', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRKLERİN İSLAM'A HİZMETLERİ

17 Ekim 2007 Çarşamba

TÜRKLERİN İSLAM'A HİZMETLERİ

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABÜLÜ

Uzak-doğudan Avrupa ortalarına kadar bütün bozkırlar bölgesinde 1200 yıl hüküm sürmüş ve birçok siyâsî, sosyal ve etnik izler bırakmış olan Türk toplulukları İslâmî devirde de ve bu defa, hâkim zümreler sıfatıyla tarihî ağırlıklarını koydukları çeşitli müslüman ülkelerde büyük İmparatorluklar (Kara-Hanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlar, Hind-Türk İmparatorluğu) veya devletler (Irak, Suriye, Kirman, Anadolu Selçukluları, Tolunlular, Ihşidliler, Mısır Türk Devleti, Delhi Türk Sultanlığı, Timurlular, Kara-koyunlu, Akkoyunlular), Atabeylikler (Salgurlular, İl-Denizliler, Böriler, Zengîliler, Beğ-Teginliler) ve beylikler (Artuklu, Dânişmendli, Mengücüklü, Saltuklu, İnallı, Ahlat Şahları, İzmir, Efes) kurarak islâm dünyasının mukadderatına hâkim olmuşlar ve Osmanlılar'la birlikte değerlendirildiği takdirde, Orta Asya, Yakın Doğu ve Doğu Avrupa'nın son bin yıllık tarihine yön vermişlerdir.

Umumiyetle kabûl edildiği gibi, Türkler'in dünyâ tarihinin en mühim hâdiselerinden biri olmak üzere, İslâmiyete girişleri kendi arzuları ile vukû bulmuştur. Bu durum Arapça eserlerde de bazı yankılar bırakmıştır. Meselâ Halife Al-Me'mûn'un hususi kütüphânesinde memur olan bir Türk şöyle demiştir. "İranlılar ve Rumlar ülkelerini başkalarına kaptırıp kendi yurtlarında esir olurlar, Türkler memleketlerini hiç kimseye vermiş değillerdir..."

Gerçekte İslâm dininin eski Türk inanç ve telâkkilerine uygun cihetleri çoktu. Türkler uzun zamandan beri tek Tanrı inancına âşina bulunuyorlardı. Ahiret'e ve ruh'un ölmezliğine inanıyorlar ve Tanrı'ya kurban sunuyorlardı. Ayrıca İslâmiyet'in telkin ettiği ahlâkî kaideler eski Türk "alplik" anlayışına uygun düşüyor ve özellikle "cihâd" Türk'ün fütuhât görüşünü takviye ediyordu. Türkler'in kısa zamanda İslâmiyet'in bayraktarı olarak dünyâ karşısına çıkış sebepleri bunlar olmak gerekir.

Türklerin, Müslüman olmaları Türk ve İslâm tarihinde olduğu kadar Dünya tarihi açısından da büyük bir olaydır. Türkler bu yeni dîni, İslâm devletini siyâsî hakimiyetinde kalarak değil, uzun bir tanıma devresinden sonra kabûl etmişlerdir.

Türkler ile Müslümanlar arasındaki ilk temaslar hiç şüphesiz 642'de yapılan Nihavend savaşından sonra İran'ın fethinin tamamlanması ile başlamıştır. Ancak bu tarihten önce de birbirinden çok uzak ülkelerde yaşayan Türkler ile Araplar, Sâsânî İmparatorluğu'nun aracılığı ile birbirini az da olsa tanıma imkânını bulmuşlardır. Câhilîye devri Arap şairlerinden bazılarının şiirlerinde Türklerin askerî yönleri ve kahramanlıkları üzerinde durulması dikkati çekilmektedir.

Diğer taraftan Hz. Muhammed'e atfedilen birçok Hadîs'de yine Türklerin askerî yönü üzerinde durulmaktadır. "Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız". "Benim doğuda Türk adını verdiğim askerlerim vardır". Misâllerini daha da çoğaltabileceğimiz bu meâldeki Hadîslerin doğruluk derecesi çok kuvvetlidir. Ayrıca Müslümanların Hendek savaşına hazırlanırken Hz. Muhammed'in Türk çadırında (Kubbet el-Türkiye) oturduğu rivâyet edilmektedir. Müslüm ise Peygamber'in Türk çadırında ibadete çekildiğini belirtmektedir. Meşhur Arap müellifi el-Câhiz, Fezâ'il el-Etrâk adlı eserinde Türklerin askerî kabiliyetlerini ısrarla belirtmektedir. Bütün bunlara göre Arapların Türkleri tanımaları başlangıçta askerî sahalarda olmuş ve bu Arap edebiyatında kendini göstermiştir.

Halife Ömer zamanında (634-644) yapılan fetihler neticesinde Müslümanlar, Horasan ve bilhassa Mâverâünnehr ile Kafkaslar'da Türkler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Halife Mu'âviye'nin Horasan vâlisi Ubeydullah b. Ziyâd 674 tarihinde İran ile Turan arasında hudut olan Ceyhun Nehrini geçerek muhtelif Türk beyliklerinin hüküm sürdüğü Mâverâünnehr'in önemli şehirlerinden Buhârâ'yı kuşattı. Şehrin Türk asıllı melikesi Kabac Hâtun ile anlaşma yaptıktan sonra oradan aldığı iki bin Türk askeri ile geri döndü.

Göktürk Devletinin zayıflaması üzerine ortaya çıkan bağımsız Türk beyliklerini hakim olduğu Mâverâünnehr'in fethi Kuteybe b. Müslim'in Horasan vâliliği sırasında (705-715) kısmen gerçekleşmişti. Fakat Kuteybe'den sonra Mâverâünnehr'de Emevîlerin nüfuzu zayıflamağa başladı. Bir taraftan Arap kabileleri arasındaki rekâbetin yeniden başlaması ve vâlilerin kötü idâresi, diğer taraftan Mâverâünnehr'deki Türk beyliklerinin müşterek düşmana karşı birleşmeleri ve aynı zamanda bu sıralarda güçlü bir devlet olan Türgiş Kağanlığı tarafından desteklenmeleri bu cephedeki başarısızlıklara zemin hazırlamıştır.

Kafkaslar'da Halife Ömer zamanında başlayan ve fâsılalarla devam eden kanlı mücadelelerde her iki taraf toprak kazanma bakımından başarılı olamamıştır. Bu cephede Müslümanların kazandığı en önemli zafer 737 yılında Azerbaycan ve Ermeniye vâlisi Mervan b. Muhammed'in Hazar başkenti İtil'i kuşatması ve Hazar hakanının müslümanlığı kabûl etmek zorunda kalması ile neticelenen seferdir.

Türkleri İslamiyete Yakınlaştıran Sebepler

Türkleri islamiyete yakınlaştıran en önemli sebep, tevhid inancı olmuştur. Allah'ın birliği inancı Türkler’de çok yaygın olan bir inançtı. Din adamlarını huzuruna çağıran Mengü Kağan, "biz tek Tanrı’nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz" demişti. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.15)

Türklerde Allah'ın birliği inancı "Kök Tengri" (Gök-Kainat Tanrısı) olarak isimlendirilmişti. Türkler’in inançları ile islam inancı arasındaki benzerlik sadece bununla sınırlı değildi. İslamiyet öncesi Türkler ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere inanırlar ve kurban keserlerdi. Zina ve eşcinsellik kesinlikle yasaktı ve hırsızlık ağır ceza ile cezalandırılırdı. (İ. Hami Danışmend, Türk Irkı Neden Müslüman Oldu, s.17) Türklerin islamiyeti kabul etmelerinde islam öncesi Türklerin inançları ile islamiyet arasındaki büyük benzerlikler önemli rol oynamıştır. Bu benzerlikleri kavradıkça islamiyete her geçen gün yakınlık duyan Türkler, Emevi Valisi'nin Horosan'da İslamiyeti yaymak için cami ve medrese açmasına hiçbir tepki göstermemiştir. Bu yakınlaşma süreci Arap Müslümanlarla Türklerin ortak düşmanları olan Çinlilere karşı omuz omuza mücadele etmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır.

Talas Savaşı (751)

Abbâsî hanedanının hilafete geçmesi ile hemen bütün cephelerde olduğu gibi Türklerle yapılan mücadeleler de hızını kaybetmiş veya tamamen durmuştur. Abbâsîlerin iktidara geldikleri sıralarda Doğu'daki gelişmeler, bir asırdan beri devam eden Türk-Arap mücadelelerini yeni bir şekil almasına sebep olmuştur. Mâverâünnehr'de Türk-Arap mücadelelerinin devam ettiği sırada bazı Türk beyleri bu yeni düşmana karşı Çin'den yardım istemişlerdir.

Türkistan'da hakimiyet kurmak için bu daveti fırsat bilen Çin, 747 yılında büyük bir ordu ile Batı'ya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ancak Çin'i sert tutumu ve bilhassa Taşkent beyi Bagatur Tudun'un öldürülmesi bu seferde Türkleri Abbâsîlerin Horasan vâlisi Ebû Müslim'den yardım istemeğe sevketti. Ebû Müslim yardım teklifini derhal kabûl ederek Ziyâd b. Salih kumandasında bir orduyu Çin kuvvetlerine karşı gönderdi. Türk-Müslüman müttefik kuvvetleri 751 yılında Talas suyu kenarında bugünkü Alma-ata yakınında Çin kuvvetleri ile karşılaştı. Temmuz 751'de beş gün devam eden çetin savaşta Çinliler ağır kayıplar vererek savaş meydanını terkettiler.

Talas Savaşı Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaşla, yıllardan beri devam eden savaşlar yerini sulh devresine terketmiştir. Artık, Türkler ile Araplar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler alıyor ve İslâm dini Türkler arasında yavaş yavaş tanınıp yayılmağa başlıyordu.

İslamın Türkler Arasında Yayılmaya Başlaması


Müslümanlığın, Türkler arasında yayılmaya başlaması önceleri İslam Devletinin hakimiyeti altına giren Türk Ülkelerinde olmuştur. Bunların başında Kuteybe b. Müslim tarafından kısmen fethedilmiş olan Maveraünnehr gelir. Kuteybe fethettiği bölgelerde bir taraftan askeri hakimiyetin tam manasıyla yerleşmesi için tedbir alırken, diğer taraftan da İslam dininin yayılması için gayretler sarfediyordu.

Nitekim, Buharanın kesin olarak alınmasında ve içine bir müslüman garnizonunun yerleştirilmesinden sonra 713 yılında bir de cami yapılmıştır. Diğer taraftan Maveraünnehrin ikinci büyük şehri Semerkant'ın teslim şartları kararlaştırılırken burada bir caminin yapılmasına karşı konulmaması hükme bağlanıyordu. Kuteybe caminin inşasına bizzat nezaret ediyor ve yerli halkın herhangi bir taşkınlığına meydan vermemek için sıkı tedbirler alıyordu.

Bütün bu gayretlere rağmen halk arasında İslamiyetin fazla kabul görmediği, Cuma günleri halkı camiye çekebilmek için para ödülü verileceğinin vadedilmesinden anlaşılmaktadır. Kuteybe b. Müslim askeri başarılarını, fethettiği bölgelerde İslam dinini yayma hususunda gösterememiştir. Bunda Kuteybe'nin tutumundan ziyade Emevi hilafetinin takip ettiği Arap taraftarı politikasının tesiri olmuştur. Fethedilen bölgelerde İslamiyeti kabul etmiş olan fakat Arap olmayan unsurlar devletin gelirlerini artırmak gayesi ile her türlü vergiyi ödemekle mükellef idiler. Seferlere piyade olarak katılıyorlar ve Arap süvarilerinden daha az maaş, aynı zamanda ganimetten daha az pay alıyorlardı. Bu tutum müslümanlığın yayılmasına engel oluyordu.

Halife I.Velidin ölümünden (715) sonra hilafete geçen Süleyman zamanında (715-717) Horasan Valisi Yezit b.Mühelleb, Cürcan üzerine yürüyerek burasını zaptetmiş ve bölgenin hükümdarı Sûl-tegini esir almıştır. Sûl-tegin daha sonra müslüman olarak adamları ile birlikte Yezit'in hizmetine girmiştir. Ancak bu tek olay ile Cürcan bölgesinin tamamının müslümanlığı kabul etmiş olduğunu göstermez.

Türklerin İslam Dünyasındaki Liderliği

İslamiyeti kabul eden Türkler "İlahi Kelimetullah" davası uğruna tüm dünyaya Türk-İslam adalet ve hoşgörüsünü götürmekle kalmamış, hakimiyeti altında 30’dan fazla din ve ırktan insanı koruyup kollamayı kendisine vazife bilmiştir.

Türkler İslam dünyasının önderlik görevini ilk olarak Selçuklu Devleti zamanında kazanmışlardı. Selçuklu devleti ve onun mirası üzerine korulan Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde olsun ya da olmasın islam ülkelerine yapılan saldırıları kendi ülkesine yapılan bir saldırı olarak kabul ediyordu. Yavuz Sultan Selim Mısır’da hüküm süren Memlüklü Devleti’ne son vermesi üzerine islam dünyasının önderliği manevi olarak da Türklere geçti ve tüm islam dünyasının başkenti İstanbul oldu.

Mısır’ın ardından Kuzey Afrika ülkeleri de birer birer Osmanlı sınırlarına dahil edildi. İspanyol işgaline uğrayan Cezayir’e çıkarma yapan Barbaros Hayrettin Paşa bölge halkının sevgi gösterileriyle karşılandı. Türklerin Cezayir’e adım atışıyla birlikte İspanyolların ve İspanyollarla işbirliği içerisinde bulunan Cezayirli yöneticilerin halka yapmış oldukları zulüm son buldu.Cezayir’le birlikte Tunus, Fas, Libya, Irak, Körfez Ülkeleri ve Yemen’de Osmanlı topraklarına dahil edildi.

Türkler hakimiyeti altındaki topraklarda hiçbir zaman emperyalist bir yaklaşım içerisinde olmadı. Özellikle halkı müslüman olan ülkelerdeki insanlar, her alanda Türklerle eşit haklara sahipti. Arap halkları İslamiyete yapmış oldukları hizmetlerden dolayı Osmanlı Sultanlarına ve Türklere büyük sempati duyuyorlar ve "kavmi necip" olarak isimlendiriyorlardı. 4. yüzyıl Türk idaresi altında yaşayan Araplar, her türlü iç ve dış saldırıya karşı güven içinde bir yaşam sürdüler.

19. asırda bölgedeki doğal kaynaklara göz diken Batı ülkelerinin kışkırtmalarıyla Arap ülkelerinde esen bağımsızlık rüzgarı iddia edilenin aksine huzur ve güven ortamı sağlamadı. "Türkler Arap ülkelerinde sömürgecidir" iddiasıyla Arapları kışkırtılan Batılı güçler, 2. Dünya Savaşı sonuna kadar bu ülkeleri emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır

Türklerin İslam dünyasındaki ilk faaliyetleri İslam Devletinin bünyesinde olmuştur. Halife el-Me'mun zamanından itibaren isyanların bastırılmasında ve Bizansa yapılan gazalarda Türk Birlikleri önemli roller oynamışlardır. X. yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasında tam bir parçalanma dikkati çekmektedir. Merkezi hükümeti temsil eden Abbasi halifelerinin hükmü Bağdat'ın dışına çıkmıyordu. Ülkenin doğu eyaletleri Samanilerin idaresinde bulunuyor, Suriye de ise Hamdaniler istiklallerini kazanmışlardı. (929). Bunlardan çok daha tehlikelisi 899'da Bahreyn'de ortaya çıkan ve kısa zamanda Hicaz ve Suriye'de söz sahibi olan Karmatiler ile 908 Tunus'da kurulan, 969'da Kahire'yi zapteden ve daha sonra bütün kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve batı Arabistan'a hakim olan Şiî Fatimî hilafetini zikretmeliyiz.

Diğer tarafdan Büveyhiler 945 yılında Bağdat'ı işgal ettiler. Siyasî birliğin bozulması iktisadi çöküntüye zemin hazırlıyordu. İslam dünyasında bu parçalanma devam ederken Bizans İmparatorluğu toparlanıyor ve İslam Ülkelerine karşı saldırılarını sürdürüyor, toprak kazanıyordu.

İslam dünyasını parçalanıp zor durumda kaldığı sıralarda yeni bir güç ortaya çıkıyordu 1038 yılında istiklalini kazanan ve 1040 Dandanakan Savaşı ile İran'da yegane siyasi güç haline gelen Selçuklu Devleti Bağdat'ı Büveyhiler'in tahakkümünden kurtarıp Abbasi halifelerine manevi itibarlarını iade ediyor ve Bizans'a yaptığı seferlerle cihat ruhunu yeniden canlandırıyordu.

Halife Ömer zamanında başlayan Anadolu gazaları asırlarca devam etmesine rağmen bu kıtanın fethi bir türlü gerçekleştirilememişti. Bu büyük fetih Selçuklulara nasip olmuştu. Anadolu'yu bir Türk Müslüman ülkesi haline getirmede önemli bir merhale olan 26 Ağustos 1071 tarihindeki Malazgirt Savaşının meydana geldiği Cuma günü Abbasi Halifesi Kaim bi'emrillah tarafından hazırlanan ve aynı gün İslam memleketlerinin minberlerinde okunan hutbe, bu savaşın islam dünyasının kaderi üzerindeki ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Hutbede şöyle deniyordu: "Allah'ım İslamın sancağını yükselt...

Senin dinini şerefli ve yüce tutabilmek için onu lütufkar ve her zaman müessir olan desteğinden mahrum kılma... Ordusunu meleklerinle destekle, niyet ve azmini hayır ve başarıyla neticelendir. Çünkü o senin rızan için rahatını terk etti, malı ve canıyla buyruklarına uymak için senin yoluna düştü... Ona zaferi kısmet eyle... Ey Müslümanlar, onun için Allah'a dua ve niyazda bulununuz. Allah'ım, onun bütün güçlüklerini kolaylaştır. Ve şirke onun içinde boyun eğdir."

0 yorum: