dille açıkladı. Ancak teknik açıdan konunun incelenmesi gerektiğini ifade ederek, bu teklifi çıkmaza soktu. Aslında Rusya Kafkaslar'da kendi içinde kurulmuş güç dengesini bozacak her türlü girişime karşı çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle Türkiye'nin veya başka bir ülkenin ortaya attığı ve Batılı güçlerin bölge siyasetinde ve güvenliğinde belirgin bir rol oynamasına izin veren teklifler, Rus yetkililer için kabul edilemez.

Rusya siyasi ve askeri baskıların sonuç vermemesi üzerine, son günlerde, siyasi diyalog girişimlerini arttırarak, bu devletlerin ticaret ve enerji sahalarında yakın işbirliği içerisine girmeye gayret etmektedir. Devlet başkanı Viladimir Putin, Azerbaycan'ı ziyaret ederek, Rusya'nın bu niyetini Azeri yetkililere iletti. Bu amaçla Rus firmalarını Azerbaycan petrol sahalarında yatırım yapmaya teşvik eden Rusya, aslında bölge devletlerine Rusya hattının cazip olduğunu göstererek, Bakü-Ceyhan ve Trans-Hazar hatlarının başarısızlığa uğramasını istemektedir. Aynı zamanda bölge devletlerini kendi yanına çekmeyi başaran Rusya, bölgedeki ticari ve ekonomik çıkarlarını muhafaza edebilecektir.

Rusya Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda da en etkin metodun Kafkas Dört zirvesi olduğunu savunmaktadır. Bu konuda kendisinin yeterli güce sahip olduğunu düşünen Rus yetkililer, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve kendisinin dahil olduğu görüşmeler yoluyla çözülmesine gayret sarf etmektedir.

Türkiye, 1991 yılından bu yana uyguladığı politikalarıyla Orta Asya devletlerini bir araya getirerek, bölge üzerindeki siyasi etkisini arttırmayı ve bölgesel güç olmayı amaç ediniyordu. Bu amaçla Türkiye, Orta Asya devletlerinin demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisine geçiş süreçlerinde ve uluslararası sisteme entegre olmaları konusunda kendisini önder ve çok uygun model olarak görerek, "büyük ağabey" rolünü oynadı. Öncelikle Türkiye İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nı kurarak, bölge devletlerine planlı ekonomi ve ticari yardımlar yaptı. Daha sonra eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın girişimiyle Türk Cumhuriyetleri Zirvelerinin organize etti. Bu zirveler sırasında, Orta Asya Cumhuriyetleri, Azerbaycan ve Türkiye arasında da kültürel, siyasi ve ticari sahalarda çok taraflı işbirliği imkanları tartışıldı. Ortak Latin Alfabesinin oluşturulması kabul edildi. TRT Avrasya yayınlarına başladı. 10.000 civarında Orta Asya kökenli öğrenciye Türkiye'de eğitim görmeleri için burs verildi. Son zamanlarda Türkiye, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan'a küçük çaplı askeri yardımlar yapıldı.

Bu girişimleri temel amacı, Orta Asya devletlerinin bağımsızlığını pekiştirmek ve ekonomik kalkınmalarına yardımcı olmaktı. Bu sayede uluslararası sistem ile entegre olan Orta Asya devletleri, Rusya'nın etkisinden kurtulacaklardı ve Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri Zirveleri vasıtasıyla dayanışma içerisinde bulunacaklardı. Aynı zamanda Türkiye, oluşturulan yakınlaşma sayesinde Hazar enerji kaynaklarından serbestçe faydalanmayı arz ediyordu.

Ancak Türkiye'nin bölge lideri olma politikası ve bu politikasında belli bir başarı elde etmesi Rusya'yı tedirgin etti. Çünkü Rus yetkililer, Orta Asya bölgesinin halen daha Rusya'nın arka bahçesi olarak görmektedir. Bu nedenle Türkiye gibi bölge dışı devletlerin kendi arka bahçelerinde etki sahası oluşturma gayretlerine karşı çıkan Rusya egemen durumu muhafazaya çalışmaktadır.

1993 yılında Yakın Çevre (Near Abroad) politikasını uygulamaya başlayan Rusya önceleri içi boş bırakılan Bağımsız Devletler Topluluğu'nu siyasi örgüt haline getirmeye çalıştı. Rusya'nın temel hedefi Ortak Güvenlik, Ortak Enerji Konseyi, Ortak Dış politika ve Serbest Ticaret konularında Orta Asya devletleriyle çok taraflı anlaşmalar imzalamaktı. Böylece Rusya, Orta Asya devletlerini kendi siyasi kontrolü altında tutacak ve bölge üzerindeki hakimiyetini yeniden pekiştirecekti. Fakat Orta Asya devletlerinin yeniden Rusya'nın siyasi kontrolüne girmek istememelerinden ötürü, Rusya bu emellerinde başarı sağlayamadı.

Putin yönetimi, mevcut politikalarının fanteziden öteye gitmediğini anlayarak Mart 2000 tarihinden itibaren Orta Asya politikasını, siyasi ve askeri sahalardan ekonomi, enerji ve terörizme karşı işbirliğine kaydırdı. Ekonomik ilişkilerin Rus çıkarlarına en iyi şekilde hizmet edeceğini düşünmektedirler. Çünkü Rus yetkililere göre, Orta Asya devletlerini, Rus sanayi ürünleri için en ideal Pazar ve kendi sanayi altyapısının ihtiyaç duyduğu madenlerin ve hammaddelerine sağlanabileceği en güvenilir kaynak olarak görmekteydi. Aynı zamanda Orta Asya, Rusya'nın İran ve Çin ile ticaret imkanları doğuracak sıçrama tahtasıdır.

Bu nedenle dış politika önceliğini serbest ticaret bölgesinin hayata geçirilmesine veren Rus yetkililer Avrasya Ekonomik Topluluğunun kurulması için çaba sarf ettiler. Ekim 2000 tarihinde Astana'da imzalanan anlaşmayla bu topluluk kuruldu.

Sonuç olarak bu bölgelere ne Rusya'nın ne de kültürel bağlarını kullanarak Soğuk Savaş sonrası dönemde Rusya'nın tarihsel rolünü üstlenmek isteyen Türkiye'nin hakimiyeti altına girmek istemektedirler. Orta Asya devletleri, günlük ihtiyaçlarına uygun olarak, Rusya ile yakınlaşırken aslında Çin, Avrupa Birliği ile yakın ilişkiler kurmakta, diğer bölge devletleri ile başta petrol ve doğal gaz olmak üzere diğer sektörlerde de işbirliği içerisinde bulunmaktadırlar. On yıllık dönem içerisinde Rusya'nın Bağımsız Devletler Topluluğunu istediği aşamaya getirememesi de bu siyasi iradenin bir göstergesidir.

Bu açıdan Türkiye'nin yapması gereken Mavi Akım projesinin inşası için çaba harcarken, İran, Türkmenistan ve Azerbaycan'dan gelecek boru hatlarının inşasına engel olmamalı, bu duruma meyil verecek gelişmelerden sakınmalıdır. İkinci olarak Rusya gibi ticari çıkarlarını ön plana çıkararak Türk firmalarının bölgede yatırım yapmalarını ve yatırım yapanları da kalıcı hale gelmesine doğrudan katkı yapmalıdır.

TÜRKİYE'NİN ORTA ASYA POLİTİKASI

Soğuk Savaş'ın sona ermesi dünyadaki dengelerin değişmesine neden olduğu gibi Türk dış politikası açısından da yeni bir durum ortaya çıkarmış, bir taraftan Türkiye Soğuk Savaş dönemindeki anti-kominist olmasından dolayı dünyadaki önemli konumunu kaybederken, diğer taraftan yeni hareket alanları, işbirliği imkanları da önüne çıkmıştır.

Özellikle 1990 sonrasında Türk karar vericiler daha aktif olmaya başladılar ve bölgede muhtemel yeni işbirliği imkanları aramaya başladılar. Türk dış politika sitilinde önemli değişiklikler oldu. Örneğin, Türkiye dışında yaşayan Türklere geleneksel olarak karışmama politikasında değişim görüldü. Dış politikadaki bu değişimde Özal'ın belirleyici rolü olduğu ve hatta bu değişimin Özal tarafından başlatıldığı ileri sürülebilir. Özal aktif Türk imajını savunmaktaydı. Özal ayrıca Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesini ortaya atmış, Azerbaycan'a aktif desteği savunmuş ve Ermenistan'a karşı askeri müdahaleden söz etmiştir. Türk dış politikasındaki bu sitil değişikliğinde her ne kadar aktif dış politika anlayışı ve Özal'ın karizmatik liderliğinin önemli yeri olsa da, özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra Türkiye'yi aktif olmaya, muhtemel alternatif işbirliği olanaklarını araştırmaya iten diğer önemli faktörlerde vardı.

Rusya'daki Zhirinovsky fenomeni, Rusya'nın 1993'den itibaren eski Sovyet topraklarını arka bahçe (near abroad) ilan etmesi, Bağımsız Devletler Topluluğu şemsiyesi altında eski Sovyet Cumhuriyetlerini toparlama ve yönlendirme çabaları gibi gelişmeler, Türk tarafının kaygılarının pek de yersiz olmadığını teyit eden göstergelerdi. Türkiye'nin Rusya ile çatışması durumunda Türk tarafı Batı'nın Türkiye'ye yardımı hususunda Soğuk Savaş dönemi ile karşılaştırılırsa mukayeseli olarak isteksiz olacağı ile sürdürülebilir. Çünkü Soğuk Savaş sonrası dönemde eskiye zıt olarak Batı Rusya'yı düşman olarak telakki etmemektedir. Bu nedenle, Türk yöneticiler yeni dönemde her ne kadar Soğuk savaş sona ermiş olsa da, Türkiye'nin halen dünya politikasında stratejik bir pozisyona sahip olduğunu ve Batı için halen önemli olduğunu Batı'ya inandırma ve bunun için de yeni argümanlar bulma çabası içine girdiler.

Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye yeni şartlara cevap verebilmek, değişen parametreleri göz önünde tutularak ulusal çıkarını savunabilmek için arayışlara girmiş, bu bağlamda Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesi Türkiye tarafından geliştirilmiştir. Türkiye'nin bu girişiminde açık ekonomik sebepleri, beklentilerin yanında, istikrarsızlıklara, çatışmaları gibi bir bölgede Rusya, Ukrayna,Romanya gibi Karadeniz ülkelerine önderlik edip gelişmeyi ve istikrarı teşvik edecek bir pakt altında toparlayarak, Avrupa'yı ve Amerika'yı bu bölgede Türkiye'nin halen önemli olduğu hususunda ikna etme arzusunun varlığından söz edilebilir. Başka bir deyişle bu proje, Batıyı, Türkiye'nin halen Batı için bölgede büyük öneme sahip bir devlet olduğu hususunda ikna etmek için, Türkiye'nin kullandığı bir araç olarak değerlendirilebilir.

Yeni hareket sahaları içerisinde Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsız olmalarıyla ortaya çıkan yeni işbirliği imkanları, Türk dış politikasının yeni dönemdeki açmazlarına karşın kültürel ve psikolojik sebeplerden dolayı Türkiye için çok önem arz ediyordu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bağımsız hale gelen on beş cumhuriyetin altısında halkın çoğunluğu Müslüman iken, halkların etnik kökenleri gereği beş cumhuriyet; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Türk ve Türk Cumhuriyetler olarak adlandırılmaktadır. Genel olarak 1990'larda Türkiye SSCB'nin ani çöküşünü beklemiyordu ve bu yüzden yeni şartlara hazır değildi. Fakat SSCB dağıldığı zaman Türk tarafı bu sonu ve Türk Cumhuriyetlerinin ortaya çıkışını memnuniyetle karşıladı. Anadolu Türkleri ile Türk Cumhuriyetlerinin halklarının aynı kökenden olması, kültürel ve dil bakımından bağların bulunması gerçeği Türkiye'nin reaksiyonu, Türk dış politikasının açmazları, Türkiye'nin SSCB'nin sona erişi ve Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsız aktörler olarak ortaya çıkmalarına coşkulu tepki vermesinde belirleyici roller oynadılar.

Her ne kadar Doğu-Batı çatışmasının sona ermesinden ve Batı'nın Türkiye'ye Sovyetler Birliğine karşı bir kale olarak ihtiyacı kalmamasından dolayı Türkiye'nin batı için önemi azalsa da, takip eden olaylar; II. Körfez Savaşı, Balkanlardaki etnik çatışmalar ve savaşlar ve Sovyetlerin dağılmasıyla Türk kökeni Cumhuriyetlerin bağımsız olmaları, Batı ve Amerika için Türkiye'nin halen önemli bir ortak olduğunu gösterdi. Özellikle Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsız birimler olarak ortaya çıkmalarından sonra, önceki iddialara zıt olarak, demir perdenin yok olmasıyla beraber Türkiye'nin öneminin arttığı ve bölgede Türkiye için yeni imkanların, fırsatların ortaya çıktığı ve Türkiye'nin önemli roller üstlenebileceği vurgulanmaya başlandı. Müslüman nüfusla cumhuriyetlerde İran modelinin eski komünist sistemin yerini alma tehlikesinden korkuluyordu. Bu bağlamda Türkiye'nin bölgede varlığı Batı ve Batı değerlerinin temsilcisi olarak algılandı. Körfez savaşında Türkiye'nin bölgedeki hassas konumunu ve oynadığı belirleyici rol görüldükten ve Orta Asya'daki hassa şartlar değerlendirildikten sonra bölgesel, politik istikrarı sağlamak İran'ın etkisini yaymasını, özellikle İran'ın fundamentalist İslam anlayışının bölgede ihracını önlemek için, Batı'nın gözünde Türkiye birden paha biçilemez bir ortak olarak algılanmaya başladı. Bu nedenle bir zamanların politik anlamda kenar ülkesi olan Türkiye, Sovyetlerin bölgeyi boşaltmasıyla kedisini Balkanlardan Kafkaslara Orta Asya'ya uzanan bölgenin merkezinde buldu. Bu Türkiye için Soğuk Savaş sonrası yeni ufuklar anlamına gelmekteydi. Sovyetlerin yıkılmasıyla bağımsız olan Müslüman nüfusa sahip Cumhuriyetler için Türkiye'nin yol gösterici bir rolü olacağı üzerinde durulmaya başlandı. Türkiye'nin yeni konumu "Türkiye kesin olarak yeniden oluşan dünyanın jeopolitik merkezindedir." diyerek değerlendirildi. Genelde Türkiye'nin önemli bir bölgesel güç olduğu vurgulanmaya başlandı. Özellikle batı basınında Türkiye ile ilgili mübalağalı iddialar ortaya atıldı. Soğuk Savaş sonrası dönemde, Türkiye bir taraftan anti-komünist kale olarak önemini kaybederken, diğer taraftan istikrarsızlıklara gibi bir bölgede Bata tarafından güvenilir bir ortak olarak değerlendirilmeye başlandı. Bu gelişmede özellikle Kafkaslardaki ve Orta Asya'daki cumhuriyetler ve bölgenin ekonomik, kültürel, jeopolitik şartları belirleyici rol oynadı. Bu dönemde ABD başta olmak üzere Batı'nın endişesi Kafkaslarda ve Orta Asya'da ne olacağıydı. Batılı politika yapıcılar, Sovyetler Birliği'nin dağılması ile Orta Asya'da bir güç boşluğunun oluştuğu ve bu boşluğun eğer Batı gerekli önlemleri almazsa İran tarafından desteklenen rakidal İslam tarafından durdurulma ihtimali olduğu endişesini duyuyorlardı. Bu nedenli ABD başta olmak üzere Batı "Türk Modeli"ni yeni bağımsız olan orta Asya Cumhuriyetleri'ne ve Azerbaycan'a takip edilmesi gereken bir model olarak ileri sürdü. Örneğin, Türk Başbakanı Süleyman Demirel ile Washington'da 13 Şubat 1992'de görüştükten sonra Başkan Bush Türkiye'yi Orta Asya tarafından örnek olarak alınabilecek demokratik, laik bir model olarak gösterdi. Benzeri bir açıklama Haziran 1992'de Avrupa konseyi Genel Sekreteri Bayan Catherine Lalumiere'den Orta Asya Cumhuriyetlerini ziyareti sırasında geldi. Lalumiere, Türkiye'nin yeni bağımsız olan birçok Asya ülkesi için geçerli bir model oluşturduğunu söyledi.

Batı'nın Tür modelini ileri sürmesi Türkiye'ye yeni araçlar, argümanlar sağlamış oldu. Bunun anlamı Soğuk Savaş sonrası Türkiye'nin bölgedeki stratejik konumunun teyit edilmesi demekti ve bu Türkiye'ye dünya politikası ve Batı için kendisinin hala önemli olduğunu iddia etme imkanını sağladı. Böylece Türkiye Batı'nın Türk modelini ileri sürmesinden mutluluk duydu.

Türk karar vericileri Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsızlıklarını memnuniyetle ve coşkuyla karşıladılar ve zamanın politikacılarının çoğunluğunun bu konudaki şevkleri arttı. Onlar artık sadece Türk dünyasını ileri sürebilmekle kalmayıp aynı zamanda bunu dünya medyasının onayı ile ve Pan-Türkist suçlamalar olmaksızın yapabiliyorlardı. Tür tarafı yeni argümanlar bularak Türk Cumhuriyetleri'ne yönelik Türkiye'nin politikasını formüle etmeye çalışırken, Batı'nın özellikle ABD'nin Türk modelini ortaya atması, Türk Hükümetine ve aslında Türk Cumhuriyetleri ile ilgilenmek isteyen herkese elverişli bir durum sağladı. Batının Türkiye'yi bir model olarak öne sürmesi, bölgeye yönelik Türk dış politikasına kapsamlı bir çerçeve bulma problemine çözümde getirmekteydi. İlişkiler Türk modeli şemsiyesi altında, suçlamalara maruz kalmadan rahatça yürütülebilirdi. Resmi politikasının hedefleri Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarına, güçlendirmelerine ve korumalarına yardım etmektir. Güneydoğudaki terörizm Kıbrıs sorunu ve Suriye ve lrak ile Dicle ve Fırat sularının bölüşümü sorunları da uluslararası ilişkilerde Türkiye'nin tabi müttefikleri olacağı varsayımı, beklentisi olduğu ve bu cumhuriyetlerin tam bağımsızlıklarını Türkiye'nin kendi ulusal çıkarına uygun gördüğü inkar edilemez.

Her ne kadar hemen Sovyetlerin dağılmasının akabinde Türk modeli formülü etrafında Batı ve Türkiye ortak politika üretmeye çalışsa da, Batı'nın bölgenin ekonomik, kültürel, politik, stratejik yapısıyla ilgili bilgisi zamanla arttı ve yeni gelişmeler oldu. Neticesinde ise Batı evvelki varsayımlarını, politikalarını gözden geçirdi ve Türk modeline desteğini tamamen sona erdirmese bile azalttı. Bu değişikliğin ardında da yine bazı nedenler vardı.

İlk olarak, bölgenin gerçek şartlarını anladıktan sonra Batı, her ne kadar İran'ın coğrafi sebeplerden dolayı bazı jeostratejik avantajları olsa da, önemli handikaplarının olduğunun da farkına vardı. Öncelikle İran İslami bir devlet olsa da, görüldü ki Batı'nın evvelki varsayımlarına zıt olarak İran'ın Orta Asya'da etkisi oldukça sınırlıydı. Bunu nedeni Sünni İslam ile Şii İslam arasıdaki ayrılıktı ve bu iki mezhep arasındaki birbirine karşı düşmanlığa varabilen soğukluktu. İran Şii bir devlet iken bölgedeki Cumhuriyetlerin nüfuslarının çoğunluğu Azerbaycan istisna olmak üzere Sünni'dir. İran'ın Azerbaycan'daki ektisi bile sınırlı olmuştu. Azeriler Türk kökenden gelmektedir ve İran'ın kuzey bölgelerinde 20 milyon civarında olduğu tahmin edilen etnik Azeri nüfus vardı. İran bu insanların Azerbaycan'a sempati duymalarından ve muhtemel birleşme taleplerinden korkmaktadır. Hatta bu yüzden düz bir mantıkla beklenenin tersine, Azerbaycan ve Ermeniler arasındaki savaşta İran, Müslüman nüfuslu Azerbaycan'ı değil Ermenistan'ı destekleyerek kedi ayakları üzerinde durabilen güçlü bir Azerbaycan görmek istemediğini ortaya koymuştur. Aslında Batının beklediği gibi ideoloji ihracı üzerine yoğunlaşmak yerine İran Batı tarafından yalnızlığı itilmiş bir ülke olarak muhtemel ekonomik işbirliği imkanları üzerinde duruldu. Bu yüzden İran'ın politikası maceracı olmak yerine akılcı ve gerçekçiydi. Bu nedenle Batının tür modelini desteklemesinin ardındaki temel neden yok olmuş oldu.

İkinci olarak, Sovyetlerin yıkılmasından sonra, Rusya'nın eski Sovyet topraklarını tamamen terk ettiği ve tekrar kontrol altına alma amacı olmadığı varsayıldı. Birçok analizi Sovyetlerin yıkılmasından sonra ortaya çıkan bir güç boşluğundan bahsetti. Fakat özellikle 1993'de Rusya Türk Cumhuriyetleri ile birçok anlaşma yaptı ve bölgedeki Rus üstleri tekrar açıldı. Bu Batı için çok kötü bir gelişme değildi. Çünkü Batı bölgede dört yerine tek nükleer devletle ilgilenmeyi tercih etti ve Batı Rusya'nın sağlayacağı istikrarı memnuniyetle karşılamaya hazırdı Bu nedenle Türkiye'nin beklentilerinin tersine sanki Rusya'nın eski Sovyet topraklarında söz sahibi olması meşru bir hakmış gibi Batı Rusya'nın yakın çevre politikasını uygulamaya koymasına müsaade etti. Batı'nın Rusya'nın Orta Asya'ya yönelik politikasını desteklemesi, Batı'nın Türk modeline desteğini negatif yönde etkileyen diğer bir sebep oldu. Yani güç boşluğu yoktu, istikrarsızlık yoktu. Rusya halen önemli bir ülke olarak bölgede idi ve Batı Rusya'yı tek nükleer güç olarak görmek istiyordu. Dolayısıyla Türk Modeline istikrar verici bir unsur alarak ihtiyaç kalmamıştı. Daha sonra Rusya bölgedeki etnik çatışmalar, terör olayları, Afganistan'daki istikrarsızlığın bölgeye tesiri gibi farklı nedenleri kullanarak bölgeye yerleşmeye Şangay Beşlisi kanalı ile de bölge ülkeleri üzerinde tesirli olmaya, onları yönlendirmeye çalışmaktadır.

Üçüncü olarak, bazı Türk politikacıların demeçleri Batının Pan-Türkizm hususunda tedirgin olmasına sebep olduğu ileri sürülebilir. Dolayısıyla Türk modelini daha fazla desteklemenin bu eğilimi güçlendirmesinde çekindikleri söylenebilir. Bu da Batının Türk modeline desteğini olumsuz yönde etkilemiştir.

Bu bağlamda Batı için "Türk Modeli" dış politika aracı idi ve Batı bu araca ihtiyacı olmadığını anladıktan sonra kullanmaktan vazgeçti ve Türk modeli çerçevesindeki işbirliği kayboldu. Bu gelişme, Türkiye'nin Batıya "Ben halen önemliyim" diye ileri sürebildiği bir aracın elden gitmesi olarak değerlendirilebilir. Fakat Türkiye açısında Türk Cumhuriyetleriyle ilişkiler Tür modelinden ibaret değildir ve Türkiye Türk Cumhuriyetlerle ilişkilerine önem verip geliştirme gayretindedir.

SSCB'nin dağılmasından sonra Türkiye aktif adımlar atmaya başladı ve Türk Cumhuriyetlerini dünyada ilk tanıyan ülke oldu. Her ne kadar Türkiye hiçbir devletle yarış içerisinde olmadığını bildirse de, İran'ın rejimini bölgeye ihraç etme ihtimali karşısında rahatsız olmakta, Batıya dönük bir ülke olarak, İran'ın bu amacına ulaşmasını önlemek istemekteydi. Türk işbirliği ve Kalkınma Ajansı Türkiye ile Türk Cumhuriyetlerin Cumhurbaşkanları arsandaki ilk zirve Ankara'da Ekim 1992'de yapıldı. 1993'de Azerbaycan'daki karışıklıklar yüzünden yapılamayan zirve istisna olmak üzere bu zirveler her yıl yapılmaktadır. Türkiye, kaynaklarının kısıtlı olmasına ve iç problemlerin rağmen,bu cumhuriyetlere kredi verdi, Telekomünikasyonlarını modernize etmeleri için yardım etti ve ekonomik reformlar için teşvik ve yardım etti. Türk müteahhitlere Bağımsız Devletler Topluluğunun diğer ülkeler ile beraber Türk Cumhuriyetlerinde iş almaya başladı. Fakat en önemli gelişmeler kültürel ilişkiler alanında oldu. Türkiye,1992 yılında 6729 Türk öğrenciyi kabul etti ve eğitim alanındaki işbirliği programı halen devam etmektedir. Bu öğrenciler Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri'nin gelecekteki ilişkileri için bir köprü olarak kabul edilmektedir. "Avrasya TV"(şimdiki adıyla "Türk TV") Türk Cumhuriyetleri'ne yayın yapmaya başladı, bunu Türkiye kökenli özel televizyonlar izledi. Dini bilgi öğrenimi alanında da Türkiye aktif adımlar attı ve kendisinin ılımlı İslam modelini bu bölgede hakim kılmayı amaç edindi. Türk Diyanet İşleri Başkanlığı Türk Cumhuriyetleri'ne kitap ve imam gönderdi. Türk Cumhuriyetlerinden öğrenciler Türkiye'ye dini eğitim almak için getirildi, cami yapım ve tamir projeleri gerçekleştirildi ve bölge ülkeleri de ilahiyat fakülteleri açıldı. Devletin dışındı Türk özel sektörü eğitim sektöründe aktif oldu. Diğer bir konu Latin alfabesinin Türk Cumhuriyetleri tarafında kabul edilmesidir. Türkiye, Latin alfabesinin kabul edilmesinin dünya ile entegre olabilmek ve ilişkilerimiz geliştirebilmek için çok gerekli olduğunu savundu, telkin etti. Diğer taraftan İran, Arap alfabesini savundu ve bu teklif hiç bir Türk Cumhuriyeti tarafından kabul edilmezken Tacikistan bu teklifi 1992'de memnuniyetle kabul etti.

Bunlara rağmen Türkiye Cumhuriyeti, Türk dünyası ile ciddi anlamda enformasyon sıkıntısı içindeydi. Bu alemle ilgili çalışmalar birbirleri ile gerçek bağlantısı olmayan üç ayrı zeminde gelişmektedir. Bunlardan birincisi Dışişleri Bakanlığının yurtdışındaki temsilciliklerdir. Diğeri ise tarihçi, dilci ve edebiyatçılardan oluşan Türk Türkologlarıdır. Üçüncüsü ile bavul ticareti, küçük esnaf ve özel okullardır. Bunlardan birincinin haber kanalları sadece resim ihtiyacı karşılamaktadır. İkincinin kanalları mahdut bilim çevresine hitap etmektedir. Üçüncünün kanalı ise, sözlü iletişim ile sınırlıdır.

Bu itibarla Türk dünyasındaki fikri, siyasi ve kültürel kesimlerin dünyaya bakışlarını Türklük anlayışlarını, potansiyellerini, mücadele yöntemlerini, kadrolarını, yayın organlarına, iltisaklarını bilmek gelişme ve değişmeleri takip edebilmek zarureti vardır Bunu tam manasıyla yapıldığı söylenemez. Günümüzde klâsik diplomasi sınırları zorlanmış, yeni diplomat tipi kültürel diplomasiyi de kapsamına almıştır.

Günümüzde kültür sektörünü, ekonomik ve enerji sektöründen ayrı düşünebilmek hiç de mümkün değildi. Yeni emperyalizmin adı olan küreselleşme, bazen kültür öncelikli bazen de kültürle beraber baskıcı prensiplerini getirmektedir.

SSCB dağılmadan önce, Türkiye'de bu coğrafyaya bakan uzmanların, bilgi birikimi, perspektifleri ve fikri üretimleri, SSCB dağıldıktan sonra karşılaşılan tabloyu irdelemeye, yorumlamaya ve sonuçlar çıkarmaya yetmemiştir. SSCB dağıldıktan sonra gerek bağımsızlığına yeni kavuşan Türk aleminin büyük bir kısmı ve gerekse Rusya Federasyonu kapsamında kalan kesime yönelik üretilen fikir ve projeler büyük çoğunlukları ile sosyal bilimlerin, edebiyat, dil ve tarih gibi klasik Türkoloji'nin alt dallarında kalmıştır.

Uzun yıllar boyunca, yasaklandığı, ödenek olmadığı, mevzuat müsait olmadığı, kurumsallaşılmadığı gibi gerekçelerle eğilinemeyen Dünya Türklüğü, 1991 yılından itibaren bu engeller izole edilmiş olmasına rağmen bu sahada alınan hasıla ihtiyaç duyulan ile kıyas kabul edilemeyecek durumdadır.

Sovyetler Birliği'nin dağılması itibariyle, kadro, kurum ve belirlenmiş milli hedefler itibariyle yetersiz bulunuşumuz, dağılmanın sürpriz oluşu ve izah edilmekte ve hazırlıksızlığımız bu sürprize bağlanmaktadır. Geçen 10 yılın (1991-2001) değerlendirilmesi yapılırken gelecek 10 yıl veya 20 yıl içerisinde Çin Halk Cumhuriyeti ve İran İslam Devleti'nin de SSCB benzeri sancılar içinde oldukları bir gerçektir Bir diğer gerçek ise Rusya Federasyonu Slav Milliyetçiliği merkezli yeni toparlanma dönemine girmiş, Putin, Çarlık ve Sovyet dönemlerinde sonra Rusluk için yeni bir dönem başlatmıştır.

Son 10 yılın değerlendirilmesinde beklenilen hasılanın alınmasını olumsuz etkileyen faktörlerden birisi de bu amaca yönelik politikaların tek elden yürütülmekte oluşudur. Koordinatör bir merkez olmayışı , sadece başarısızlığa yol açmakla kalmamış, kaynak israfına, uygulamalar arasındaki çelişkiye, zaman zayiine de sebep olmuştur. Gelişmeler öylesi olumsuz ve süratle ilerlemiş ki, yarar sağlaması gereken girişim ve yatırımlar zararımıza da olabilmiştir.

Türkiye ile ilgili olarak, "Türkiye Cumhuriyeti dış Türkler politikasına mecburdur. Türkiye Cumhuriyeti laikliği benimsediği için İslam aleminde, İslam olduğu için de AB'de yeri yoktur. Tek seçeneği dünya Türklüğüne yönelmektir."Türkiye Cumhuriyeti Batının ve bilhassa ABD'nin sistem ve düşünce normlarının taşeronluğunu yapmaktadır. Batı, Türkiye üzerinde Türkistan'a girmektedir. Türkiye Cumhuriyeti milli ve samimi değildir." Bu durum Türkiye hakkında yanlış yorumlara sebep olabilmektedir.

Türk dünyası ve içinde bulunduğu coğrafya ile ilgili yapılan sempozyum, kurultay ve kongre türü faaliyetlerde amaç ile araç yer değiştirmiştir; Örneğin alfabe birliği, tarih birliği ve benzeri gibi alanlarda yapılan toplu kültürel faaliyetlerin sayıları artmış ancak zihniyetlerde bir değişiklik olmamış ve beklenilen derecede olmamıştır. Alınan kararlar politikaya dönüşmemiş, Türk dünyasının ortak politikalarına yansımamıştır.

Kurultay adı altında yapılan ve her yıl tekraralanan bazı etkinliklerin mahiyetleri aradan geçen 8-10 yıla rağmen maalesef hala netleşmemiştir. Bu tür faaliyetler biraz moral, biraz propaganda, biraz şahsi tatmin, biraz dertleşme, biraz gövde gösterisi olma şeklinde varlıklarını sürdürmektedir.

Türk dünyasına yönelik çok ciddi projeler yapılıp, 10.000 öğrenci getirilmesi, Ahmet Yasevi adı altında Türk dünyasında bir nesil yetiştirip, Türklüğün gelecekteki ekonomik, siyasi, eğitsel, kültürel, diplomatik, teknolojik vs. misyonunu geleceğin bu misyonerlerinden beklenilmesi gibi, bu tür büyük ufuklu projeler yeterli alt yapı oluşturmadan, gerekli mevzuat hazırlanmadan, taraf ülkelerin sosyal psikolojileri incelenmeden, uzun vadeli finans kaynaklarının temini planlanmadan başlatıldıkları için, beklenilen hasıla alınamadığı gibi alınması tasarlanan mesafe bazen de ters işlemektedir. Bu tür büyük hedeflerin kısa zamanda sonuç vermesi beklenemez.

"Avrasya" ve "Avrasyacılık" adına Türkiye'de yürütülen faaliyetler amaç, sonuç ilişkileri itibari ile tekrar gözden geçirilmelidir. Batı'da ve Doğu'da ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda farklı taraflar bu tanıma değişik coğrafi anlamlar yüklemektedir. Kafkasya itibari ile Avrasya ve Kafkasya'da barışın sağlanılmasına yönelik formüllerde insiyatif giderek Ermenilerin eline geçmektedir. Ermeniler diaspora ve lobileri ile Avrasya ve ABD'deki güçleri ellerine almış görünüyorlar. Ermeniler bu potansiyelleri ile Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği'ne girmesini engellemeye çalışırken, Azerbaycan'a ABD ambargosunun konulmasını da sağlamıştır. Ermenistan Güney Kafkasya'da Azerbaycan ve Karabağ Türk topraklarının işgal ederek 1.200.000 Türk'ün yurdundan edilmesine sebep olmakla kalmamış halen Doğu Anadolu İçin "Batı Ermenistan" tabirini Ermenistan'ın kuruluş belgesine geçirmiştir. Ermenistan Aydını Nahçivan'ın statüsünü uluslararası zemine taşımaya hazırlanmaktadır. Bu münasebetle Nahçivan ile Azerbaycan arasında oluşturulacak bir koridora karşılık Kuzey Nahçıvan topraklarının Ermenistan'a bırakılması tasarlanmaktadır. Böylesi bir gelişmenin resmileşmesi halinde Türkiye'nin Nahçivan üzerindeki garantörlüğünü tespit eden anlaşma yürürlükten kalkmış olacaktır. Ayrıca Kuzey Nahçivan'ın Ermenistan'a bırakılması demek Türkiye-Nahçivan bağlantısının kesilmesine yol açmakla kalmayacak, Ermenilerle masaya oturulduğu için Ermenilerin gasbettikleri Azeri toprakları meşrulaştırılmış olacaktır.

Ermenistan, büyük ölçüde Avrupa ve Amerika'nın anladığı anlamda Avrasya'da uluslararası siyaset bakımından Türkiye Cumhuriyeti'nden şanslıdır. Türk dünyası geneli itibariyle meseleye bakılınca, Kırgızistan gibi Cumhuriyetlerin Devlet Başkanları'nın jenosit konusunda son yaptıkları açıklamalar itibariyle Türkiye Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin dışında olanları Ermeni konusunda arkasına alamamıştır.

Kuzey Kafkasya'nın geleceğine yönelik muhtelif senaryolar üretilmektedir. Bunlar Kuzey Kafkasya İslam halkının bir payda altında toparlama, Kuzey Kafkasya haklarına, Türk ve Adler soylular olarak iki ayrı yapılanmaya götürmektir. Bu tür arayışlar daha ziyade Rusya Federasyonunun Kafkasya'dan çekileceği varsayımı üzerine inşa ediliyordu. Rusya'nın kalıcılığı kesinleşmeye yüz tutunca yeni tercihlerin mahiyetleri de farklılaştı. Rusya Federasyonu, geliştirilen "Yakın Çevre" politikasıyla Güney Kafkasya ülkeleri ile yakından ilgilenmeye başladı.

Eğitim-Kültür politikalarına gelince; "Türk Dünyası Rektörler Birliği "gibi üst seviyede kurumlaşmaya gidilmiş, "Kırgız-Türk Manas Üniversitesi"."Kazak-Türk Ahmet Yesevi Üniversitesi" gibi yapılanmalar geliştirilmiştir. Bu tür üniversitelerden sonradan kurulanlar zamanla, tasarlanan amaç doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu üniversitelerden diğer Türk Cumhuriyetlerinin beklentileri ile Türkiye Cumhuriyeti'nin bazı kesimlerin umdukları gibi "Türklüğün yükselmesi için üniversitelerin bir araç olarak hizmet vermesi", kaygısını duyanlar az olmuştur. Her iki kesim arasındaki arayış ve amaç farklılığının temelinde yakın geçmişin tarihi seyrinin de doğal etkisi vardır.

Türkiye'nin hedef-hasıla ilişkileri itibariyle sık ve yakından mercek altına alınması gereken projelerden birisi de Türk Dünyası ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki Yüksek Öğretim Öğrenci Mübadelesi Projesidir. Bu alanda alınan ve alınması gereken mesafe yeterli olmamıştır. Türk Cumhuriyetleri'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne gönderilen öğrenciler ülkelerine göre değişmekle beraber öğrenci gönderimi bazen hemen veya zamanla kesilmiş, bazen kız öğrenci gönderilmesinden vazgeçilmiş ve çok kere öğrenciler mezuniyetlerinden sonra ciddi sorunlarla karşılaşmışlardır. Türkiye ile Türk dünyası arasında daha ziyade Türk aleminin ortak geleceğini tayin edecek her meslekten donanımlı gençler yetiştirme amacı, vakıf üniversiteleri de daha realist bir çizgi izlemiştir.

TRT, özellikle Türkiye'nin artan uydu sayısı döneminden sonra, Türkiye ile Türk Dünyasının şair kesimleri arasında televizyon ve radyo yayınları ile kültürel köprü fonksiyonu itibariyle önemli bir hizmet vermektedir. Görüntülü yayıncılık alanında özel Türk TV kanalları da Türk Dünyasına yönelik yayın hizmetlerinde alanları ve mesajları farlılıklar içermiş olsa da kültür misyonerliği itibariyle yararlı olmaktadırlar.

Yapılan TV programları itibariyle hitap edilen kitlenin bu yayınlardan beklentileri farklılıklar arz etmiş, döneme ve ülkeye göre beklentiler değişebilmiştir. Türklüğe yönelik yanın içeriğinden farklı olarak, Türkiye ile bu ülkeler arasındaki yayıncılıktan bu ülkelerin bekledikleri ekonomik çıkarlara endekslenmiştir. Faaliyet sürecinin fazla uzun olmadığı da düşünülünce bu sahada alınan hasılanın az olmadığı ortaya çıkmaktadır. Türkiye Türklüğünün tanıtılması, Türkiye Türkçe'sinin anlaşılır hale gelebilmesi gibi hususlar itibariyle bilhassa TV yayıncılığı etkisini göstermeye başlamıştır. İşlenilecek temaları, ulaştırılacak mesajlar ve oluşturulması arzulanan zihniyetin sağlanabilmesi için daha yoğun çalışmalara ihtiyaç vardır. Yayıncılık felsefesi itibari ile her ülke ve seyirci kesimleri, döneme göre değişen faktörler de dikkate alınarak sürekli teste tabi tutulabilmelidir.

Dünyanın "medeniyetler çatışması", "küreselleşme", "globalleşme", "Avrasya" türü arayışlar yaşadığı günümüzde, siyasi politikayı akademik zeminde araşırın Türk aydını ile bu arayışı diplomatik zeminde arayan Türk kadronun düşünceleri çok farlıdır. Üretilen fikirlerin üretim ihtiyacı duyulan alanlara yönlendirilmesi henüz gereken düzeyde değildir.

Günümüzde oluşan yapılanma; Türk Alfabe Birliği, Ortak Türk Dili, Ortak Türk Tarihi, Ortak Türk Edebiyatı, Türk Destanlar, Türk Dünyası Ortaokul Kitapları gibi alanlarda bir seri projeler ortaya koymuş, bu projeler seminer, kongre, kurultay gibi faaliyet zeminleri de gerçekleştirilmiş, araştırmalar yayına dönüşmüştür. Bu arayış sinema, tiyatro, resim, musiki gibi alanlarda yankı bulmaya başlamıştır. Bütün bu etkinliklerin finansmanını % 90-95 civarında Türkiye Cumhuriyeti karşılamıştır. Bu arayış Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı gibi kurumlarda da siyasi iktidarlarla ve ilgili, bürokratlara göre yankı bulmuş, bu yankılanma en az Dışişleri Bakanlığında iz bırakabilmiştir.

1998-2000 tarihleri arasında Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan'da yapılan ve davetliler arasında Türk dünyasının stratejistleri, teorisyenleri ve kültür mühendislerini de alan toplu kültürel faaliyetlerinin ortak adı "Türk Medeniyetinin Dünü Bugünü Yarını" idi. Uluğ Türkistan Türk devletlerinden Özbekistan'ı bu arayış içerisinde doğrudan görmek kolay olmamakla beraber, tamamen dışında olduğunu söylemek de kolay değildir. Almatı, Bişkek, Aşkabat'da üstlenen bu karargah Rusya Federasyonu Türk aydınlarına da büyük bölgede açık olmaktadır. Faaliyetin Doğu Türklüğünce üstlenilmiş olması Rusya Federasyonu Türklüğü itibariyle de önem arz etmektedir.

Çağdaş dünya değerlerini Türk Cumhuriyetleri'ne taşımayı, Türkiye modelini ulaştırmayı kültürel hedefleri arasında olan Türkiye Cumhuriyet; Avrupa ile Ulu Türkistan arasında kurmayı hedeflediği köprüde de yeteri kadar başarılı olamamıştır. Avrupa bu coğrafya ya Türkiye Cumhuriyet'siz girmiş veya bu ülkeler Türkiye Cumhuriyetsiz AB'nin kapılarına ulaşmıştır. TACIS, İNOGATE, TRACECA'nın projeleri Avrupa İmar ve Kalkınma Bankasında karşılanmaktadır. TACIS programı, AB'nın BDT Cumhuriyetleri ve Moğolistan'ı kapsamıştır. Bu projenin amacı adı geçen ülkeleri AB, anılan ülkelere piyasa ekonomisine geçme ve demokratik sistemin benimsenmesi için karşılıksız yardım sağlamaktadır. TRACECA, Avrupa-Kafkasya-Asya ulaşım koridorunu oluşturımaktadır. Avrupa'dan başlayıp Kafkasya ve Hazar Denizi ile Orta Asya'ya ulaşmaktadır. 1993 yılında Brüksel'de AB ile Kazakistan,Azerbaycan,Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Gürcistan ve Ermenistan arasında imzalanan Avrasya koridoru Anlaşması ile hayat bulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlığını elde etmiş Türk devletleri ile bile gerekli stratejik bağlantıları kuramamıştır. Türkiye Cumhuriyeti imkanlarının Orhun Abideleri, Manas Destanı, Dede Korkut, Alfabe Birliği, TV yayınları gibi kültürel uzun vadeli yatırımları kullanırken, kültüre de altyapı oluşturacak ekonomik-siyasi-stratejik alanları büyük ölçüde ihmal etmiştir. Türkiye "İpek yolu kervansarayları","İpek yolu kültürel Hayatı" gibi alanlarla uğraşırken İpek yolu enerji ve kara ulaşım bağlantısının dışında kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Afganistan Türk bölgesi ile Türkmenistan Türk bölgesi arasındaki 25 km'lik elektrik enerji hattını ve karayol bağlantısını kurarak iki Türk kesiminin ilişkisini dahi sağlayamamıştır.

Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, Azerbaycan ayrı ayrı da AB imkânlarından yaralanmak üzere bağlantılar kurmuşlardır. Böylece doğuyu batıya bağlayan tarihi İpek Yolu Projesi Ermenistan'lı fakat Türkiye'siz güzergahla gerçekleştirilmiştir.

Orta Asya'da altyapının tamamlanmasına AB'nin dışında BM'de destek vermektedir. ALTID (Asya Karayolu Altyapısı Geliştirme Programı) ile Asya'nın kuzeyi ile güneyi demir ve karayolu ile bağlanacaktır. AB'nın INOGATE programı ise Türk Cumhuriyetleri'nin enerji kaynaklarını Batı Avrupa ülkelerine taşıma, potansiyel enerji kaynaklarını değerlendirme, arama faaliyetlerinde bulunma amacını taşımaktadır. Bu programa katılan ülkeler Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan,Türkmenistan, Azerbaycan, Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya,Romanya, Bulgaristan, Moldova ve Ermenistan'dır. Ermenistan sadece Türk dünyası arasındaki çoğrafi birliği kesmekle kalmayıp, genel ulaşım, enerji ve ekonomik birliği de kesmiştir.

Bu bağlamda Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasındaki ilişkileri, gerçekçi ve romantik olarak ikiye ayırmak gerekir. Türkiye'nin bu ülkelerle gerçekçi politikalara dayanan ilişkiler kurmasına yönelik hareketin önünde duran en biricil engel Türk toplumunun resmi ve sivil alanda Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinin gerçekleri konusunda fazla bilgi sahibi olmamasıdır. 1991-2001 dönemi sonunda, bu konu Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerin yeterince geliştirilmemesinin öncelikli sebebi olarak Türk resmi makamlarınca da kabul edilmeş bir gerçektir. Aynı zamanda Türkiye'de resmi çevrelerde son yıllarda kabul edilmiş bir diğer gerçek de Türkiye'nin Türk Cumhuriyetleri'yle olan ilişkilerini "romantik çerçeveden çıkarıp, realist bir zemine oturtma" konusudur.

Türklerin İslamiyeti kabul tarihi düşünmek, Türk dilinin lehçelere ve diyalektlere bölünüşünün asırlar süren evrim sürecini araştırmak, Türk ırkının fizyolojik farklılıklarını gözönüne getirmek ve bütün bu çeşitliliğin arasında belli ortak noktaların olduğu inancıyla 21. yüzyılın eşiğinde bir araya gelebilme ihtimalini telaffuz etmek Türkiye ve Türk dünyası ortak noktalarının sahip olduğu potansiyelin büyüklüğünü gösterir.

Türkiye cihetinden olaya bakılacak olursa, halkların kucaklaşması her iki tarafın bütün gerçekleri ve ayrılıklarıyla vuku bulmuştur. Türk Cumhuriyetler ile bağlantı kurmaya çalışan bireyler, gruplar ve resmi kurumlar sadece hayal uğruna değil ve fakat ekonomik kazanç ihtimalini geliştirmek gayesiyle harekete geçmişlerdir. Ancak bu yakınlaşma ve gelişmeler başka güç odakları tarfından engellenmeye çalışılmıştır.

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsız olmasından bu yana geçen 10 sene zarfında Türkiye'nin ve dünyanı bu bölgelere yönelik politikasında önce büyük heyecanlara mâl olan ümitler fırtınası ve ardında fırtına sonrası sessizlikle gelen durulma ve normal ilişkilerin rayına oturması tecrübeleri yaşandı. Türkiye'nin Orta Asya ve Kafkaslara yönelik rüyası ve Türkleri o bölgelerde yaşayan ve Türklerce kardeş olarak görülen millet ve toplulukların gerçekleri yıllar ilerledikçe daha da belirginleşti. Sovyetler Birliği'nin dağılması akabinde, Türkiye'nin doğusunda birden bire varoluveren Türki halklar ve milletlerin muhtemel potansiyeli 1990'ların başlangıcında hem Türkiye içinde ve hem de özellikle batı dünyasında yeni dünya düzenindeki dengelerin ne tarafa koyacağı konusunda çeşitli spekülasyonlara sebep oldu. Sovyetlerin dağılmasıyla gerçekleşen bağısızlık Türkiye'nin doğusundaki Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye'nin başlattığı ilişkiler birçoklarınca yeni bir dönemin başlangıcı olarak görüldü ve gösterildi. Gerçekten de Türkiye'deki hükümet çevrelerinin Orta Asya'ya ilgisi geçici bir süre için de olsa değişti. Türkiye ve Türk Cumhuriyetlerinin arasına giren engel olarak suçladığımız 70 yıllık Sovyet devri öncesinde hiçbir asırda özellikle Türkiye ile Orta Asya bölgesinin Türki halk ve toplumları arasında son 10 yılda yaşadığımız derecede sıkı münasebet tesis edilmemişti. Orta Asya'nın ve Kafkasları, Türki Cumhuriyetlerini ilk tanıyan ülke Türkiye Cumhuriyet oldu. Türkiye'nin diplomatik temsilcileri de bu ülkelerin uluslararası arenaya çıkışlarındaki ilk yardımcıları olmaya çalıştı. Orta Asya Türk Cumhuriytlerin uluslararası organizasyonlara katılmalarında da Türkiye'nin payı vardır. Türkiye'de ve Orta Asya'da yüksek düzey bütün liderler karşılıklı resmi ziyaretlerle, diğerinin ülkesindeki tecrübesinden faydalandılar. Türkiye ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasıdaki resmi ilişkilerin çerçevesi gitgide genişletildi. Taraflar arasında resmi bağlantılar ulaşım, iletişim, eğitim, ilim, kültür, turizm, bankacılık, spor ve hatta dini konular kapsayacak boyutlara erişti. 1992'den sonraki 5-6 yıl içerisinde Türkiye ve Orta Asya Cumhuriyetler arasında onlarca anlaşma ile yüzlerce potokele imzalar atılarak ilişkilerin resmileştirilmesine çalışıldı. Türkiye ve Türki Cumhuriyetlere ve Topluluklar arasında 1996'ya kadar 472 ikili ve 43 çok taraflı anlaşma imzalanmıştır.

Türkiye ile bağımsız Türk Cumhuriyetleri ve Türk topluluklarına yönelik münasebetti idare etme işinden sorumlu bir devlet bakanlığı kuruldu. Türkiye Orta Asya ülkelerinin acil ihtiyacı olan kadro yetiştirme gereksiniminde yardımcı olmaya çalışarak Türki Cumhuriyetlerin gerçekteki hükümet şekillenmesinde önemli rol oynayacak diplomatlarına, Türki Cumhuriyetlerin idarecilerine ve hatta çeşitli firma ve kuruluşların yöneticilerine Batı'ya yönelik dünyanın kural ve prensiplerini öğretmek babından çok çeşitli ve değişik kurslar düzenlemeye girişti. Türki Cumhuriyetlerin gelecekteki sahiplerinin eğitim ve meslek imkanlarını geliştirmeleri açısından ve bu bölgelerin gelecekteki nüfusunun Türkiye'ye yakın olmaları açısından önemli potansiyele sahip gençliğin Türkiye eğitim kurumlarında okumalarına yönelik cesaretli adımlar atıldı. İlk etapta bütün Türki Cumhuriyetlerden 10.000 öğrencinin Türkiye'de Türk devletinin desteğiyle yüksek öğretim imkanı verilmesi kararına varıldı ve bu karar akabinde pratiğe geçirildi. Türkiye, Türk Cumhuriyet ve topluluklarından gelip Türkiye'de okuyacak öğrencilere 2000 yılı itibarıye 29.000 üniversite öğrenci kontenjanı ayırmış olup, bunun ancak 19.000'i kullanılmıştır. Türk Milli Eğitim Bakanlığının girişimiyle ve Türk Dünyası Araştırma Vakfı ve özel girişimlerle Türki Cumhuriyetlerde dokuz üniversite ve 140 özel okul açılmıştar.

Orta Asya ve Kafkaslar bölgesindeki Türk Cumhuriyetleri'ne yönelik Türk resmi devlet politikasının ilgili bakanlığın 2000'den sonraki dönem gündeminde Türk dünyasına yönelik kurulması planlanan kurumlar şunlardır; Ekonomik Bilgi Merkezi, Uluslararası Yatırım Kredi ve Garanti Kurumu, Avrasya Sigorta Birliği, Türk Dünyası Tahkim Kurulu,Bakanlık koordinasyonunda ODTÜ Hazar petrolleri stratejik Araştrımalar Merkezi Kurulma projesi, Uluslararası Pazarlama ve İhracatı Geliştirme Sektör Analiz Çalışması,Türk Cumhuriyetleri İşadamları Kurultayı'na devam kararı, Uluslarasarı Finans Kuruluşları ile temasa geçirilerek işbirliği imkanlarını araştırılması,Bölgesel Ekonomik Entegrasyonlarla münasebetlerini derinleştirilmesi Türkiye'nin ülkelerle bireysel ilişkilerinde: Kazakistan'da El Halıcılığının Gelişmesi,Ahmet Yesevi Türbesinin festorasyon projesi, Korkut Ata Devlet üniversitesine destek, Kazakisan -Türkiye işadamları Derneğine destekten oluşmaktadır. Türkiye'nin ilgili bakanlık nezdinde Kırgızistan'da yürüttüğü faaliyetler olarak Kırgızistan'ın güney ve kuzey bölgelerini birleştirecek Karayolları Master Planının hazırlanması, Kırgızistan'ın Cumhurbaşkanı Asker Akayev'in albümünün basılması, Kırgızistan'da Tütün Kalitesinin İyileştirilmesine yönelik destekten ibarettir. Özbekistan ile Türkiye arasında ilgili bakanlık bünyesinda yürütülen münasebetler kapsamında Özbek tarım heyetini incelemi gezisi maksadıyla yaptığı Türkiye gezisinin finansal olarak Türkiye tarafından desteklenmesi ve tarım işbirliği projesi, Özbek KOBİ Heyetinin Kırgızistan'da Türkiye tarafından geliştirilmeye çalışılan Bişkek KOBİ girişimini ziyareti, Taşkent Devlet Üniversitesi Şarkşinastlık Erstitüsüne yardım ve tıp alanında uzmanlık eğitim çalışmaları vardır. İlave olarak Orta Asya va Kafkasya'daki ilgili Cumhuriyetlerden istatistiki bilgi toplama araştırmaları, bankacılık ve merkez bankacılığı alanında işbirliği, kamu yöneticiliği uzmanlık proğramı, yabancı genç diplomatlara mesleki eğitim kursu, Avrasya televizyon yayınlarının tekrardan düzenlenmesi gibi çok vakit alan ve getirisi yüksek olmamakla birlikte Türkiye açısından finansal harcamaları gerektiren bir dolu proje, kurs, araştırma, toplantı, konferans ve resmi ziyaretler vardır.

Türkiye'nin bağımsız Türk Cumhuriyetleriyle on yıl önce büyük ümit ve vaadlerle başlattığı ilişkilerin gerçek boyutları Başbakanlığa bağlı Dış Ticaret Müsteşarlığı'nın verilerine göre hiç de önemli ve verimli sonuçlara ulaşmamıştır. Türkiye'nin Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan'la olan ihracat hacmi, 1998 yılında toplam 835 milyon dolar 1999 yılında 574 milyar dolar, 1999 ve 2000, Ocak-Kasım dönemlerinde sırasıyla 519 ve 514 milyon dolar olarak ifade edilmiştir. Türkiye'nin ihracat rakamı l996 yılında Batı Avrupa ülkeleriyle 12,09 milyar dolar iken bu ilişki 1999 itibariyle 15,27 milyar dolardır. Yine bu verilere göre Türkiye'nin Kazakistan'a yaptığı ihracat 1998 yılında 214 milyon dolar iken 1999-2000 Ocak-Kasım döneminde sırasıyla 90 ve 106 milyon dolara gerilemiştir. 1990-1992 döneminde sadece Türkmenistan'la eğitim, kültür, spor, sağlık, ilim, iletişim, ekonomik ve ticari işbirliği konularında 21 anlaşma ve protokole imza attı. Türkiye1998 senesinde Türkmenistan'a 96 milyon dolar 1999-2000 Ocak-Kasım döneminde 97 ve 110 milyon dolar ihracat gerçekleştirmiştir. Türkiye'nin Özbekistan'a ihracatı 1998'de 156 milyon dolar ve 1999-2000 Ocak-Kasım döneminde 43 ve 80 milyon dolar seviyesine gerilemiştir.

Bölgede Azerbaycan ve Kazakistan petrol, Türkmenistan ise doğal gaz açısından önemli rezervlere sahiptir Hazar Bölgesinin 670 milyar varil petrol rezervi bulunan Basra Körfezi de sonra ikinci sırada olduğu kabul ediliyor. Hazar ve Kafkaslar bölgesinde kanıtlanmış 40 milyar varil, toplam 200 milyar varil petrol rezervi ve kanıtlanmış 9 trilyon m3, toplam 17 m3 doğal gaz rezervi olduğu tahmin edilmektedir. Hazar Denizi'nin Kazakistan sınırı yakınlarında Kaşhagan bölgesinde yeni petrol kaynaklarının bulunması bölgedeki tansiyonu biraz daha yükseltti. Kaşhagan'daki rezerv, Kazakistan'ın en büyük petrol üretim sahası Tengız'ın altı katı büyüklüğündedir. Bu rezervler toplam dünya rezerlerinin % 4'ünü oluşturmaktadır. Petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünya pazarlarına sunumu konusunda Rusya, Türkiye ve İran olmak üzere üç alternatif bulunmaktadır.

Halen, Azerbaycan, Bakü erken petrolü Gürcistan Supsa ve Rusya Novorossisk hattı ile , Kazakistan Tengız petrolü ise yine Rusya Novorossisk üzerinden dünya pazarlarına açılmaktadır. Türkmenistan doğal gazı ise Hazar denizi, Azerbaycan, Gürcistan üzerinden Türkiye'ye gelecektir Ancak esas önemli olan Bakü petrollerinin izleyeceği hattır. Bu hat için erken petrolün taşınmasında kullanılan iki mevcut hat ile Bakü-Ceyhan hattı alternatiflerdir. Bakü-Ceyhan hattının tercih edilmemesi halinde bölgedeki tüm petrol Rusya ve Afganistan üzerinden dünya pazarlarına açılmış olacaktır.

Bakü petrollerini işletecek olan konsorsiyum başlangıçta, Bakü-Ceyhan hattının pahalı bulmuştur. Ancak, İstanbul protokolü sonrasında hattın inşaatını üstlenen Botaş'ın kendi hesapladığı 2,4 milyar dolarlık maliyetin aşılması halinde bunu karşılama garantisi vermesi ve taşıma maliyeti olarak varil başına 2,58 dolar talep etmesi ile bu ilk engel önemli ölçüde aşılmıştır. Petrol fiyatlarında önemli dalgalanmalar ve belirsizliklerin yaşandığı bir dönemde Bakü petrollerinin de dünya piyasalarına arz edilmesi halinde dünya petrol fiyatlarında yaşanacak gelişmeler kestirilememektedir. Bu belirsizlik de Bakü-Ceyhan hattının inşasının sürekli ertelenmesine yol açmaktadır.

Rusya bölgedeki enerjiyi kontrol etmek isterken, Türkiye'yi de kendisine bağlamayı becermiş görünmektedir. Türkiye doğal gaz ihtiyacı sebebiyle, Rusya'nın eline bakar duruma gelmiş, halen Rusya'dan Ukrayna, Moldova, Romanya, Bulgaristan üzerinden 6 milyar m3 gaz alınmakta iken bu miktar 14 milyar m3'e çıkarılmıştır. Mavi Akım projesi ile de 16 milyar m3 doğal gaz alınması planlanmaktadır. 2006 yılında kadar toplam 30 milyar m3 doğal gazın da İran'dan alınmasıyla Türkiye'nin özellikle Rusya'nın elinde rehin haline gelmesi anlamına gelmektedir.

İsrail teklif ettiği Trans-Hazar yoluyla Türkmenistan doğal gazının Türkiye'ye transferi projesinin önündeki en büyük engel, Hazar'daki "Azeri" ve "Çırağ" petrol yatakları üzerindeki tartışmalardır. İsrail'in Hazar konusunda da Türkiye'yi ikna ettiği ve etkilediği gözleniyor. Türkiye'de bu bağlamda Azerbaycan'ı ikna etmeye çalışıyor. "Tek millet, İki devlet" olarak formüle edilen yakınlık, Ağustos 2001'de Türkiye Genelkurmay Başkanı'nın Bakü'yü ziyareti ve Türk Hava Kuvvetlerinin Bakü semalarındaki gösterisiyle taçlandı. Türk yıldızlarını hava gösterisi, Türkiye'nin İran ve Ermenistan'a karşı Azerbaycan'a gösterdiği en açık destek olarak algılanmalıdır.

Türkiye'nin Orta Asya ve Kafkaslar'a yönelik stratejisi boru hatlarına ve kendi enerji ihtiyacına odaklanmıştır. Dolayısıyla, bölgedeki uzun vadeli politikalar hep gözardı edilmektedir. Azeri ve Kazak petrollerini kendi limanlarına akıtmak isteyen Rusya'ya Türkiye'nin bir de Mavi Akım Projesiyle destek çıkması tarihi bir hata sayılmalıdır. Rusya bölge ülkelerinin kendisine bağımlılıklarını arttırmak ve iç istikrarsızlık unsurlarını Gürcistan'da Osetya va Abhazya; Azerbaycan'da Dağlık Karabağ gibi meselelerle anlaşmazlıklarını körüklemektedir. Böylelikle çatışan tarafların Rusya'dan müdahale, yardım, himaye, silah vs. istemesi sağlanmaktadır. "Kafkasya İstikrar Paktı" bir anlamda bu tezgahı kıracaktır. Ne var ki, Türkiye şu ana kadar Rusya'nın mevcut AKKA ve AGİT şartlarına uymasını dahi sağlayamamıştır. Avrupa Birliği ve ABD'nin de Rusya'nın Kafkasya'daki güç politikasına yeşil ışık yaktığı görülmektedir.

ABD'de Clinton hükümetinden sonra, Bush hükümeti de Bakü-Ceyhan petrol ve Trans Kafkasya boru hatlarını desteklemektedir. Daha önce İran'ın yanında yer alan BP/Amoco firması da Türkiye'nin yanında, boru hattına destek verdiğini açıklamıştır. İran kendi başına bir etik alanı oluşturmaya çalışırken, Rusya'nın da Hazar Deniz Filosunu güçlendirerek bölge için bir tehdit oluşturmaya devam edeceği görülmektedir. Afganistan'da rejim değişikliğini zorlayan ABD, bölgede artık taşeron kullanmak yerine bizzat devreye gireceğini göstermiştir. Nükleer gücünü geliştiren İran'da bölgede daha etkin rol oynamaya hazırlanmaktadır. Görülen o ki, Hazar havzası her geçen gün Basra Körfezi gibi gergin bir ortama sürüklenmektedir.

Rusya'nın petrol ve doğal gazın gerçek sahibi ülkelere bunu yer etmek istememesi, hele hele Türkiye ve İran'ı bölgeden uzak tutmaya çalışması kendisi bakımından yerinde bir siyasal tercih olabilir. ABD ve Batılı devletler için de, petrolün ucuz ve güvenli biçimde kendilerine ulaşması önemlidir. Türkiye'den beklenen, Kardeş Ülkelerin dev ülkeler karşısında pazarlık güçlerini arttıracak ve onları Rusya'ya ezdirmeyecek net tavırlar takınmasıdır.

KAFKASYA VE ORTA ASYA'DA ENERJİ KAYNAKLARININ STRATEJİK ÖNEMİ

Türkiye, Sovyetler'in dağılmasının ardından geçen on yılı daha çok koalisyonlarla ve sürekliliği olmayan değişken politikalarla geçirdi. Yeni oluşan Türk Cumhuriyetlerine karşı, bir yandan tamamen duygusal, bir yandan da hazırlıksız yakalanmanın verdiği acemilikle önemli eksiklik ve yanlışlıklarla dolu bir yaklaşım sürecine girdi. Devamlılık arzetmeyen bir dış politika, daha çok kişisel düzeyde kalan ve derinliği sağlanamayan ilişkiler, bu döneme damgasını vurdu. Akılcı ve karşılıklı yarara dayanan yatırımlar, yeterince yaşama geçirilemedi. Olumsuzlukların ve yanlışlıkların tespiti ve özeleştirisinin yapılması önümüzdeki yıllarda karşılıklı ilişkileri olumlu yönde etkileyecektir.

Bölgede yer alan rezervler hakkında kesin rakamlar söz konusu olamamaktadır. Çünkü her ülke bu rakamları kendi çıkarlarına uygun olarak vermektedir. ABD Enerji Bakanlığı'nın verilerine göre rakamlar şöyledir:

Hazar Bölgesinde Petrol Rezervleri (Milyar varil)

İspatlanmış üretilebilir rezerv

Olası rezerv

Toplu rezerv

Azerbaycan

3,6-12,.5

32

36-45

Kazakistan

10-17,6

92

102-110

Türkmenistan

1,7

80

82

Özbekistan

0,3

2

2,3

Rusya

2,7

14

16,7

İran

0,1

15

15

TOPLAM

18.4-34,9

235

252-270

Hazar Bölgesi Gaz Rezervleri (trilyon kübik fit*)

İspatlanmış üretilebilir rezerv

Olası rezerv

Toplam rezerv

Azerbaycan

11

35

46

Kazakistan

53-83

88

141-171

Türkmenistan

98-155

159

27-314

Özbekistan

74-88

35

109-123

Rusya

?

?

?

İran

0

11

11

TOPLAM

236-337

328

564-665

* 1 metreküp doğal gaz: 35,3 kübik fit doğal gaz

Hazar Bölgesi Petrol üretimi ve İhracatı (milyon ton/yıl)

Üretim (2000)

Üretim (2010)

İhraç (2010)

Azerbaycan

14

70

55

Kazakistan

45

100

55

Türkmenistan

10

12

5

Özbekistan

10

12

2

TOPLAM

79

194

117

Hazar Bölgesi Gaz Üretim ve İhracatı (milyar metreküp (yıl))

Üretim (2000)

Üretim (2010)

İhraç (2010)

Azerbaycan

7,4

23,5

11,4

Kazakistan

9,8

29,4

0

Türkmenistan

42,9

85,7

72

Özbekistan

51,4

62,5

1

TOPLAM

111,5

201

84

Üretilebilir rezervlerin doğru saptanması, yapılacak yatırımların sağlıklı planlanması açısından kritik önem arz etmektedir. Bunun yanı sıra bu rezervleri üretmenin ve özellikle de uluslararası pazara taşıyabilmenin maliyetleri de, söz konusu rezervlerin geliştirilebilmesi için önemli parametrelerdir.

Hazar Bölgesi'nin petrol ve doğal gaz potansiyeli, bir yandan bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin ekonomik ve toplumsal gelişmeleri için vazgeçilmez önem arz ederken, diğer yandan da, Türkiye'nin enerji gereksinimi için, kaynak çeşitliliği, ucuz kaynak olarak, yaşamsal bir olanak sunmaktadır. Bu kaynaklar, ABD ve Diğer Batı'lı ülkeler için de enerji kaynağı olarak önem taşımakta ise de gerek üretim ve ihracatındaki mevcut maliyet sorunları ve gerekse ABD'nin öncelikleri arasında başka ABD kıtası kaynaklarının gelmesi gibi çeşitli nedenlerle, batılı ülkeler açısından gündemin en üst sırasında yer almamaktadır. Ancak Batı'lı ülkeler, stratejilerini günlük planlamadıklarından, Hazar'ın doğal zenginliklerini de, 20-100 yıllık planları içine alarak ve elde ettikleri anlaşmaların verdiği hakları zamana yayarak kullanmaktadırlar.

Türkiye, 2000 yılı itibari ile, genel enerji gereksiniminin yaklaşık %68'ini, ithal yoluyla sağlamıştır. Bu oran, yanlış politikaların da etkisiyle, önümüzdeki yıllarda artacaktır.

Türkiye'nin Genel Enerji, Üretim, Tüketim Tahminleri ve Yerli Üretimin Tüketimi karşılama yüzdeleri:

2000

2010

2020

Üretim

28464

47329

70239

Tüketim

87449

171339

298448

Dışa Bağımlılık (%)

68

73

77

Türkiye'nin genel enerji talebindeki hızlı artışın, yerli üretimle karşılanamaması, doğal olarak enerji kaynaklarının temininde ithalatın miktarını da arttırmaktadır. Bunu yanı sıra, dünya genelinde olduğu gibi, önümüzdeki on yıllarda, genel enerji kaynakları içinde Türkiye'de de en fazla kullanılacak olan kaynaklar, fosil kaynaklar, yani petrol, doğal gaz ve kömürdür. Ülkemizin petrol ve gaz alanındaki üretim ve tüketim dengelerine bakıldığında, Türkiye bugün petrol gereksinimin % 88'ini, gaz gereksiniminin ise neredeyse tamamını yurtdışından sağlmaktadır. Yıllık petrol ithal faturamız yaklaşık 5 milyar dolar, gaz faturamız ise yaklaşık 2,5 milyar dolardır. Mevcut petrol ve gaz rezervleri de hızla tükendiğinden ve mevcut organizasyonel yapı ile yeni ve önemli keşifler beklenemeyeceğinden, önümüzdeki yıllarda, yerli üretimin tüketimi karşılama oranı da hızla düşecek ve dış ödemeler artacaktır. (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre)

Türkiye Genel Enerji Talebi (Bin ton petrol eş değeri )

Yıllar

2000

2005

2010

2015

2020

Genel enerji talebi

87449

129625

171339

225387

29448

Gaz talebi

13997

42204

50187

61356

75295

Petrol talebi

35631

38560

44656

52960

64364

Türkiye Gaz Talebi (Orijinal Birim milyar metreküp/yıl)

Yıllar

2000

2005

2010

2015

2020

Gaz Talebi

15,42

46,4

55,2

67,4

82,7

Türkiye Genel Enerji Tüketiminde 2000-2020 Döneminde Kaynakların Payları (%)

2000

2010

2020

Petrol

40,6

26,1

21,6

Doğal gaz

16,0

29,3

25,2

Kömür

30,4

37,3

42,5

Hidroelektrik

3,0

3,3

2,8

Diğer

10,0

4,0

7,9

Türkiye'nin öncelikle kendi doğal kaynaklarına dayalı bir enerji politikası geliştirmesinin gerekliliği, her türlü tartışmadan uzak bir olgudur. Giderek artan miktarlarda dışa bağımlı bir enerji temin politikasını sağlıklı olmadığı önemli bir gerçektir.

Mevcut enerji politikalarının sürdürüleceği varsayılırsa, Türkiye'nin enerji gereksinimini karşılamada kömür, petrol ve doğal gazın önümüzdeki birkaç on yılda da vazgeçilmez konumlarının ve ağırlıklarının olacağı açıkça görülmektedir Türkiye'nin enerji politikasının temeli, yeri kaynaklarını mümkün olan en yüksek oranda devreye sokmak ve bunun yetersiz kaldığı oranda da ithalata yönelmek olmalıdır. Bu ithalat tamamen dış kaynaklardan olabileceği gibi, ulusal kuruluşlarımızın yurt dışında ortak oldukları yatırımlardan elde edilen kaynaklardan da olabilecektir. Ancak enerji gereksinimimizi karşılayabilmek için ortaya konulan çabaların, herşeyden önce bilinçli ve yöntemli olması zorunludur.

Türkiye, petrol gereksinimini büyük oranda; S. Arabistan, İran, Libya gibi ülkelerden karşılamakta ve yılda yaklaşık 23 milyon ton petrol ithal etmektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının hemen ardından geliştirilen Bakü-Ceyhan (Hazar-Akdeniz) Petrol Boru Hattı Projesi yıllardır ülkemizin gündemindeki en önemli konu başlıkları arasında yer almaktadır. Kimi değerlendirmelerin aksine bu boru hattı Türkiye'nin yalnızca yılda yaklaşık 100-150 milyon dolar gelir getirecek önemsiz ve yararsız bir yatırım değil, stratejik ve uzun dönemli ekonomi yaraları, yaşamsal boyutta olan bir projedir.

Bu hat, getireceği mütevazi transit geçiş ücretinden çok daha büyük her stratejik öneme sahiptir. Mevcut durumda; Azerbaycan, Kazakistan,Türkmenistan gibi ülkelerin tümünün, petrol ve gaz ihraç yolları (boru hatları, demiryolları, vb.) yalnız ve ancak Rusya Federasyonu sınırları içinden geçerek uluslararası pazara ulaşabilmektedir. Bu da, söz konusu ülkelerin ekonomik bağımsızlıklarını elde etmek için sahip oldukları petrol ve gaz varlıklarını, güvenilir ve kesintisiz olarak pazara ve gerçek değerleriyle ulaştırmalarını engelleyen son derece önemli bir husus ve bir dezavantajdır. Rusya bu faktörü, söz konusu ülkeler karşı çok etkin olarak kullanmaktadır. Bu ülkelerin Rusya üzerinde olmayan güzergahlardan doğal zenginliklerini ihraç edebilmeleri, kalkınmalarını, ve gerçek anlamda bağımsız olabilmelerini sağlayacaktır. Bakü-Ceyhan, her şeyden önce bunu gerçekleştirecek olan bir entegre ihraç sisteminin (doğu-batı koridoru) çok önemli bir adımı, bir köşe taşıdır. Azerbaycan,Kazakistan, Türkmenistan gibi ülkelerin ekonomik açıdan güçlenmeleri, Türkiye'nin bu ülkelerle olan, petrol ve gazlarla sınırlı olmayan ticari ilişkilerini geliştirecek, yapılacak yatırımların çok daha sağlıklı bir zemine oturmasını sağlayacaktır. Bunun ötesinde, hattın Türkiye içinde kalan bölümünün yaklaşık bedeli olan 1,7 milyar dolarlık yatırım ve Ceyhan limanında, yılda 50 milyon tonluk yeni bir petrol pazarının oluşumu ve Boğazlardan yapılmakta olan petrol tanker taşımacılığının yoğunluğunun artmaması gibi diğer hususlarda, Bakü-Ceyhan'ın yaşamsal önemini arttıran etkenlerdir. Bunlara ek olarak, ulusal kuruluşumuz TPAO'nun Azerbaycan'da halen yürümekte olan orta projelerin arasında en büyüğü olan Mega Proje'de % 6,75'lik payının olması ve Azerbaycan'daki diğer projelerdeki ve özellikle Şah Deniz gaz sahasındaki hissedar konumunun da , gene bu hattın yaşama geçirilmesinin gerekliliğine ve Türkiye için yararına işaret etmektedir. Bakü-Ceyhan, Türkiye'nin 2000'li yıllarda giderek artacağı anlaşılan petrol ithalatı için de, kendi ulusal kuruluşunun da petrolün üretiminden hattın inşasına ve işletmesinde pay ve kontrol sahibi olduğu güvenilir bir kaynak çeşitliliğini ulaşmasını sağlayacaktır.

Bakü-Ceyhan projesinin gerçekleşmesi halinde bu hat, yılda yaklaşık 25 milyon ton Azeri ve 20 milyon ton Kazak petrolünü Türkiye üzerinde uluslararası pazara ulaştırmayı hedefleyen projemizdir. Hattın yapımına yönelik çerçeve anlaşmaları olan; Hükümetler Arası Anlaşmalar, Geçiş Ülkesi (Ev Sahibi Ülke) anlaşmaları, Anahtar Teslimi Fiyat Garantisi Anlaşması ve Hazine Garantisi Anlaşması gibi anlaşmaların gerekleri neredeyse tamamen yerine getirilmiştir. Özellikle de Azerbaycan'ın Gürcistan lehine kabul ettiği transit geçiş ücret koşulları, bu iki ülkenin Bakü-Ceyhan'ın stratejik önemine ve bir an önce yapılmasının gerekliliğine atfettikleri önemi vurgulaması açısından çok önemsenmelidir. Ancak yaklaşık 3 milyar dolarlık bir yatırım gerekli kılan bu boyuttaki bir projenin önünde çok daha ciddi sorunlar vardır. Bunların başlıcaları, hattın içinden geçecek petrol miktarının garanti edilmesi,yani teknik deyimiyle "throughput" garantilerinin sağlanabilmesi sorunudur. Politik sayılabilecek açıklamaları dışında, başta Mega Projenin en büyük ortağı olan BP-Amoco'nun ve diğer ortakların (Exxon-Mobil-Lukoil,...) petrollerini Bakü-Ceyhan'a taahhüt ettiklerini söylemek hayli zordur. Şirketler, bu konuda ticari çıkarlarını ve yetersiz petrol miktarlarını öne sürmektedirler. Diğer yandan, hattın yapımını olanaklı kılacak Kazak petrolü konusunda, Kazak yetkililerin farklı demeçleri vardır. Bu demeçler, zaman zaman Bakü-Ceyhan'a soyut destek ifadeleri içeriyorsa da, Kazakistan'ın ilk ve somut tercihinin Rusya'dan geçen CPC (Caspıon Pipeline Consortium) olduğu ve ikinci tercihinin de, İran yolu olduğu açıktır Kazakistan'daki en büyük proje olan Tengöz sahasının tüm petrolünün de CPC boru hattına somut "throughput" garantileriyle bağlanmış ve hattın inşaatına başlanmış ve hatta bitirilmiş olması da, Bakü-Ceyhan yapılabilirliğini zorlaştıran çok önemli bir dezavantajdır. Bu hat (CPC) ilk aşamada 26 milyon ton, ikinci aşamada ise 72 milyon ton Kazak petrolüne gene Rusya sınırları içinden Karadeniz'e taşıyacaktır. Tengiz'in 2004 yılı üretim hedefinin 19-20 milyon ton olduğu dikkate alınırsa, Bakü-Ceyhan'ın resmi demeçlerde öne sürüldüğü gibi 2004 yılı için faaliyete geçeceğini kabul etmek oldukça zordur. Bakü-Ceyhan'da Türkiye'nin en önemli stratejik ortağı, Azerbaycan olarak görülmektedir. Bu hattın şansı, Şah Deniz sahasından üretilecek olan Azeri gazını paralel bir hatla taşıyacak entegre bir projeyle arttırılabilir. Bu konuda son dönemde imzalanan Hükümetler arası Çerçeve Anlaşması önemli bir gelişmedir.

Gerek Bakû-Ceyhan'da ve gerekçe Şah Deniz gaz hattı projesinde atılması gereken çok adım vardır. Sözü edilen, ancak gerçekleşmesi için somut taahhüt olmayan projeler, özellikle Azerbaycan ve bu hatların geçeceği Gürcistan'ı dış etkilere açık hale getirmektedir. Daha önce NATO'nun genişleme süresinde, yerini almak istediğini açıklayan Şevardnadze'nin son dönemde tarafsızlıktan söz etmesi de, bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Bakû-Ceyhan'a yönelik projelerde strateji belirlenirken, petrol şirketlerinin ya da ilgili ülkelerin yaptığı açıklamalarla yetinmek, bizi yanlış değerlendirmelere ve yanılgıya sürükleyebilmektedir. Gerek bu ülkelerin gerekse şirketlerin çıkarlarının ve buna bağlı tercihlerinin ne olduğu gibi hususlar başta olmak üzere, geniş kapsamlı ve gelişmeleri bir karargah mantığı ile izleyebilen yapılanmalar oluşturarak olaylar izlenmeli, analiz edilmeli ve strateji de buna göre biçimlendirilmelidir. Bu konuda ABD yönetiminin Bakû-Ceyhan ve Doğu-Batı koridoru lehindeki tüm söylemlerine ve çoklu boru hatları istediklerini seslendirmelerine karşın, Sovyetlerin dağılmasından sonra bölgede inşa edilmen yeni hatların tamamının gene Rusya Federasyonu topraklarından geçecek biçimde inşa edilmiş olması iyi bir örnektir. Bu hatların en yüksek kapasiteli olanı CPC'dir. 2001 yılı Temmuz ayında işletmeye alınacak ve Karadeniz'e petrol ulaştıracaktır. İşin ilginci, bu hattın finansmanını neredeyse tamamının ABD'li Cheyron, Exxon-Mobil gibi şirketlerce yapılmasıdır. Bu da enerji alanındaki söylem ve eylem farklılığının çarpıcı bir örneğidir. ABD yönetiminin " Çoklu boru hatları istiyoruz" ve " Bakû-Ceyhan'a desteğimiz sürüyor" türü demeçleri yıllardır tekrarlanırken, bu yılın Temmuz ayından itibaren Boğazlar, ABD'li şirketlerin milyarlarca dolarlık yatırımı ile inşa edilip tamamlanan CPC hattından akmaya başlayacak petrolle yüklü ek tanker trafiğine maruz kalacaktır. Chevron'un Bakû,Ceyhan'a ilgi duydukları biçimindeki açıklamasının ülkemizde yaratacağı tepkiye yönelik, akılcı ve tepkiyi yumuşatmayı uman bir taktik olarak değerlendirmek mümkündür.

Bakû-Ceyhan projesinin gerçekleşmesinde Türkiye'nin en önemli stratejik ortaklığı, Azerbaycan'dır. Bunun yanı sıra, geçiş ülkesi olan ve tercihini bu hattan yana açıkça ve yıllardır vurgulayan Gürcistan'da ortaklık kapsamında değerlendirilmelidir.

Türkiye'nin genel enerji ve buna bağlı kaynak (petrol, doğal gaz vb.) talep projeksiyonlar, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarınca yapılmaktadır. ETKB'ce öngörülen gaz talep tahmin rakamlarına dayalı olarak ve halen temin etmekte olduğumuz gaz kaynaklarına ilave olmak üzere çok sayıda "al ya da öde" koşullu alım-satım anlaşması imzalanmış ve birçok ülkeye karşı taahhüt altına girmiş durumdadır.

Doğal Gaz Temin İçin İmzalanmış Anlaşmalar (BOTAŞ 2001)

Mevcut Anlaşma

Maksimum Alım

İmza Tarihi

Süre

Durum

Rusya (Batı)

6

1986

25

Devrede

Rusya (Batı)

8

1998

23

Bu yıl devrede

Rusya (Mavi Akım)

16

1997

25

Kısmi finansman budur, karasal inşaat başladı.

İran

10

1996

22

İran kısmı tamam, Türkiye kısmı Temmuz 2001'de devrede

Türkmenistan

16

1999

30

İmzalandı. Sorunlar var.

Azerbaycan

6,7

2001

15

İmzalandı

Cezayir (İng)

4

1998

20

Devrede

Nijerya (İng)

1,2

1995

20

Devrede

TOPLAM: 67.9 Milyar Metreküp


Bu anlaşmaların dışında, Iraklı yılda 10 milyar metreküp gaz alımı için İyi Niyet Protokolü, Azerbaycan'dan 2004 yılından itibaren 2 milyar metreküp, 2007'den itibaren de 6,7 milyar metreküp gaz alımı için Cumhurbaşkanları arasında imzalanan anlaşma mevcuttur. Mısır'dan gaz alımı için görüşmeler sürmektedir. Bunlar içinde Azerbaycan'dan alınması planlanan gazın, Bakü-Ceyhan'a paralel bir hatla Türkiye'ye ulaştırılmasının da, hem ekonomik, hem de stratejik açıdan büyük önem taşıdığına işaret etmek gerekir. İlk hattın (aynı avantaaj, Hazar geçişyi Türkmen gazı projesi içinde geçerlidir) aynı güzergahı izleyecek olması, irtifak haklarından işletme giderlerine, güvenlikten telekominikasyon ve elektrifikasyona bir çok giderin ortak olmasını sağlayacağından, her iki hattın da toplum maliyetini düşürecektir. Ayrıca Bakü-Ceyhan'a ticari gerekçe ile ayak sürüyen şirketlerin (BP-Amoco, Statoil vb.) Azeri gazında da önemli pay sahibi olmaları va bu gazın pazarlanması için en cazip pazar olarak Türkiye'yi görmeleri de, pazarlık şansımızı arttıran ve Bakü-Ceyhan konusunda da elimizi güçlendiren bir faktör olarak devreye koyulabilmelidir.

Türkiye'yi önümüzdeki yıllarda imza ile taahhüt ettiği büyük miktarda gaz alımı ile karşı karşıyadır ve bu inzalanan anlaşmaların "al ya da öde" koşulu gereği, gazı almama durumunda, alıyormuş gibi parasını ödemekle yükümlüdür. Bu durumun Türkiye'nin ekonomik ya da stratejik yönden rahat hareket etmesine olanak sağladığını söylemek oldukça güçtür. Bu durum bir başka gerçeği daha göz önüne sermektedir. Türkiye halen tükettiği 12 milyar m3 gazın, yaklaşık 7 miyar m3'ünü Rusya'dan almaktadır. Bunun toplam gaz alanındaki oranı %58'dir. Ancak Türkiye'nin mevcut hattan (Rusya-Ukrayna-Moldova-Romanya-Bulgaristan üzerinden) alacağı gaz miktarı bu yıl tamamlanacak kapasite arttırımı sonucunda 14 milyar metreküp olduğunda bu oran artacaktır. Mavi Akım; diğer alternatiflerden önce olursa (Enerji Bakanlığı'nın resmi tercihi öyle görünüyor) Rusya'dan alınacak gaz miktarı 30 milyar m3 olacak ve söz konusu oran daha da yükselecektir. Türkiye'nin ister Rusya, ister bir başka ülke olsun, kaynaklarını böylesi büyük oranda bir ülkeye bağlaması, "kaynak çeşitliliği" ilkesine uymadığı gibi, enerji kaynaklarının "güvenliği" kavramında ters düşmektedir. Gaz temin kaynağı neredeyse tamamen Rusya'ya bağlanan bir Türkiye'nin, Kafkasya'da ve Orta Asya'da etkin bir politika izlemesini ya da Rusya ile herhangi bir ciddi anlaşmazlık oluştuğunda, enerji üretimimizin bu bağımlılık nedeniyle kesintiye uğramayacağını beklemek biraz fazla iyimserlik olacaktır. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan, Rus gazının bu amaçla etkin olarak kullanıldığı ülkelerdir.

Türkiye'nin önceliği Mavi Akım'a vermiş olması, Türkmenistan üzerinde bir güven sorunu yaratmış ve bu ülkeyi, yılda 20 milyar m3 gazına, bin m3'ü 36 dolar civarında bir fiyatla (uluslararası pazar fiyatının neredeyse üçte biri) Rusya'ya satmak zorunda bırakmıştır. Fiyat daha sonra 40 dolara yükseltilmiştir. Bu miktarın 30 yılık bir süre için ve yılda 50 milyar m3'lük bir hacme yükseltilerek anlaşmaya bağlanması da gündemdedir. Böylece Rusya,zaten var olan ihraç yolları tekelini tamamen güçlendirmiş ve bölgedeki en önemli rakiplerinden olan Türkmenistan'ın gazını ucuz bir fiyatla gene kendi kontrolüne almış olmaktadır. Kendi rezervlerini üretebilmek için teknoloji ve sıcak para sorunu olan Rusya, böylece hiç yatırım yapmadan ve kendi rezervlerini gelecek için saklayarak, çok yaşamsal bir kaynak yaratmış olmaktadır. Bu durum diğer bölge ülkelerine Rusya'nın gücüne ait bir gösterge oluşturmaktadır.

Türkmen gazını Azerbaycan-Gürcistan üzerinde Türkiye'ye ulaştırmayı hedefleyen boru hattı projesi çerçevesinde desteklediği bir proje olmasına karşın, gerek yapımını üstlenen konsorsiyumun yapısı, gerek Türkiye'nin Mavi Akım'a verdiği öncelik ve Türkmenbaşı'nın tepkisi, gerek dünya finansal olanaklarının ve Türkiye'deki gerçek gaz pazarının, aynı anda her biri 3-4 milyar dolara varacak birden fazla projeyi gerçekleştirmeye olanak vermesi ve nihayet Hazar'ın statüsü ve benzeri etkenlerle öngörülen olumlu seyri izlememektedir. Diğer yandan ABD'nin destek politikasının söylemden eyleme dönmediği ve Bush-Cheney ile birlikte, İran'a açılım politikasının ivme kazanabileceği gerçeğinin de, bu hatta olumlu etki etmeyeceği açıktır. Bu hattın Azerbaycan'dan geçecek olması, Azerbaycan'ın da Türkiye'ye gaz satmak üzere girişimlerine hız vermesi bir diğer sorunu oluşturmaktadır. Türkiye'de bazı çevrelere göre, "Azeri gazının gündeme getirilmesi, pismiş aşa su katmaktan başka birşey değildir ve 8-10 yıldan önçe gündeme gelmelidir" Oysa böylesi bir projenin olabilirliği en azından 1994'den beri bu konuyla yakından ilgilenenlerin malumuydu ve Türkiye'nin alım öncelikleri belirlenirken dikkate alınmalıydı. Ayrıca ulusal kuruluşumuz TPAO'nun, 700 milyar ile 1 trilyon metkreküp civarında üretilebilir gaz rezervine sahip olduğu tahmin edilen Şah Deniz Projesi'ndeki %9'luk yapı da Azeri gazının bir diğer önemli avantajını oluşturmaktadır. Azeri gazını Bakü-Ceyhan'a paralel bir hatla Türkiye'ye getirilmesi; kamulaştırma bedelleri, işletme masrafları, telekominikasyon, güvenlik vb. birçok masraf ortak yapılacağından önemli tasarruf sağlayacaktır. Bu husus, Bakü-Ceyhan'a ticari gerekçelerle ayak direyen şirketlerin en azından bu konudaki itarazlarının samimiyet derecesini test etmek için yararlı bir pazarlık olanağı yaratmaktadır Bakü-Ceyhan'a petrol sağlayacak en önemli proje olan Mega Proje'nin en büyük ortağı BP- Amoco, aynı zamanda Şah Deniz gaz projesinin de en büyük ortağıdır. Her iki proje, Türkiye-Azerbaycan ve Gürcistan için olduğu kadar, petrol ve gazın büyük bölümünü ve hatların yatırımı ve işletmesine de katılacak şirketler için de tüm tarafların kazançlı çıkacağı bir biçimde çözülebilir. Türkiye, hem yapımında en az sorun olan ve hem de bölgedeki çıkarları açısından yaşamsal değeri olan bu projeye öncelikle sarılmalıdır. Gerek mevcut gaz hatlarının rehabilitasyonu ve gerekse yeni hatların inşası seçenekleri devreye konularak bu projenin 2 yıl içinde sonuçlandırılması mümkün görülmektedir. Türkiye, enerji projelerinden ve özellikle gaz satın alacağı kaynaklar açısından önceliklerini belirlerken, bölgedeki rejimlerin yakın-orta ve uzun dönemli politikalarını ve gerek Türkiye'ye ve gerekse bölgeye yönelik staejilerini özenle gözden geçirmek zorundadır.

Bu tür projeler arasında önceliklerin belirlenmesindeki çok önemli bir etken de kuşkusuz gazın fiyatıdır. Fiyat, ülkemizin çıkarları açısından dikkate almamız gereken en önemli unsurlardan biriyse de, işletme masrafları da dikkate alındığında boru hattı ile gelen gaza göre yaklaşık %60 pahalı olan LNG'yi toplam gaz alımları içinde, yalnızca kaynak çeşitliliği gerekçesi ile %25-30 oranında sistemde bulunduran bir gaz ithal politikasının, Türkmen gazı ya da Azeri gazının, bin metreküpte 3-5 dolar daha pahalı olacağı gerekçesi ile ertelemesi ya da tamamen devre dışı bırakması da kolay savunulacak bir uygulama değildir. Maliyetler açısından bakıldığında, Türkmen gazının ya da Azeri gazının Rus gazından daha pahalı olduğunu kabul etmek de zordur. Aynı husus, İran için de geçerlidir Eğer Türkiye'nin önceliği, gaza olan acil ihtiyacı açısından en erken gelen kaynak ise, o zaman İran gazını geciktirmenin izahı mümkün olmayacaktır. Ancak, zaten ciddi bir ekonomik kriz yaşamakta olan Tarkiye'nin, yüksek Rus gazı fiyatını örnek gösterip, Azeri ve/veya Türkmen gazının, gerçek maliyeti ile kıyaslanmayacak orada yüksek fiyatlarla olmasını beklemek ya da zorlamak da akılcı bir strateji değildir. Bu ancak önemli sorunlarla boğuşan ve bu nedenle gerçekleşmesi de hayli zor görünen Doğu-batı koridoru stratejisinin tamamen yok olmasın ayarlayacak yanlış bir anlayıştır.

Ülkemizin enerji kaynaklarına yönelik ithalak politikası belirlenirken özenle gözetilmesi gereken husus; fiyat, temin zamanı gibi parametreler kadar ve belki de ondan çok daha önemli olmak üzere Türkiye'nin stratejik çıkarları ve kaynak çeşitliliğine gitmenin yaşamsal gerekliliği ile enerji güvenliği politikalarıdır. Bu perspektiflerden bakıldığında da, mevcut alternatifler arasında öncelik, Azeri ve Türken gazlarına verilmelidir.

Hazar Bölgesi çevresinde yer alan Türk Cumhuriyetleri'nin (Azerbaycan,Kazakistan,Türkmenistan, Özbekistan) doğal gaz ve petrol kaynakları, ülkemizin enerji gereksinimine yanıt verecek en akılcı seçenekleri sunmaktadır. Gerek sağlayacakları kaynak çeşitliliği ve gerekse ucuz maliyetler, bu kaynakların önemli avantajları arasındadır. Diğer yandan ulusal petrol şirketimiz TPAO'nun bu ülkelerde arama ve üretim alanında yatırım yapması da gerek Türkiye'nin ve gerekse Türk Cumhuriyetleri'nin yararınadır. Öte yandan; gerek Bakü-Ceyhan (ya da Kazak petrolünü de içeren Hazar-Akdeniz) petrol hattı, gerek Şah Deniz (Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye) ve Türkmenistan-Türkiye (Azerbaycan ve Gürcistan üzerinde; Trans-Hazar) gaz boru hatları,Orta Asya ve Kafkasya'daki Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye'yi birbirine bağlayacak ve Türk Cumhuriyetleri'ni yalnızca Rusya'ya bağlı olan ihraç yollarından kurtaracak yaşamsal projelerdir. Bu ülkelerin, doğal kaynaklarını Türkiye üzerinde, kesintisiz ve uluslararası fiyatlarla satabilmeleri ile ekonomik anlamda bağımsızlıklarının pekişmesi, siyasi bağımsızlıklarını da pekiştirecektir. Türkiye'de ekonomik anlamda güçlenen, siyasi anlamda bağımsızlaşan, ayakları üzerinde sağlam duran bu kardeş ülkelerle, yalnızca petrol ve doğal gazla sınırlı olmayan geniş bir yelpazedeki ticaretinin ve yatırımlarını arttırma olanağı bulacaktır.

Türkiye, bir yandan Türk Cumhuriyetleri'yle ilişkilerini sağlamlaştıracak projelere öncelik vermeli ve bunu en doğal ön koşulu olarak da, bu projelerin yapabilirliğini zedeleyecek rakip projelere iltifat etmemelidir. Petrol ve doğal gaz alanındaki yatırım ve projeler, Türkiye'nin Türk Cumhuriyetleri ile olan bağlarının pekiştirmede stratejik önem taşımaktadır. Bu nedenle de doğru organizasyon ve politikaları içerecek, pepyeni bir yaklaşımla , bu alana hat ettiği önemin verilmesi gerekmektedir.

SONUÇ:

Mustafa Kemal 1933 yılında; "Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir İşte o zaman Türkiye ne yapacağını iyi bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde, dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnızca o günü sımsıkı beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmalarını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekmektedir." Diyerek ileri görüşlülüğünü ortaya koymuştur. Ancak Türkiye bu uyarıyı dikkate almayarak kendi iç meselelerine dalmış ve bu durum ortaya çıkınca Mustafa Kemal'in deyimiyle hazırlıksız yakalanmıştır.

Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte Orta Asya ve Kafkaslar bölgesinde bir otorite boşluğu meydana gelmiştir. Bu durumda Türkiye kilit ülke konumuna yükselmiştir. Avrasya bölgesine geçiş kapısı niteliğindedir. Türkiye bu stratejik konumunu çok iyi bir şekilde değerlendirirse, Türk asrı olacak 21. yüzyılda söz sahibi olabilir. Ancak böyle bir durumu ne ABD ne Avrupa ne de Rusya istiyor. Bu durum hiç birinin bölgedeki çıkarlarıyla ve emperyalist emelleriyle uyuşmuyor. ABD bu konuya yönelik olarak 11 Eylül saldırılarını da bahane edip Afganistan'a bir askeri müdahalede bulunmuştur. Böylelikle bölgede taşeron devletler kullanmak yerine bizzat kendisi rol oynayacaktır. Afganistan'a Türk askerinin gönderilmesi de bu planın bir parçasıdır.

Aynı şekilde Rusya'da Kafkasya ve Orta Asya'da Türkiye'nin söz sahibi olmasını istememektedir ve bunu önlemek için kendisi merkezi bölgesel ekonomik işbirliği örgütleri kurmaya çalışmakta ve bölge ülkeleri üzerinde etkili olmaya çaba sarfetmektedir. Sovyetler döneminde zorla yapılmış olan sömürgeyi artık bu şekilde sürdürmeye çalışmaktadır.

Böylesi bir ortamda Türkiye'nin etkili olabilmesi için güçlü bir devlet yapısı sergilemesi gerekiyor. Artık Orta Asya devletleri bir sömürgeci imparatorluk istemiyor. 70 yıllık esaret döneminden sonra kendi ayakları üzerinde durmak istiyor. Bu durumda Türkiye bir ekol olabilir onlar için. Bunu yapabilmek için de Atatürk ilkelerine bağlı, insan haklarına saygılı, güçlü bir siyasi yapıya kavuşması gerekmektedir. Türkiye, Avrasya'ya açılan bir köprü niteliğindedir. Batı'daki çağdaş uygarlığı Orta Asya'ya taşıma misyonunu üstlenecektir.

Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişki müşterek noktalara dayanmaktadır. Kültürel, tarihi ve psikolojik nedenler ortak noktalarımızdır.Karşılıklı ilişkilerin devamı ve gelişmesi açısından küçümsenmeyecek derecede önemli faktörlerdir. Türk Cumhuriyetlerinin nüfuslarını çoğunluğu Türlerden oluşmaktadır. Türkiye Türkçesinin de dahil olduğu anı dil ailesineait dilleri konuşmaktayız. Bu devletlerin nüfuslarını çoğunluğuda müslümendır. Bu sebeplerle ilişkilerin geleceği açısından ortak kültürel değerler muhafaza edilmenin ötesinde geliştirilmelidir. Fakat Türkiye'deki siyasi, ekonomik krizler yolsuzluklar tüm dünyanın olduğu gibi, özellikle bize yakınlık duyan bölge insanının da yaklaşımını olumsuz yönde etkilemiştir.

Türk Cumhuriyetlerini olmusuz etkileyen nedenlerden biri de Türkiye'nin yürütmüş olduğu yanlış politikadır. Türkiye Azerbaycan iç politikasına müdahale etmiş ve muhalefeti desteklemiştir. Bu durum Azerbaycan hükümetini Türkiye'ye karşı soğutmuş ve bu durum diğer Türk Cumhuriyetlerini de etkilemiştir. Benzeri bir politika Özbekistan için de yürütülmüş ve Özbekisan bundan dolayı Türkiye'ye göndermiş olduğu öğrencileri geri çağırmıştır. Türkiye'nin bu yanlış politikası, Türk devletlerinin Rusya'ya yakınlaşmasını teşvik etmiştir.

Türk devletleri demir kapının arkasında dünya gerçeklerinden uzak bir durumdaydılar ve Türkiye'yi olduğundan çok daha iyi bir şekilde düşünüyordardı. Türkiye gerçeklerinden habersiz idiler, Yavaş yavaş Türkiye'nin gerçekleriyle karşılaşınca ilk izlenim, olumlu imaj değişmeye başladı. Bunda Türkiye'nin izlediği olumsuz politikalarında etkisi olmuştur. Bu politikaların oluşumunda Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi yapı da etkilidir. Türk Cumhuriyetlerinin kurulmasından itibaren Türkiye sürekli koalisyon hükümetleri ile yönetilmiş ve istikrarlı bir yapı sergileyememiştir. Devletin farklı müesseseleri arasındaki kopukluk, koordinasyon ile ortadan kaldırılmalıdır. Devlet millet elele verip istikrarsızlığı körükleyen baskı gruplarını ve dış odakların çığırtkanlığını yapan medyayı bastırmalı ve demokrasi, eşitlik, insan haklarını tam olarak oturtmalıdır. Dışta söz sahibi olabilmek için öncelikle kendi içimizdeki ayrılıklara çare bulmalıyız ve dışa karşı daha güçlü bir şekilde ayakta durabilmeliyiz. Bölgede güçlü bir Türkiye istemeyen emperyalist güçler bölgedeki küçük sorunları gündeme getiriyor ve Türkiye'yi asıl gündemden farklı yönlerde yoğunlaştırıyorlar. Etnik ayrılıkları destekleyip,bölgede güçlü bir devlet yerine ufak ufak pek çok devlet ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Türkiye, insanını asgari müştereklerde birleştirmeli ve ayrılıklar arka plana itilmeye çalışılmalıdır.

Türkiye'deki olumsuz iç yapı, ekonomik durum Orta Asya devletleriyle ilişkileri olumsuz etkilemiştir. Karşılıklı ziyaretler ile Türkiye'nin içinde bulunduğu durum daha iyi anlaşılmış ve Türk Cumhuriyetleri için yeterli sermayeyi karşılayamayacağı görülmüştür. Böylece bu Cumhuriyetler Batı'ya yönelmiş ve gerekli sermayeyi, gereken yatırımları onlardan talep etmeye başladılar.

Türki Cumhuriyetler ilk kurulduğu yıllarda ABD,AB Türkiye'yi Türk Cumhuriyetleri için örnek olarak gösteriyorlardı. Fakat bölgedeki güç dengesini çözdükten sonra artık böyle bir politikadan vazgeçtiler. Bu durum Türk Cumhuriyetlerinde de etkili oldu ve artık Türkiye'yi kendilerin Batıya ulaştıran bir köprü olarak görmekten vazgeçtiler. Batı ve ABD ile direkt ilişki kurmaya başladılar.

Bu devletler yıllarca Rus baskısı altında kaldıkları için bağımsızlıkların özen gösteriyorlar, yeni bir baskı rejimizden özenle kaçıyorlar. Türkiye'nin politikasını da bu yönde anlamışlar ve bir uzaklaşma görülmüştür. Türkiye bu olumsuz intibayı kırmalıdır. İlişkilerde eşitlik hakim olmalıdır.

Türkiye, Türk Cumhuriyetleri'ne gereken önemi vermemektedir. Dış politikamızda öncelikli sırayı Avrupa Birliği süreci almaktadır. Ama AB'ye girmek bizim için tek çıkar yol değildir. Ve bu konuda bir kesinlik yoktur. Sürekli bir oyalama söz konusudur. Bu durum bizim dış politikamızı aksatmamalı hatta daha da ilerletmelidir. Türkiye AB'ye girmeden de ayakları üzerinde durabilecek bir ülkedir ve bunu kanıtlamalıdır. Bunun için Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerimiz daha iyi düzeylere çıkarmalı ve gerekli ortamı hazırlamalıyız. Bu ülkeler sahip oldukları doğal kaynaklarla şimdi olmasa bile ilerde AB'yle rekabet edebilecek bir potansiyele sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti olarak bu durumu iyi değerlendirmeli bu bağlamda ekonomik işbirliğini arttırmalıyız. Bölgeye yönelik projelere (Bakû-Ceyhan-Trans-Hazar) öncelik vermeliyiz Bu ülkelerle yapılan anlaşmalarla gümrük birliği sağlanabilir ve ileriki bir aşamada ortak pazar oluşturulabilir. Ama öncelikle Türkiye'nin imajı yanlış politikalarla yıpratılmamalıdır.

Orta Asya bölgesindeki Türkiye ile Rusya'nın talepleri çatışmaktadır. Rusya kendisi için gelir getirecek böyle kazançlı bir ortamı Türkiye'ye bırakmak istememektedir. Bu nedenle bölgedeki ayrılıkları kışkırtmakta ve istikrarsızlığı yol vermektedir. Böylelikle bölgeye dışardan gelecek güçleri caydırmaktadır. Rusya'nın bölgedeki en önemli çıkarı petrol boru hatlarında ortaya çıkmaktadır. Hazar bölgesinin petrollerini taşıyacak gücün bölgenin siyasi ve ekonomik geleceğine de hükmedebileceğini düşündüğünden bölgenin güçler dengesini ve stratejisini kendisi şekillendirmeye çalışıyor ve bir de kendisine Türkiye'nin engel olmasını istemiyor.

Bölge üzerinde oynanan oyunlara karşı Türk Cumhuriyetleri kendi içlerinde de yeni değişikliklere gitmelidirler. Sovyet devrinde dış ilişkilerin tamamen engellenmiş devlet içinde bile buna sınırlamalar getirilmiştir. Bu nedenle Orta Asya Türk Halkı, etrafından soyutlanmış dünya gerçeklerinden, çevresindeki olaylardan habersiz yaşamışlardır. Orta Asya'nın gelecekteki refahını sağlayabilmesi için dışa açılması, ihracat kapasitelerini arttırması ve dış yatırımları çekmeye çalışması gerekir. Bölgede özellikle Kazakistan ve Türkmenistan gibi tüm dünyanın ihtiyaç duyduğu petrol ve doğal gaza sahip olan ülkeler bu kaynağı akıllıca kullanmaları gerekiyor. Rusya buna ön ayak olmaya çalışıyor ancak bölgedeki petrolü ve doğal gazı normal fiyatından daha aşağı bir seviyede alıp daha fazla bir fiyata satıyor. Orta Asya devletlerini bundan normal ihtiyaçlarını bile karşılayamazken Rusya kendi kaynaklarını kullanmadan bu yolla çok fazla gelir elde etmektedir. Kırgızistan ve Tacikistan gibi dağlık bölgeler ticarete önem vermelidir. Bunun için de kaynak bu ülkelere için su gücüne dayanmaktadır. Ülkelerinde kurulmuş bulunan hidro-elektrik santralleri iyi değerlendirip bu enerjiyi satarak çok fazla gelir elde edebilirler. Özellikle Kırgızistan için ziraata yapılacak yatırımlar ülke ekonomisi açısından çok faydalı olacaktır. Ayrıca ülkelerde finansal kaynağı sağlayacak bankalar kurulması da elzemdir. Bölge ülkeleri kendilerin geliştirmek ve dış piyasaya açılmak için ekonomilerini geliştirmeleri gerekmektedir. Bunun için de dış yatırımı çekmek zorunludur. Türkiye onlar için önemli bir kaynak konumundadır. Ancak uzun yıllar Sovyet rejiminde kalan bölge ülkeleri ticaret açısından Türk iş adamları için pek verimli değildir. Çünkü pek çok bürokratik engel vardır. Vergiler, kanunlar, çalışma koşulları onları baltalamaktadır. Ülkelerin bu olumsuz yapıyı bir an önce silmeleri gerekmektedir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bölgenin geleceği parlaktır. Tabii kaynaklar ve doğal zenginlikler tüm dünyayı çekmektedir Bal tutan parmağını yalar mantığı çerçevesinde her devlet bölgeden bir çıkar, bir gelir elde etmeye çalışmaktadır. Bu konuda Rusya biraz daha baskın gelmeye çalışmaktadır. Bu konuda Rusya biraz daha baskın gelmeye çalışıyor. Rusya Enerji ve Petrol bakanı bir basın toplantısında; "Bağımsız Devletler Topluluğundaki (BDT) her türlü kaynağa ulaşmak bizim hakkımız. Bunları biz yarattık. İşçimizle, fikirlerle, enerjiyle biz yaptık. Bütün BDT ülkelerindeki kaynaklara ait projelerde yer almak bizim hakkımız." (7 Kasım 1994) Bu düşünce Rusya'nın"arka bahçe" politikasının bir görünümüdür ve 70 yıllık esaret döneminden sonra bölge ülkeleri tekrar Rusya'nın esareti altına girmeyecektir. Bu şartlarda Türkiye'nin yapması gereken, kardeş ülkelerin dev ülkeler karşısında pazarlık şansını arttıracak ve Rusya'ya onları ezdirmeyecek politikalar benimsemesidir. Türkiye'nin yaşamış olduğu deneyimler bunu için yeterlidir.

Türkiye günü kurtarmak ve petrol başına üşüşen ülkelerden biri izlenim vermekten kaçınmalıdır. Bu konuda onların tecrübesizliklerini önleyip onlara destek olmalı, işbirliği yapmalıdır ama bunu kısa süreli faydalara dönüştürme niyeti gütmemelidir.

Bölgede çıkan zengin petrol ve doğal gaz kaynakları, bölge ülkeleri özellikle Azerbaycan, Türkemistan ve Kazakistan için bağımsızlıklarını pekiştirici bir rol oynamıştır. Bu kaynakların işletilmesi ve bundan verim alınması güvenilir ihraç yolları bulunmasına da bağlıdır. Rusya bu konuda da kendisini yetkili görüyor ve doğal gazın Mavi Akım projesi kapsamında Rusya'dan gaçmesini istiyor bu ise bölge kaynaklarının normalden daha ucuza satılmasına neden olacaktır. Batı ise kaynakların kendisine güvenilir yoldan, kesintisiz ve ucuz bir şekilde gelmesini istiyor. ABD Bakü-Ceyhan boru hattına destekliyor ancak bu sözde kalıyor, söz ve eylem uyum sağlamıyor. Son dönemde Rusya'ya yani Mavi Akım projesine yeşil ışık yakmıştır ve Rusya bölge kaynakları üzerinde yeterince söz sahibi olmaya başlamıştır.

ABD kongresine sunulan bir rapora göre; ABD, Kanada, İngiltere, Endonezya, Norveç, Mısır, Arjantin, Avustralya ve Ekvator'daki petrol rezervlerinin 10 yıl Suudi Arabistan, Rusya, İran, Venezuela, Meksika, Libya, Brezilya ve Trinidad petrollerinin ömrünün 50 senenin altına düştüğü tahmin ediliyor. Raporda, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Kazakistan, Türkmenistan, Tunus ve Azerbaycan'ın 100 seneden daha uzun ömürlü petrol rezervine sahip oldukları belirtiliyor. Avarsya'nın bu zengin kaynakları bu bölgeyi dünya için önemli kılmaktadır. Böylesi bir pastayı ABD başka bir ülkeye yedirmek istememektedir ve bölge devletleriyle direk ilişkiye girme çabası içindedir.

Dünyada bu politikalar güdülürken, Türkiye olduğu yerde saymamalıdır. Coğrafi açıdan ve kültürel açıdan bölge ülkelerin yakın bir konumdayız. Bunu iyi ibir şekilde değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Bölge ülkelerinin her birinden ülkemize gelmiş pek çok sayıda öğrenci vardır. Bu öğrenciler Türk devletlerinin gelecek neslidir ve ileriki dönemlerde devlet görevlerinde önemli yer alacaklardır. Yani öncelikle onlara kendimizi tanıtmalı ve geleceğe yönelik bir organizasyon oluşturmalıyız. Amacımızın onları sömürge konumuna getirmek olmadığın belirtmeliyiz. Özbekistan Devleti'nin, Türkiye'deki öğrencilerini geri çekmeleri büyük bir kayıptır. Gelecekte bu zararımıza olabilecektir. Eğitim adına sadece Türkiye'ye gelen öğrencilerle diyalog yeterli olmayacaktır. Orta Asya'da açılan üniversitelerde de bu yönde çalışmalar yapılmalıdır. Bölge halkının uzun dönem demir perde ardında kalmış olması onu eğitim açısından dünya ülkelerine göre geri bırakmıştır. Biz bunu iyi değerlendirmeli ve ülkemizi onlara iyi bir şekilde tanıtmalı, sevdirmeli ve onları bize yakınlaştırmalıyız.

Her yıl olağan yapılan devlet başkanları zirvelerine devam edilmelidir. Bu, aradaki bağın pekişmesine yol açacaktır. ABD'nin AB'nin ve Rusya'nın olumsuz politikalarına rağmen Türkiye'nin bölge devletleriyle unutulmayacak tarih ve kültür birliği vardır ve gerekli adımların atılması için bu bir temeldir. Karşılıklı işbirliği ile bu temelin üzerine sağlam bir şekilde çıkılacaktır.

KAYNAKLAR

1- Azerbaycan Türkleri Tarihi

Prof. Dr. Mehmet Saray

2- Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi

Prof. Dr. Mehmet Saray

3- Gaspıralı İsmail Beyden Atatürk'e Türk Dünyasında Dil ve Kültür Birliği

Prof. Dr. Mehmet Saray

4- Bağımsızlığın ilk yılları (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan)

Büşra E. Behar- Günay G. Özdoğan- Nihal İncioğlu

Gün Kut- Şule Kut- Nesrin Sungur

5- Azerbaycan Cumhuriyeti (Keyfiyet-i Teşekkülü ve Şimdiki Vaziyeti)

Mehmet Emin Resulzade

6- Türkistan Devletlerinin Milli Mücadeleleri Tarihi

Dr. Baymirza Hayit

7- Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri ve Türk Toplulukları Arasında Yapılan Anlaşmalar, İlişkiler ve Faaliyetler 1

8- 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası

Derleyen: İdris Bal

9- Atatürk ve Avrasya

Prof. Dr. Anıl Çeçen

10- Avrasya Dosyası Dergisi Türkmenistan Özel Sayısı

11- Avrasya Dosyası Dergisi Azerbaycan Özel Sayısı

12- Stratejik Analiz Dergisi Cilt 1 Sayı 1/2

13- Energate "Popüler Enerji Dergisi"

14- Türk Dış Politikası Cilt 2 1980-2001

Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar

Editör: Baskın Oran

15- Türkiye'nin Dış Politika Gündemi

Kimlik, Demokrasi, Güvenlik

Derleyenler: Şaban H.Çalış- İhsan D. Dağı- Ramazan Gözen

16- Küresel Çıkar Oyunları İçinde Türkiye'nin Dış Politika Sorunları

I. Reşat Özkan

0 yorum: