', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: 10/12/07

12 Ekim 2007 Cuma

ULUSLAR ARASI ÖRGÜTLEME

ULUSLAR ARASI ÖRGÜTLEME

1-Organize olmanın tanımı
Stratejik planlar, tamamlanana kadar belirsiz bir takım kararlardır, ve bundan dolayı stratejiler bir firmanın rekabetçi konumunu, tamamlanana kadar etkilemezler.Stratejik kararlar yönünden hareket edilecekse, uluslararası yöneticilerin üzerinde düşünmeleri gereken bir anahtar değişken vardır-organizasyonel yapı. Organizasyonel yapılar, firmaların gelişen uluslararasılaşması esnasında dünya çapında rekabet edebilmeleri için bu doğrultuda değişmeli.
Organizasyon kelimesi ile anlatılmak istenen firma veya farklı bir kuruluş ile firmanın kaynaklarının koordine edilmesi sürecidir.Organizasyon, bir sistemin bağımsız parçalarının koordine edilmesi ve yönetilmesidir.
Organize etme ile, güç ve otoritenin üyeler vasıtası ile iletimi sağlanmış olur ve onlar arasında haberleşmenin kurulması sağlanmış olur. Organizasyonun yapısı organizasyonel birimlerin sınırlarını; değişik birimler arasında ilişkileri; otorite ve gücün ölçüsünü, sınırlarını ve lokasyonunu; ve resmi haberleşmenin yönünü belirler.
2-Çok Uluslu işletmelerde Organizasyonel Yapının gelişimi
Etkili organize olmanın iki basamağı vardır. Birincisi, yöneticiler, firmanın stratejilerini gerçekleştirecek ve bunun için global kaynakların kullanımını arttıracak bir organizasyonel yapı oluşturmalılar. İkincisi, uluslararası operasyonları gerçekleştirmek için gerekli olan haberleşme, otorite ve koordinasyonu kolaylaştıracak aktivite, ilişkiler ve sorumlulukları düzenlemeleri gerekir.
Firma uluslararasılaşmaya başladığında yeni stratejileri uygulayabilmesi için yeniden organize olmaya gider yani organizasyon yapısını değiştirir. Organizasyon yapısı firmanın zamanla büyümesi yatırımın kendisinin ve çeşitliliğinin artması ve buna bağlı olarak geliştirilen stratejiler ile değişmeye başlar.
3-Organizasyonel Yapılar
Firmalar uluslararsılaşma sırasında uğraştıkları alanlara göre farklı yapılar seçerler. Örneğin, uluslararası piyasaya yeni adım atan bir firma ile deneyimli denizaşırı firmaların yapıları birbirinden farklıdır. Ayrıca, yapılarını satış firmaları olarak organize eden firmalar ile yerel alanda üretim yapıp bu ürünleri değişik uluslararası pazarlarda satan organizasyon yapıları da yapı olarak farklılık gösterir. Yapılar stratejilere bağlı olarak da şekillenirler ve stratejilere uygun olmayan yapılar da yok olur veya değişir.
İlk Organizasyon Yapıları
Firmalara ilk etapta ithalat ile uluslararası pazarlara giriş yaparlar ve bu ithalat işlerini ya dışardan bir firmaya yaptırır veya ithalat hacmi arttıkça kendi içinde direkt olarak kendi pazarlama bölümüne bağlı bir uzantı olarak ithalat bölümü oluşturulur ve bu ilk etapta tek kişiden oluşur. Bu kişi direkt pazarlama yöneticisine bağlıdır. Şekil 1'de organizasyonun, ithalat departmanı ile oluşan ana fonksiyonel yapısı gösterilmiştir.
Şekil 1'deki yapı daha çok dar ürün grubu olan organizasyonlarda olur fakat ürün çeşitliliği arttıkça Ithalat yöneticisi ayrı bir departman oluşturup direkt başkana rapor verir. Bu tip organizasyon yapıları, daha çok ithalat yolu ile yapılan satış miktarının, lokal satışların küçük bir kısmını oluşturduğu sürece ve lokal satışlara destek niteliğinde devam ederse yeterli olur. Fakat denizaşırı satışlar arttıkça organizasyonun bu yapısı ihtiyaçlara cevap vermeyecek ve firma denizaşırı şubeler açacaktır.
Bu denizaşırı şubeler yapı olarak bağımsız, fakat direkt olarak ana ülkedeki uluslararası operasyonları yöneten departman aracılığı ile, firma başkanlığına bağlıdır. Bu tip şubeler girilen pazarda rekabet avantajı sağlarlar. Ayrıca ana firma bir ileri aşama olan üretici şubeler açarak hem firmanın belli maliyetleri azaltmış olur ve bununla sağlanan ürün fiyat avantajı ile pazarda rekabet avantajı elde eder.

Şekil 2'de uluslararasılaşmanın ilk dönemlerinde kurulan şubeleşme organizasyonu gösterilmiştir. Her şube bulunduğu bölgedeki operasyonlardan sorumludur.
Uluslararası Bölüm Yapısı
Uluslararası bölüm yapısı bütün uluslararası operasyonları merkezileştirir. Ek bir "uluslararası bölüm" oluşturulur. Bu düzenlemenin birtakım avantajları vardır. Bunlardan birincisi CEO'nun (Chief executive Officer)'in hem ana ülke işletme operasyonlarından ve ayrıca denizaşırı bayilerin operasyonlarından dolayı oluşan yükünün azaltılması. İkinci olarak da denizaşırı operasyonların konumunu ana bölümlerin operasyonlarının seviyesine yükseltmesi. Uluslararasi aktiviteler konusunda bütün bilgiler, otoriteler ve karar alma mekanizmaları bu bölüme kanalize edilerek, uluslararası operasyonlar konusunda tek birim oluşturulmuştur. Böylece uluslararası faaliyetlere önemli derecede yoğunlaşma başlamıştır.
Bu yapının bir dezavantajı olabilir, operasyonları iki kategoriye ayırarak, biri ana diğeri denizaşırı faaliyetler, iki bölüm arasında rekabet oluşturabilir. İkinci olarak da bu yapı ana faaliyetlerin global pazara yayılması için baskı oluşturabilir. Bu da, daha çok yerel pazar üzerine yoğunlaşmış yönetimlerde güçlükler yaratabilir.
Global Organizasyonel yapılar
Firmalar uluslararası faaliyetlerini geliştirdikçe, ve bu faaliyetlerden elde ettikleri kazançlar arttıkça firmaların stratejileride daha global hedefler yönünde değişir. Buna bağlı olarakta bu stratejileri başarılara ulaştıracak organizasyon yapılarının oluşması gerekmektedir. Dolayısıyla oluşturulan stratejilere göre organizasyon şekilleri değişmektedir. Uluslararası bölümün yerini bütünleşmiş global yapılar alır.Global organizasyonel yapılar genel olarak 3 şekilde organize olurlar: ürün, alan ve fonksiyonel olmak üzere organize olabilirler. Bazı kaynaklarda ayrıca matrix ve karışık olmak üzere ek iki adet organizasyon biçimi daha belirtilir.
-Global ürün bölümü:
Global ürün bölüm yapısının yapısal düzenlemesinde, oluşturulan ürün gruplarının dünya çapında sorumluluğu yerel bölümlere verilmiştir. Bu yapıda her ürün veya ürün grubu farklı bir bölüm tarafından temsil edilmektedir. Her bölümün kendi yöneticisi vardır ve bunlar da kendi üretim ve satış fonksiyonlarından sorumludur. Bu tip organizasyonlarda her ürün bölümü şirket için stratejik bir birimdir.
Çeşitli ürün gruplarına sahip firmalar "ürün bölümü" organizasyon yapısını tercih etmektedirler. Çünkü bu firmaların, değişik teknolojilere sahip ürün grupları vardır ve her ürünün kullanıcı kitlesi farklıdır. Dolayısı ile değişik ürünler için farklı pazarlamalar gerekmekte dolayısı ile ürün ve pazarın entegrasyonuna ihtiyaç vardır."Ürün bölüm yapısı", bu tip ürünleri pazarlamada en uygun organizasyon yapısıdır. Ayrıca belli bölgelerde tüketicilerin ürünlere yönelik belli talepleri pazarlama açısından önem kazanmakta, belli bölgesel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bu organizasyon yapısı uygundur. Ayrıca ürün gruplarının değişik coğrafi bölgelerde yaşam eğrisinin farklı aşamalarında bulunmaları dolayısı ile bu bölgelerde bu ürünleri pazarlamak için bu yapı tercih edilmektedir.
Global ürün bölümleri kar merkezleri olarak işlev görmekteler. Ürünler genelde yaşam eğrisinin büyüme aşamasındadırlar ve bundan dolayı dikkatli bir şekilde ürün reklamının yapılması ve pazarlanması gerekmektedir. Bundan dolayı ürün bölümü yöneticileri faaliyetlerini büyük özerklik içinde yapmaktalar, önemli kararlar verme otoritesine sahiptirler. Fakat belli dönemlerde bütçe konusunda, belli kararlarda merkezin kontrolünden geçmekteler.
Bu yapının dezavantajları, her bölüm için fazla sayıda personel gerektirmesi, talep olan ürünlere yoğunlaşarak özel ilgi gerektiren ürünlerin bir yana bırakılması ve firmanın kar kaybına uğraması, ürünlerinin dünya çapındaki taleplaerini karşılayabilecek yöneticilerin olması gerekliliği. Birçok yönetici yerel pazar hakkında bilgi sahibi iken uluslararası pazarlar hakkında bilgi sahibi olmamaları. Değişik ürün gruplarının ortak aktivitelerinin koordine edilmesinin zor olması da bir dezavantajdır. Örn.: Hewlett- Packard .
-Global Alan bölümü
Bu organizasyon yapıları ürün merkezli organizasyon kurmaktan çok coğrafi alanlara göre organize olmuştur. Bu daha çok polisentrik yani ana ülke merkezli bir organizasyon yapısıdır.
Coğrafyaya göre organizasyon yapısı genelde hizmet, finans ve üretici olmayan firmalar gibi ayrıca petrol üretici firmalar ile maden firmaları tarafından tercih edilir. Coğrafik organizasyonlar genelde fabrikanın ham maddeye, ana pazarlara veya özel personele yakın olunması gerektiği durumlarda, mantıklıdır.
Bu tip organizasyonlarda her bölgedeki oluşturulan, bölümler o bölgedeki tüm faaliyetlerden sorumludurlar. Global alan yapıları bölüm yöneticilerine lokal bazda taleplere ve düzenlemelere hızlı cevap vermelerini sağlayacak bir özerklik sağlar.
Bu da onlara bulundukları bölgede rekabet avantajı sağlar. Ayrıca bu organizasyonda, bulunulan coğrafi bölgelerde, üretim birimleri açarak maliyetler azaltılırsa en etkili hali alır. Çünkü yerel koşullara uygun üretimi yerinde yapmak, bunu dışarda ürettirip getirmekten çok daha az maliyetlidir.
Bu yapı ürün grubu dar olan organizasyonlar için uygun olmakla beraber ürün çeşitliliği arttıkça koordinasyon daha da zorlaşacaktır. Dar ürün gruplu firmalar yerel bölgeyi tanıdıktan sonra faaliyetlerini daha iyi organize edip şirket genelinede olumlu etki ederler. Fakat ürün çeşitliliğinin artması ve yerel koşullara çok fazla eğilinmesi durumunda şirketin genelinden uzaklaşma riski vardır. Ayrıca bölgesel yöneticilere yeni ürünler sunup yerel bölgelere sattırmak güçleşebilir çünkü belli ürünler zaten satıldığı için yeni ürünlerle pazara girmek isteyebilirler. Yenilikleri kabul ettirmek zorlaşabilir.
-Global Fonksiyonel bölüm
Fonksiyonel organizasyonlar, fonksiyon olarak adlandırılan belli bir aktiviteyi veya benzer, birbiri ile ilgili bir grup aktiviteyi yapan kişileri bir departmanda birleştirir. Pazarlama, finans departmanı gibi.Fonksiyonel organizasyonlar departmanlaşmanın en temel ve mantıklı şeklidir. Bu tip organizasyonlar daha çok dar ürün grupları bulunan ve yoğun merkezileşmenin baskın olduğu küçük işletmeler tarafından kullanılır. Çünkü kaynaklar küçük işletmelerde, en etkili şekilde bu organizasyon yapısı ile kullanılır. Organizasyonlar hem coğrafik olarak yayıldıkça hem ürün yelpazesi büyüdükçe fonksiyonel organizasyon yapısı yetersiz kalır. Çünkü fonksiyonel birimlerin yöneticileri direkt olarak merkeze rapor verip belli kararlar için beklemek zorunda kalırlar ve bu da işleyişe yavaşlatır dolayısı ile bu yapılar ihtiyaca cevap veremez konuma gelirler. Bu tip organizasyon yapıları maden ve petrol firmaları haricinde fazla kullanılan yaygın bir yapı değildir.
Matriks organizasyon yapısı
Matriks yapılarda hem fonksiyonel bölümleme hem de ürün bazında bölüm yapısının bir birleşimidir. Matriks yapının en belirgin özelliği otoritenin iki hatlı olması. Şekildeki örnekte gösterildiği gibi vertikal olarak fonksiyonel hiyerarşinin otoritesi görünmektedir. Horizontal olarak da bölümsel hiyerarşinin otoritesi görünmektedir. Vertikal yapı geleneksel kontrolü fonksiyonel departman ile sağlarken, horizontal yapı departmanlar arası koordinasyon sağlıyor. Bu yüzden matriks yapı her iki yapı için, fonksiyonel ve bölümsel ilişkiler, arasında komutsal bir zincir oluşturur. Bu ikili yapı sonucunda bazı çalışanlar iki kişiye aynı zamanda rapor verirler.
Matriks örgütlerin en belirleyici özelliği, normal uygulamaların tersine bazı yöneticilerin iki üste bağlı olmasıdır. Gerçekte matriks yapı, fonksiyonel ve mal tipi örgüt yapılarının olumlu yanlarını tek bir yapı içinde toplamak düşünce ve ihtiyacından doğmuştur.
Matriks yapıda üç anahtar rol vardır. Üst yönetici (top leadership). Geleneksel organizasyonlardaki rol ile benzer bir rolü vardır. Matriks yönetici ,karenin kenarlarında bulunan yöneticiler. Genelde, biri ürün bazlı bir yönetici, diğeri ulusal, bölgesel veya ülke bazında bir yöneticidir. İki- yöneticili yönetici (two boss manager), işin normal fonksiyonlarından sorumludurlar. Bunlar her iki mariks yöneticiye rapor verirler.
Bu yapı, daha çok global şirketler tarafından kullanılır. Global şirketler için problem, çeşitli ürünlerdeki her ürün grubu için her ülkede eşzamanlı koordinasyon sağlamak. Örneğin plastik bir ürünün satışını dünya çapında organize eden plastik ürün grubu ile, Almanya'da bölgesel olarak bu ürünle ilgilenen yönetici, bu ürünle ilgili raporu hem ülkesindeki yöneticiye hem de ürün yetkilisine verecektir. Bu şekliyle matriks örgütlenme geleneksel örgüt yapılarındaki tekli komutayı kaldırarak, hem fonksiyonel hem de bölümsel hatlara aynı önemi vermiştir. İlk başlarda otorite karmaşası oluşsa da, bu matriks yapı kullanıldıkça her coğrafi bölge ve her ürün grubu için eşzamanlı mükemmel bir koordinasyon sağlar. Bu yapının başarısı daha çok matriks rolündeki iki yöneticiye rapor veren kişilere bağlıdır.
4-Yeni Geleneksel Olmayan Organizasyonel Yapılar
Uluslararası işletmeler faaliyetlerini geçmişteki yöntemlerden farklı olarak geliştirmişlerdir. Bunlar tam birleşme, Joint venture, şebeke organizasyonlar ve Keiretsu'dur.
Tam birleşme (merger); İki veya daha fazla firmanın tek işletme haline gelmesidir. Bir işletme diğerini satın alıp, ona katılabileceği gibi, bunların yeni bir işletme olarak ortaya çıkmaları da mümkündür. İki küçük işletmenin birleşip, tek büyük işletme olması; veya iki işletmenin birleşerek dev bir işletme haline gelmesine sık rastlanır. ABD'de işletmelerin tam birleşme yoluyla daha da büyüyüp devleşmelerine Federal devlet antitröst yasalara dayanarak engel olmaya çalışmaktadır.
İşletmelerin birleşip daha büyük işletme olmaktan sağlayacağı faydalar şunlardır: Genel yönetim araştırma ve geliştirme, reklam v.b. giderlerin tasarruf; pazarda tekelci güç sağlama; daha fazla uzmanlaşma; finansal gücün ve kredi bulmanın çeşitli avantajları.
Burda oluşan organizasyon yapısı yine aynıdır fakat iki firmanın ihtiyaçlarını karşılar.
Ortak Yatırım (Joint Venture): İki veya daha fazla işletmenin ortak bir şekilde yeni bir işletme kurup, sahip olmalarıyla gerçekleşmektedir.Kurulan yeni işletmeye Joint venture denmektedir. Joint venture gibi , uluslararası ortaklıklar, belirli bir pazara girmenin kolay, hatta bazen tek yoludur. Çokuluslu işletmeler temelde böyle anlaşmalar yaparak, yerel ortak aracılığıyla evsahibi ülkedeki çevresel koşullar hakkında daha kolay bilgi elde ederek yatırım riskini de azaltabilirler.
Her iki tarafın bu birleşmeden farklı beklentileri olabilir. Bir taraf için girilecek pazar ilginç gelebilecekken diğer taraf üretim teknolojileri hakkında bilgi edinmek isteyebilir.Joint venture'in iki temel biçimi yeni ürünlerin üretilmesi ve satılmasıdır.
Ortak Yatırım: Yeni bir işe girmenin yüksek riskini azaltır, küçük işletmelere büyük işletmelerle rekabet gücü kazandırır., yeni teknolojileri kolayca elde edebilme imkanı verir.
Bu birleşmeden sonra organizasyonların her ikisinin de beklentilerini karşılayacak, birleşmeyi en etkili şekilde gerçekleştirecek bir organizasyon yapısı oluşmalıdır. Genelde bu birleşmede oluşan organizasyon yapısı matriks organizasyondur.
Şebeke organizasyonlar, bu tür yapının temel özelliği; bir mal veya hizmeti üretebilmek için yapılması gereken iş ve faaliyetlerin ve bunun için gerekli olan kaynakların tek bir işletmenin bünyesinde toplanması yerine, farklı işletmelere dağıtılmış olmasıdır. Yani aynı amaca hizmet eden işler ve bunun için gerekli olan kaynaklar ayrı ayrı işletmelerin bünyesinde yürütülmekte ve toplanmaktadır. Şebeke organizasyonun diğer bir özelliği de daha önceki organizasyon yapılarının ana karakteri olan "komuta ve kontrol" bakış açısı yerine, hiyerarşik kademeleşmeden mümkün olduğu kadar uzak yatay ilişkiler içinde çalışan birimlerden oluşmasıdır.
Şebeke yapıda firma ana fonksiyonlarının çoğunu farklı taşeron firmalara vermiştir ve bunların faaliyetlerini merkezde koordine etmesidir. Bu tip bir organizasyon, ana merkez ve ana merkezin etrafında bulunan va uzmanlardan oluşan bir şebeke ile çevrelenmiş olarak Aklî Yoğun Örgütler (Polynoetic Örgütler)
2000 ‘li yıllarda örgütler, bilgi transferine ve entegrasyona daha çok önem vermektedirler. Dolayısıyla örgüt içinde bilgi alışverişini ve bütünleşmeyi geliştirmeye çalışacaklardır. 2000 ‘ li yıllar için önerilen örgüt yapılarından birisi de Akli Yoğun örgütlerdir. Bir Akli Yoğun örgütün beş temel prensibi vardır. Bunlar;
1. Akli Yoğun Örgüt dizaynı hiyerarşik bir düzene dayanamaz. Hiyerarşi bütünleşmeyi sağlamanın bir yoludur ancak tek yöntem de değildir.
2. Uzmanlık bilgisine sahip olan insanların, uzmanlık bilgisine ihtiyaç duyan diğerleriyle birlikte çalışma becerisine sahip olmaları gerekmektedir. Bu prensip örgütün hareket özgürlüğünü en yüksek seviyeye çıkarmasıyla ilgilidir.
3. Bilginin örgüt içinde kapsamlı olarak paylaştırılması ve kolay bir şekilde erişilebilir olması gerekir. Bilginin sistem içinde nasıl varolduğunu ve ona nasıl ulaşılacağını bilmek herkes için çok önemli olduğundan dolayı,örgütün holografik olması gerekir.
4. Bütünleşmeyi ve istikameti sağlamak için, insanların amaçlar ve stratejilerde mutabık olmasını sağlayan yöntemlerin olması gerekir. Buradan hareketle dördüncü prensip, örgütün bütünleşme faaliyetleri ve hedef tespiti açısından bilgili insanları gerektirmesi ile ilgilidir.
5. Son prensip bilginin kullanımı ve geliştirilmesi bilgiye ve özveriye sahip insanların varlığını gerektirdiğinden dolayı, öğrenmeyi özendirmek, desteklemek ve ödüllendirmek için dizayn edilmesi gerekir.

Akli yoğun örgüt, örgüt tarafından girişilen proje ve faaliyetlerin temsilcileri olan bilgi işçilerinin merkezi bir grubu tarafından koordine edilir. Ayrıca, bütünleşmeyi sağlayan bu grup uygun olan bilgilerle karar almak için kritik bilgileri sağlayan finansal analiz gibi idari destek sistemlerini temsil eden bireyleri de içerir. Akli yoğun örgüt, öğrenen projeler olarak adlandırılan takımları da içermektedir. Öğrenen projeler, proje takımlarından veya merkezi kaynak gruplarından olan bireyler için çeşitli fırsatlar sağlar.

Akli yoğun örgütlerin akıcılığını desteklemek için, örgüte yönelik içsel ve dışsal bilgi kaynakları veri tabanına kolayca erişime izin veren bilgi teknolojilerinin varolması gerekir. Akli yoğun örgütün her bir üyesi en azında iki sorumluluğa sahipti. Birincisi, halen üzerinde çalışmakta oldukları projeler yöneliktir. İkincisi ise, geleceğe yöneliktir. Gerçek akli yoğun örgütlerde ikinci sorumluluk birincisine göre daha yoğundur. Akli yoğun örgütte çalışanlar yapılacak işlerde bilgi ve becerilerine göre diğerlerine yardımcı olabilmektedir. Bu örgütsel yapı, başarı için insanların yeteneklerinden faydalanmanın ve bu yetenekleri geliştirmenin tek yolu olduğunu savunur. Akli yoğun örgütlere örnek olarak halka yakın kamu grupları, profesyonel servisler ve danışmanlık firmaları verilebilir( Passmore, 1994:165-171)

Şebeke Örgütler

Bir şebeke örgütü tanımlayan nedir ? Davranış penceresinden bakıldığında bir şebeke kişiler, pozisyonlar,gruplar veya örgütleri içeren sosyal ilişkiler modelidir. Bu tanım, farklı analiz seviyeleri ve yapı üzerinde durduğu için faydalı bir tanımdır. Şebeke örgütler amaç, süreç ve yapı unsurlarına göre tanımlanmaktadır. Yapısal olarak şebeke örgüt paylaşılmış kontrol altında yardımcı uzmanlığa dayanan, özellikle soyut varlıkları birleştiren örgüt modelidir. Ortak yatırımlar önemlidir, çünkü varlık, iletişim ve etkin yönetim yaratır. Prosedür olarak bir şebeke örgüt katılımcıların eylemlerini örgüt içindeki kendi rolleri ve pozisyonları ile sınırlandırır. Bir şebeke örgüt hem işletme birimleri içerisinde hem de dışsal birimler arasında saydam sınırlar meydana getirir. Yönetim daha az hiyerarşik olur. Bu durum daha yüksek derecede soyut, yerel ve uzmanlaşmış teknik bilgiyi ifade eder. İletişim doğrudan kurulur ve kanallar yoluyla değil karşılıklı oluşturulur. Görevler daha çok projeye dayalıdır ve daha az fonksiyoneldir (Alstyne,1997:5-6).

Şebeke örgütler bir mal veya hizmet üretmek için iki veya daha fazla kuruluşun aralarında işbölümüne giderek uzun süreli işbirliğine yönelmelerinden ortaya çıkan örgüt modelidir. Aralarında herhangi bir hiyerarşik üstünlük yoktur(Eren,1997:215-222). Network örgüt yönetimi kavramı yedi ilkeye dayalıdır(Merih, 2001,on-line):
1- Stratejik yönetimle yeniden yapılanmanın gerçekleştirilmesi
2- Networkun delegasyon ve kontrol yapısının yatay bir anlayışla tasarımı
3- Entegral iş sorumluluklarının delege edilmesi
4- Müşterilerin ve tedarikçilerin Network bileşeni olarak algılanması,
5- Fonksiyonel ve operasyonel sorumlulukların stratejik entegrasyonu
6- Network birimlerinin yönetim süreçleri üzerinde ağırlıklı bir etkiye sahip olması,
7- Bürokratik kurallarla kontrolu kaldırarak katılımcılığa ve iç girişimciliğe prim verilmesi,
Bu tür yapının temel özelliği; bir mal veya hizmeti üretebilmek için yapılması gereken iş ve faaliyetlerin ve bunun için gerekli olan kaynakların tek bir işletmenin bünyesinde toplanması yerine, farklı işletmelere dağıtılmış olmasıdır. Yani aynı amaca hizmet eden işler ve bunun için gerekli olan kaynaklar ayrı ayrı işletmelerin bünyesinde yürütülmekte ve toplanmaktadır. Şebeke örgütün diğer bir özelliği de daha önceki örgüt yapılarının ana karakteri olan "komuta ve kontrol" bakış açısı yerine, hiyerarşik kademeleşmeden mümkün olduğu kadar uzak yatay ilişkiler içinde çalışan birimlerden oluşmasıdır. Şebeke yapıda firma ana fonksiyonlarının çoğunu farklı taşeron firmalara vermiştir ve bunların faaliyetlerini merkezde koordine etmesidir. Bu tip bir örgüt, ana merkez ve ana merkezin etrafında bulunan ve uzmanlardan oluşan bir şebeke ile çevrelenmiştir. Şebeke örgütler üçe ayrılır
-Dahili şebekeler: Bir işletme bünyesindeki temel faaliyetler farklı işletmelerin konusu olmakta, ancak kaynakların tümü yine aynı bünyede kalmaktadır.
-Dengeli şebekeler:Bu şebekeler birbiriyle karşılıklı alışveriş içinde olan işletmelerden meydana gelir. Bu işletmelerin herbiri bağımsız kaynaklara ve yönetime sahiptir. Sadece belli bir mamul veya hizmet üretimi için birbirleriyle ilişki içindedir.
-Dinamik şebekeler: Lider konumunda işletme yoktur. İşletmelerin herbiri kendi üretimi için koordinatörlük yapar, diğer işletmelerle alışveriş içine girer.
Şebeke örgütlere bağlı taşeron firmalar ile istenildiği an ilişki kesilebilir veya bu şebekeye yeni firmalar eklenebilir. Şebeke yapının ortaya çıkış nedeni de yine firmanın kendi ana işini yapması ve diğer işleri farklı işletmelere dağıtmasıdır. Bu şekilde işletme çevresel değişmelere hemen cevap verebilecek yapıya ulaşarak rekabet gücünü arttırır (On-line1,2001))

Öğrenen Örgütler

Örgütsel öğrenme genelde üç aşamalı bir süreçle karakterize edilir. Bunlar; bilgi elde etme, bilgiyi yayma ve paylaşılmış uygulamadır. Bilgi doğrudan tecrübeden, diğerlerinin tecrübelerinden veya örgütsel hafızadan elde edilebilir. Ancak, örgütsel öğrenme kişisel öğrenmeden bilginin yayılması ve bilginin ortak olarak kullanılması bakımından ayrılır (Garavan,1997:18). Öğrenen örgüt adı altında gelişen kavram ve uygulamalar büyük ölçüde bir bütün olarak şirketlerin rekabet güçlerini arttıracak tarzda bilgi yaratma ve kullanma yeteneklerinin geliştirilmesine yönelmiştir. Çünkü bilgi çağında rekabet etme gücünü arttıramayan şirketler kısa sürede yerlerini kaybedecekler ve pazardaki yerlerini başka şirketlere kaptıracaklardır. Öğrenen örgütlerde ideal olarak kurumdaki konumu,mevki yada hizmet süresi ne olursa olsun her birey öğrenme yoluyla sürekli olarak kendini geliştirecektir. Yani her gün bir önceki güne göre daha iyi olmaya çalışacaktır.
Öğrenen örgüt kavramı 1990 yılında Peter SENGE’nin “The Fifth Discipline” adlı eserinde ilk olarak görülmüştür. Bu kadar kısa bir sürede işletmelerde bu kadar popüler olmasının nedeni ise toplumların sanayi toplumundan hızla bilgi toplumuna geçmesidir. Bilgi ise işletmelerin ve toplumların gelişmesinde temel faktör olmuştur. Belirsizliklerle dolu ve belirsizliğin hakim olduğu durumlarda şirketlerin elindeki bilgi şirketler için en büyük silah olmuştur. Çünkü böyle piyasalarda pazar unsurları sürekli değişmekte,yeni teknolojilerin çok kısa aralıklarla değiştiği , ürünlerin çok kısa sürede demode olduğu , rakiplerin hızla çoğaldığı bir pazarda işletmenin hayatta kalabilmesi için yapması gereken, yeni bilgiler geliştirip bu bilgiyi örgütün tamamına yayması, bu bilgiyi çok kısa sürede uygulaya bilmesi ve yeni ürünler üretebilmesine bağlıdır. İşletmelerinin bunu başarabilmeleri için örgütlerin öğrenen örgüt olması gerekmektedir. Başka bir ifade ile öğrenen örgüt; İşletmelerin, sürekli olarak yaşadıkları olaylardan çıkarabildikleri sonuçlar ile çevre şartlarına kendilerini uydurabilmeleri, personellerini çevre şartlarına göre geliştirici bir sistem kurabilmeleri ve bu sistem sayesinde sürekli değişen ve kendini yenileyen dinamik bir örgüt olmasını ifade etmektedir.
Öğrenen örgütlerin diğer örgütlerden farkı ise :
a) Öğrenme olayı insanların yaptıkları her şeyin içine dahil edilmiştir.
b) Öğrenme anlık bir olay değil bir süreçtir
c) Bireyler kendilerini geliştirirken kurumlarını da değiştirirler.
d) Kurum kendisinden de bir şeyler öğrenir çalışanlar kurumu yenilikler konusunda eğitirler.
e) Öğrenen örgütlerde bireyler yaratıcıdır bireyler kurumu yeniden yapılandırırlar.
f) Öğrenen örgütlerin bir parçası olmak bireylere keyif ve heyecan verir(Selvi,Öğrenen Organizasyonlar,2000,on-line)
Değişimin sürekliliği öğrenmenin de sürekli olmasını zorunlu kılar. Değişim öğrenmenin sonunda gelir. Çoğu işletmenin kavrayamadığı temel gerçek; insanların ve örgütlerin iyileştirmeye gitmeden önce, öğrenmelerinin gerekli olduğudur.
Örgütsel öğrenme, temelde bir geri besleme sürecinin sonunda ortaya çıkar. Geri beslemenin ortaya çıkabilmesi ise, öncelikle bir eylemin yapılmasını ve bu eylemin sonucunun izlenmesini gerektirir. Birçok TKY stratejisinin başarısız olmasının nedeni, tasarımcıların Süreç İzleme/İnceleme konusundaki yetersizlikleridir. Tüm örgütler öğrenir, bu yüzden öğrenen örgüt kavramı pratik olarak ayırt edici değildir. Örgütler öğrenirken de yok olabilirler; yanlış öğreniyor ya da yeterince hızlı öğrenmiyorlardır. Esas konu örgütlerin öğrenmesi değil; hız, ekonomi, doğruluk bakımından nasıl ve ne öğrendikleridir. Öğrenme deyince, tek döngülü/adaptif ve çift döngülü/yaratıcı öğrenmeden hangisini kullandığımızı belirtmek gereklidir. Tek döngülü öğrenme, gerçekleştirilen eyleme ilişkin teori hakkındaki fikirlerimizin aynı kaldığı öğrenme türüdür. Çift döngülü öğrenme ise, sadece nesnel gerçekler hakkında değil, aynı zamanda gerçeklerin arkasındaki güdüleri ve mantığı anlamaya yönelik sorulara cevap bulmaya çalışır. Öğrenen örgüt stratejisine sahip olmak üç tamamlayıcı strateji daha gerektirir:
Dalga Stratejisi: Konuya en yoğun odaklanan, en kısa vadeli stratejidir. Bir analiz çalışmasıyla, hangi temel gelişme noktalarında öğrenmenin hızlandırılması gerektiğini ve sonucunda işletmenin, rakiplerinin önüne geçecek nasıl bir dalga yaşayacağını ortaya çıkarır.
Yetiştirme Stratejisi: Daha hızlı öğrenen insan özelliklerinin ortaya konulması, bu profile uygun insanların işe alınması ve geliştirilmelerini kapsar.
Dönüşüm Stratejisi: Tüm çalışanların daha hızlı öğrenen kişilere dönüştürülmesini sağlayacak yöntemlere odaklanır. Dönüşüm stratejisi doğru uygulandığında örgütsel öğrenme üzerinde en büyük etkiyi yaratacak olan stratejidir (On-line2).

Sanal Örgütler

Sanal örgüt, coğrafi bölgelerdeki işletmelerin belirli ürünlerin üretilmesi amacıyla haberleşme teknolojisi yardımıyla birbirlerine bağlanan, uyumlu hale gelen ve sanki tek bir işletme varmış gibi çalışan bir örgüt olarak tanımlamak mümkündür. Sanal örgüt, çalışanların belli bir yerde toplanmadığı değişik mekanlardaki işletmelerin bir ürün veya hizmetin üretiminin belirli safhalarında yer aldığı, bilgisayar olanaklarıyla sürekli haberleşme içinde bulunan ve sanki tek bir örgüt gibi müşterilerine mal ve hizmet sunan bir örgüttür( Koçel, 1998:319). Sanal örgütler coğrafi olarak dağınık görünüşlü uluslar arası farklı bir çok yasal varlığın bir araya gelmesinde oluşmuştur(Holland,1998:2).Sanal iş örgütlerinde kişiler bazen farklı zamanlarda da çalışabilirler(Manheim& Firtz,1998:5-6).
Sanal örgütün yapısal iki ana özelliği vardır (Bond,1998:38);
1. Bütünü oluşturan operasyonların karşılıklı dayanışması,
2. Bunlar arasındaki sorumluluğun dağıtımıdır.
Bir çok açıdan sanal örgüt, örgüt içi harici kontrol stratejilerinin uzantısıdır. Sanal örgütte önemli olan şirketlerin kendilerine en uygun alanlara yoğunlaşmalarına izin verilmesi ve diğer işleri dışarıdaki firmalarla anlaşmalar yoluyla yürütebilmesidir(Hodge&Anthony,1996:225)

ÖRNEK OLAY

-Keiretsu, Japonya'nın en büyük endüstriyel grubuna verilen addır. Genelde bu grupta baskın olan büyük bir üreticidir veya bankadır. Keiretsu üyeleri marka ismini paylaşırlar. Bu yüzden bir takım kredilere ulaşmaları daha kolaydır ve devralınmaları daha zordur. Bu yapıda bir grup işletme entegre olmuştur ve birbiri ile sıkı işbirliği içinde çalışırlar. Keiretsu'lar yapı itibarı ile çok büyük bir şebeke yapıyı oluştururlar. Bu şebeke yapı horizontal ve vertikal olarak entegre olmuş bir yapıdır.
Buna en iyi örnek Mitsubishi'dir. Mitsubishinin Keiretsu'yu geliştirme sebebi Amerikan Rockerfeller'in devralınması idi. Yarı iletkenler, televizyon üreticiliği, bankacılık, gıda ve diğer endüstri dallarını araba üreticiliği yanında yapmaktadır.
Global rekabetin artan gücü organizasyonları geleneksel yapılarını değiştirmeye zorlayan bir faktördür. Mitsubishi, 28 ana üyeden oluşan network ağı ile yüzlerce firmadan oluşmaktadır. Bunlar mülkiyet ve yönetim ilişkileri ile birbirine bağlıdır. Üç ana faaliyeti Mitsubishi Corporation , ticari firmayı, Mitsubishi Bank, Keiretsu'nun finansmanını sağlıyor, Mitsubishi heavy industries, en büyük üreticilerden biridir. Bu grup yapısı yeterli globalizasyon sağlamak için oluşmuştur. Geleneksel yapılarını değiştirmeden Keiretsu'ların rekabet edebilmeleri Keiretsuların gücünü göstermekte. Keiretsu'lar bu bakımdan oldukça etkili olmuşlardır.
Bu yapıda firmalar birbirine matrix yapıdaki gibi otorite ilişkileri ile bağlı değildir. Bunlar daha çok çapraz mülkiyet ilişkileri, uzun süreli iş ilişkileri, birbirine bağlı yönetimlerle ve sosyal bağlarla (birçok kıdemli yönetici eski sınıf arkadaşlarıdır) birbirine bağlıdır. Bir çeşit şebeke yapısı olan Keiretsu'lar Japon çokuluslu firmaların başarılı olmasının en büyük sebebi olarak görülmekte. Örnek olarak Keiretsu'lar tüm Japon Firmaları içinde yüzde birlik kısmının 1/10 'undan azını oluşturmalarına rağmen Tokyo borsasında tüm hisselerin yarısından fazlasına sahipler, U.S. high tech firmalarına yapılan yatırımların yarısından fazlası ve California'da yapılan Japon üretimlerin yüzde ellisini oluşturmaktalar. Keiretsu'ların ne kadar güçlü olduğu görülmektedir. İlk japonya'da oluşan bir organizasyon yapısı olmasına rağmen Keiretsu'lar Amerikan firmaları tarafından da kullanılmaktadır.


5-Uluslararası Firmaların Organizasyonel Karakteristikleri

Uluslararası firmalar benzer organizasyonel yapılara sahip olsalarda hepsi aynı şekilde işlemiyor. Bunun çeşitli sebepleri vardır genel stratejiler, çalışanların tavrı ve yerel koşullar.
Organizasyonel karakteristikler resmileştirme, özelleştirme ve merkezileşme olarak incelenecektir.

Resmileştime (Formalization)

Çalışanları yönetmek ve kontrol etmek için kullanılan dokümantasyonlardır. Yazılı dokümanlar ilkeleri, prosedürleri, iş tanımlarını ve düzenlemeleri içerir. Bu tip örgüt işletme içinde ilişkilerin kanun ve kaidelerle belirlenmesi ile ilgilidir. Bu dokümanlar ile görevlerin, sorumlulukların ve karar merkezlerinin tanımlanması ile organizasyon şeması tamamlanmış olur. Bu tip yapılar bürokratik modele girmekte.


Yazılı dokümanlar organizasyonlara yardımcı olması amacıyla oluşturulmuş olsa da genelde kırmızı sınırlar oluşturarak daha olumsuz sonuçlar oluşturur. Birçok firma değişen global çevreye daha çabuk uyum sağlayabilmek için daha az resmiyeti tercih etmekteler.

Özelleşme (Specialization)

Organizasyonlarda birçok görev bulunmaktadır. Özelleşme ile yapılan belli görevlerin, bireylere verilmesi yani özelleşmesidir. Bununla verimliliğin daha çok artacağına inanılmıştır. Her departmandaki kişiler sadece kendilerine özel işleri yapmaktalar.
Horizontal özelleşme, burada bireyler bir fonksiyonun yerine getirilmesi için görev verilmiştir. Müşteri İlişkileri, satış, eğitim v.b. Kişiler böylece belli bir alanda fonksiyonel uzman olmaktalar.
Vertikal özelleşme, iş belli bir grup veya departmana verilir ve herkes sorumludur. Vertikal özelleşmenin bir karakteristiği de hiyerarşiler arasında açık farklılıklar olması. Üst düzey ve alt düzey deki statüler arasında farklılıklar vardır.
Merkezileşme (Centralization)

Merkezileşme(cetralization) ve merkezden uzaklaşma (decentralization) kavramları, kararların alındığı hiyerarşik düzey ile ilgilidir. Merkezileşme, karar yetkisi daha çok organizasyonun üst düzeylerindedir. Merkezden uzaklaşma, karar yetkisi organizasyonun alt düzeylerine itilmiştir. Yenilikçi olamaması, değişikliklere çabuk uyum sağlayamaması , ve insan kapasitesini tam kullanaması yüzünden organizasyonlar günümüzde merkezden uzaklaşmayı tercih etmekteler .Böylece üst düzey yöneticiler üzerindeki yük azaltılmış olur ve bazı kararların işe daha yakın olan kişiler tarafından verilmesi sağlanarak, dışardaki değişimlere daha çabuk uyum sağlanmış olur. Organizasyonun durumuna göre karar verme düzeyi belirlenmelidir.

1-Büyük değişim ve belirsizliklerin yoğun olduğu dönemlerde merkezi olmayan karar mekanizmaları seçilerek hızlı değişimlere ve belirsizliklerle baş edilebilir.
2-Firmanın stratejileri ile seçilen karar mekanizması düzeyi uyumlu olmalıdır.
3-Kriz dönemlerinde ve firma hatalarının riskli olacağı dönemlerde merkezileşme derecesi yüksektir, merkezileşme tercih edilir.

ULUSLARARASI TERÖRİZM

ULUSLARARASI TERÖRİZM



Kavram Olarak Terör ve Terörizm

Terör çokça kullanılan bir kavram olmasına karşın üzerinde konsensus sağlanmış bir tanımım yoktur. Sözlükte:Yıldırma,korkutma,tedhiş,sistemli bir şekilde şiddet kullanma,sindirme veya tehdit yöntemlerinden biri ile devletin varlığını tehlikeye düşürmek,devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek,temel hak ve hürriyetleri yok etmek,devletin iç ve dış güvenliğini,kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemler olarak tanımlanmıştır.
Dönmezer’in terörizm tanımlaması ise şöyledir:Şiddetin; sosyal,ulusal,dinsel fesat çıkarıcı ve benzer diğer maksatlarla ve sosyal sınıflar arasında çatışma ,savaşa tahrik etmek üzere planlı ve hukuk dışı kullanılmasıdır.
Amaç devlet otoritesinin tahrif edilerek güç kullanılmasını sağlamak ve bunu istismar ederek devleti şiddete bulaştırıp bunu propaganda amacı olarak kullanma stratejisidir.
1937 Tarihli Cenevre Sözleşmesi terörizm eylemini bir devlete yönelik olarak toplumda korku yaratmak amacı ile gerçekleştirilen şiddet eylemi olarak tanımlanmaktadır.
Terörü ve teröristi Mumcunun kitabına önsöz yazan A. Sirmen bakınız nasıl betimliyor: Terör kullanan ile kullanılanın, korkutan ile korkutulanın birbirine karıştığı, kahramanlık yanı olmayan, kör ve iğrenç bir mekanizmadır. Teröristin de ,karanlık emellerine yönelirken, çevresinde uyandırmak istediği kahraman görüntüsüyle gerçekte hiçbir ilgisi yoktur.
Bu tanım ve tavsiyelerin ışığında terörizme; siyasal nitelikli amaçlara ulaşmak için kullanılan ve psikolojik yanı ağır basan ağır bir savaş biçimli siyasal süreci etkilemeyi amaçlayan şiddet eylemleri olarak tanımlamak mümkündür. Terörizm birdenbire ortaya çıkmaz. Küçük masum protesto ve yürüyüşlerle başlayıp zamanla evirilip bir şiddet çarkına dönüşen bir süreçle gelişir.



TERÖRÜN TARİHÇESİ
SİCARİİLER


Filistinde M.S. 66 –73 arasında tutucu din adamlarının çok iyi teşkilatlanmış bir dini mezhep olarak kurdukları Sicariiler bilinen en eski terörizm harekatıdır. Kurbanlarına “sica” denilen küçük bir kılıçla genellikle gündüz ve kalabalık ortamlarda saldırırlardı. Sicariiler kurban olarak Yahudileri,Tefecileri ve kamu görevlilerini seçmiş arşivleri yok ederek borçların geri ödenmesini önlemişlerdir.



HAŞHAŞİNLER


Kullandıkları yöntem ve yürüttükleri faaliyetlerle modern zamanların terörist gruplarına çok benzeyen Haşhaşinler, Moğollar tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar 11.yy ve 13.yy arasında Batılılara karşı eylemler yapmış ,İran da üstlenmiş daha sonra Suriye yede yayılmış çok gizli çalışan bir örgüttür. İlk liderleri Hasan SABBAH dır. Kurban olarak üst düzey kamu memurları, valileri, halifeleri hata haçlı kralı Conradı öldürmüşlerdir. Haşhaşinler suikast silahı olarak hançer kullanmışlardır.


JAKOBEN TERÖRÜ

Kavram olarak terörizm Fransız ihtilalinden sonra literatüre girmiş hatta bir döneme adını vermiştir jakobenler ve bunun unutulmaz önderi Robes Pierre 1792-1795 yılları arasında iktidarı demokratik bir temele oturtup muhaliflere karşı şiddet uygulamışlardır. Ulusal savaş için seferberlik mükemmel bir biçimde sağlandı ve coşkulu orduların kurulması başarıldı. Böylece Fransızlar yalnız istilacıları püskürtmekle kalmayıp karşı saldırıya da geçtiler. Belçika Fransa’nın doğal sınırlarının güvenceye alınması için ilhak edildi.
Dışarıda bu gelişmeler olurken içerde Robespierre gibi aşırı konvansiyon önderleri üç yıl tam bir terör rejimi kurdular. Devrimin bu yola dökülmesinin nedenleri bir yanda Avrupa devletlerinin Fransaya karşı uyguladıkları askeri ve siyasi baskılar, öte yandan devrimle aradıklarını bulamayan ve ihanet edildiklerine inanan köylü ve işçilerin ülkenin hemen her yerinde rejime karşı ayaklanmalarıdır. Toprak reformu gerçekleşmemiş siyasal istikrarsızlık nedeniyle paranın değerinin düşerek temel maddelerin fiyatı artmıştı. Bu durum konvansiyon yönetiminin aşırı baskıya itti. Terör dönemi boyunca idam edilenlerin %8 soylu %14 ünün burjuva %6 sının din adamı ve %70 inin köylü ve işçi kökenli olması konvansiyon rejimini niteliğini açıkça ortaya koyar. Böylece devlet terörü ihtilalin bir parçası oldu.

TERÖRÜ DOĞURAN FAKTÖRLER
Terörü doğuran faktörleri analiz edebilmek için terörist faaliyetlere katılan kişilerin genel düşünce kalıplarını , yaşadıkları çevreyi , aile yapılarını ortak yönlerini ve psikolojik yapılarını ve onları teröre iten sebebleri bilmek gerekmektedir çünkü terörist eylem toplumun varlığına bütünlüğüne ,geleceğine zarar veren devlet otoritesini zayıf düşüren, masum insanların ölümüne yol açan bir sosyal sapma davranışıdır kişileri teröre iten söz konusu sosyal sapma nedenleri dört katagoriye ayrılabilir. Bunlar : Ekonomik nedenler, sosyal ve kültürel nedenler, eğitim sistemi son olarakta psikolojik etmenler.


EKONOMİK FAKTÖRLER
Ağır ekonomik şartlar insanları maddi yönden zarara uğratabildiği gibi moral bakımından da zaafa düşürebilir. Dengesiz gelir dağılımı terör örgütlerince en çok istismar edilip konu propaganda malzemesi yapılan unsurlardan biridir. Savaş , doğal afetler yada ağır ekonomik buhranlardan sonra ortaya çıkan büyük moral çöküntüsü terör örgütlerinin de istismarı sonucunda toplumu radikal eğilimlere yönlendirdiği sosyolojik bir vaka olarak kendini göstermiştir.

SOSYAL VE KÜLTÜREL FAKTÖRLER
Bütün kültürler değişir. Buna göre sosyal yapıda onunla paralel olarak değişir toplumdaki değerler ve bunların benimsenişi zaman içinde değişikliğe uğramakta , söz konusu değerler çağın ihtiyaçlarına göre değişmektedir bu değişim çok hızlı gelişip toplumun genelini kapsayan bir hal arz etmese sosyal dengenin bozulmasına yol açar. Tarihin, dil, örf ve adetler sanat ve edebiyat eserleri gibi kültür unsurları ulusal karakterin sürekliliğini gösterir bunların arasındaki bağın koparılması toplumda anomi ortamına sebeb olurki bunun sonucunda ise sosyal yabancılaşma ve çözülme baş gösterir.


EĞİTİM SİSTEMİ
Eğitimden beklenen şey insan davranışlarının olumlu yönde değiştirmesidir dolayısıyla eğitim bir toplumda ne kadar çok toplumsal bütünleşmeye hizmet ediyorsa, kişileri olumlu yönlere kanalize ediyorsa toplumsal sermayeye ne kadar artı değer katıyorsa o kadar faydalı olur iyi eğitilmemiş kişiler terör örgütlerinin ağına daha kolay düşerki buda toplumun düzeni için sağlıklı olmayan bir durumdur.
PSİKOLOJİK NEDENLER
Kişisel becerisi yetersiz olan insanlar içinde bulundukları sosyal statüyü, rolü ve yeri beğenmezler toplum tarafından engellendiklerini sevgi saygı görmediklerini iddia edip asosyal kişilik özellikleri geliştirler ilgi görmek ve saygınlık kazanmak için saldırgan, şiddete dönük davranış kalıpları kullanırlar. Genel bir terörist profili çıkarmak gerekirse düşük zekalı ,içine kapanık sadist, diğer insanlarla normal ilişkiler kurmakta zorlanan bir tiptir. Böyle tipler terör örgütlerinin ağına düşerek onların maşası durumuna gelir.

TERÖRİZMİN AMAÇLARI
Terörizm ne bir konveksiyonel savaş şekli, ne adi bir suç nede iletişim araçlarına yarayan gelişigüzel bir deliliktir. Terörizmi farklı kılan en önemli özelliği onun belirli politik amaçlara erişmek için kullandığı kendine has stratejisidir. Terörizmin amaçlarını şu şekilde sayabiliriz :
1-Terörist kendi amaçlarına uygun tepkiler oluşturmaya çalışır:Herşeyden önce terörizm zayıfın güçlüye karşı kullandığı bir stratejidir. Bir yazarın dediği gibi, “Terörizm politik bir ju-jitsu’dur”. Bir ju-jitsu ustası nasıl rakibini üzerine çekip onu kendi ağırlığıyla yere fırlatırsa terörist te aynı amaçla devletin tepkisini üzerine çekmeye çalışır. Terörist , devleti baskıcı bir tepki göstermeye zorlamak suretiyle a-) Şimdiye kadar politik olarak ilgisiz olan halkı , devlet aleyhine çevirmek ,b-) Bu baskıcı yaklaşım ile devletin kaynak,istek ve enerjisinin tüketmek ister.
Bu stratejinin en güzel örneği cezayir kurtuluş savaşıdır bu savaş 1950 lerde ufak bir milliyetçi grup tarafından başlatıldığında , fransadan ayrılmak gibi bir istekleri yoktu ancak cezayir kurtuluş cephesi (NLF) gelişi güzel bir şiddet ve bombalama eylemine başlayınca ,fransız yetkilileri mevcut askeri güçlerini arttırıp ve her şeyden önemlisi Cezayirli Müslüman askerlere ülkeden sürüp, yerlerini “saf” Fransızları aldılar bunun sonucu olarak Cezayirlilerle Fransızlar arasında ayrımlar hemen ortaya çıktı cezayir milliyetçiliği gelişip dünya kamuoyu desteğini kazandı ve Fransızlar davayı daha başından kaybettiler.
2- Terörist reklam arar eğer tepki başarılı olacaksa , teröristin bir kamuoyu oluşturması gerekir. Bu yüzden terörist, hareket gösterişli, dramatik olmalı ve şehirleşmiş bir mevkiide gerçekleştirilmelidir. Mao ,Guevara gibi liderlerin savunduğu kır gerilla savaşı doktrininin modern terörist strateji ile pek az benzerliği kalmıştır.
3-Terörist sosyal düzenin yıkılmasını hedefler: terörist için panik ve korku , en az baskı kadar kullanışlıdır hükümetlerin varlıkları, vatandaşlarına adalet, düzen ve korkularından arınmış bir dünya vermelerine bağlıdır. Hükümetler bu işlevlerini yerine getirmedikleri zaman halkın desteğini kaybederler bu yüzden teröristler bu düzeni, trenleri raylardan çıkarmak postaneleri bombalamak , kalabalık havaalanı bekleme salonlarını silahla taramak gibi eylemlerle bozmaya çalışmalarının yanısıra teröristler, devletin çaresiz kaldığı psikolojik bir panik ve kararsızlık ortamı yaratmaya da çalışır.
4- Terörist, tutukluların serbest bırakılması , fidye almak gibi belirli kazançlar sağlamaya çalışır :bir çok şehir gerilla grubu eylemlerini fidye parası alarak finanse eder ;mesela orta ve güney Amerika da Amoco, Peugeote ve Pepsi firmalarının yetkilileri kaçırılmış ve büyük miktarlarda fidye parası toplanmıştır.
5- Terörist, işbirliği yapmaya zorlamak ister:Bu amaç genellikle devlet destekli terörizmin bir özelliğidir.Buradaki amaçta tepkinin kendisidir devlet bu şekilde davranarak istenmeyen faktörleride ortadan kaldırır ama bunun yanısıra, gece yarısı sorgulamaları işkence ve esrarengiz şekilde yok olma söylentileri yayılır, böylece birkaç siyasi muhalifi ortadan kaldırararak devlet korkuya dayalı bir işbirliği atmosferi kazanmış olur.
6- Terörist, düşmanı cezalandırmaya çalışır: Bu ve bir önceki amacın yöneltildiği kişi ve kurbanlar çeşitlidir.
Teröriste göre devlet kendine haksızlık etmiş ,halk kayıtsızlık gösterip ihanet etmiştir. Terörist grubun elemanlarıda ihaneti cezalandırıp disiplini sağlar.

TERÖRİZMİN ARAÇLARI
Terör örgütleri belirledikleri amaçlarına ulaşabilmek için şehir ve kırsal alanlardaki silahlı örgütlenmeleri sayesinde değişik eylem şekillerine başvurmaktadır. Örgütlerin başvurdukları eylem planlarından bazıları basit, bazılarıysa daha karmaşıktır. Bir eyleme başvurmadan önce o eylemi yerine getirebilecek kişi ve yöntemleri iyi hesaplamak gereğini vurgulamaktadırlar.
Terör örgütlerinin kullandığı araçlar şunlardır :
1-)Saldırı: Soygun yapmak, tutuklu olan örgüt mensuplarını kurtarmak, patlayıcı madde, silah ve mühimmat ele geçirmek için düzenlenen eylemlerdir.
2-)Baskın: Devleti ve otoriteyi temsil eden kuruluşlara yönelik rahatsız etme, cezalandırma, silah ve benzeri türde malzeme elde etme gibi amaçları güden eylemlerdir.
3-)İşgal: Genelde propaganda amaçlı olarak , bu amaca hizmet edecek nitelikteki yerlerin belli bir süreyle işgal edilmesi eylemidir.
4-)Pusu kurma: Başta güvenlik güçleri olmak üzere kırsalda ve şehir içerisinde devleti ve otoriteyi temsil eden kişilere gece veya gündüz ani şekilde düzenlenen saldırılardır.
5-)Sokak eylemleri: Yasal bir gösteriyi kullanarak veya yasal olmayan bir gösteri düzenleyerek, provakatörlerin gösteriye dahil olan diğer kişiler ile güvenlik kuvvetlerini karşı karşıya getirmeyi amaçladıkları eylemlerdir.
6-)Grev ve lokavt eylemleri: Terör örgütlerinin yasal uzantıları veya yönetiminde etkin oldukları işçi sendikaları, öğrenci dernekleri gibi kuruluşları vasıtasıyla kendi insiuyatifleri doğrultusunda eylem yapmalarıdır.
7-)Silah ve cephane depolarının soyulması: Örgütler malzeme temin etmek amacı ile çeşitli sivil birimlere ait tesislere saldırmaktadırlar. Özellikle maden ocakları ve yol inşaat şirketlerinin depolarında işin gereği patlayıcı madde bulunması buraları örgütlerin hedefi haline getirmektedir.
8-)Finans sağlamaya yönelik eylemler : Terör örgütleri yasal olmayan faaliyetlerin devamı malzeme temini, alt yapı eksiklikleri gibi örgütsel yapının işlevi açısından gerekli konularda ihtiyaç duyulan finans eksikliğini gasp ,soygun gibi eylemlerle gidermeye çalışırlar. Bu amaçla banka, işyeri, para nakli yapan araç ve kişi soygunlarını gerçekleştirirler.
9-)Mahkumların kurtarılmasına yönelik eylemler: Terör örgütleri, tutuklu olan yandaşlarını hapishanelerden kurtarmak için çeşitli şekillerde eylemlere başvururlar.
10-)Adam öldürme: Örgütler; casus, işbirlikçi, işkenceci, polis, ihbarcı gibi bir çok kişiyi çeşitli nedenlerle öldürdüğü gibi, tanınmış politik veya popüler şahıslara yönelik daha çok propaganda veya intikam amaçlı öldürme eylemlerine başvurmaktadırlar. Bunun yanında değişik amaçlara yönelik olarak toplu katliam veya hedef gözetmeksizin öldürme eylemlerine de rastlanmaktadır.
11-)Adam kaçırma ve rehin alma: Örgütler yandaşlarının kurtarılması yapıldığını öne sürdükleri işkencelere son verilmesi, propaganda yapmak, protesto da bulunmak gibi çok değişik amaçlı sonuçlar elde etmek için, tanınmış siyasi ve popüler kişilerin, işadamlarının kaçırılması diğer bir eylem şeklidir.
12-)Sabotaj türü eylemler: Sabotajın amacı, stratejik veya ekonomik açıdan önem taşıyan bir yerin veya bir hedefin yok edilmesidir.
13-) Propaganda mahiyetinde eylemler: Örgütler yapmış oldukları her türlü eylemleri normal medya kanallarını kullanmak, eğer bu sağlanamıyorsa kendi imkanları çerçevesinde oluşturacakları matbaalarda dergi, gazete, el ilanı, bildiri gibi şekillerde halka duyurmayı hedeflerler. Geniş açıdan bakıldığında ise örgütlerin yapmış oldukları bütün eylemler propaganda niteliğindedir.
14-) Psikolojik savaşa dayalı eylemler: Psikolojik savaşın bir bölümü kitle haberleşme araçları ve fısıltı gazetelerinin kullanılmasına dayanan bir eylem takdiğidir.Bu tür eylem şekillerinden amaç; devleti ve devletin temsil otoritesini temsil eden simgeliyen kurumlarda çalışanların morallerini bozmak ve zayıf düşürmektir.Butür eylemlere, asılsız bomba ihbarı asılsız eylem planlarının güvenlik güçlerinin eline geçmesini sağlamak örnekleri verilebilir.






















TERÖR ÇEŞİTLERİNİN SINIFLANDIRMASI

Terör hareketleri çeşitli yönlerden sınıflandırılabilmektedir. Dönmezer bu sınıflandırmayı şu şekilde yapmıştır:
1) İç Tedhişçilik, Milletler Arası Tedhişçilik
2) Adi Hukuk Çerçevesinde Tedhişçilik, Siyasi ve Sosyal Tedhişçilik
3) Doğrudan Doğruya ve Dolayısıyla Tedhişçilik
4) Bireysel Tedhişçilik, Hükümetler ve Devletler Tarafından Yapılan Tedhişçilik
Bir diğer kategori ise;
1) Şahsi amaçlar için yapılan hareketler
2) Askeri amaçlar için yapılan hareketler
3) Politik amaçlar doğrultusunda yapılan hareketler
Şeklinde bir kategoriler görmekteyiz.

TERÖR ÖRGÜTLERİNİN İDEOLOJİLERİ

Teröristlerin ideolojilerine bakılmadan, terörizm hakkında hiçbir teori tam olarak anlaşılmaz. Terörizm ideolojilerinin Milliyetçilik, Anarşizm, Nihilizm, Sağ Politika, Sol Politika, Dini Kaynaklı Terörizm ve Kapitalizm-Liberalizm ve Demokrasiye Dayanan İdeolojiler olarak kategorileştirebiliriz.

MİLLİYETÇİLİK

Kendi kendini idare etmek isteyen ayrı ve belirgin bir insan grubuna ait olma hissi politik ve ekonomik sistemlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumun, derebeylik, prenslik gibi, çoğunda aynı dil ve inançların paylaşıldığı küçük üniteler etrafında toplandığı bir ulus öncesi dönem vardır. Milliyetçiliğin gereği olan faktörler, genellikle uzun süre gizli kalıp, ancak ortak bir tehdit olduğu zaman ortaya çıkarlar. Benzeri olarak, bir millet oluşturmak için girişilen çabalarda ulus öncesi ve anti milliyetçi refleksler ile karşılaşılır. Bu, üçüncü dünya ülkeleri ve özellikle, sömürge öncesi toplumun bir milliyetçilik ve kesin coğrafi sınırlar çerçevesinde değil, kabile bağları ve belirsiz kabile sınırları çerçevesinde toplandığı, Afrika ülkelerinde görülen bir durumdur. Milli benliğin ortaya çıkmaya başladığı ülkelerde teröristler kendilerini “Ulusal Bağımsızlık Savaşçıları” gibi göstermeye çalışırlar ki bu daha çok Qubec ve Bask da görülmüştür. Bu durumda terörist kendini milliyetçi olarak göstermeye çalışır.

ANARŞİZM

Anarşizm, tüm devlet otoritesini yok etme isteğine dayanır. Buna göre insan özünde iyidir ve kendi başına bırakılırsa her türlü sorununu çözebilme yeteneğine sahiptir. Kötülük, birinin ötekini yönetmesinden kaynaklanmaktadır. Anarşizm ile terörizm arasında uzun bir tarihsel bağ vardır. Çünkü terörizmin bir çok doktrin ve tekniği ilk olarak bir grup Rus anarşisti- Kropotkin, Bakunin, Nechaev tarafından ileri sürülmüştür. Kropotkin’e, göre ihtilalci terörizm “eylem ile propaganda” dan başka bir şey değildir. 1890 ve 1900’ lerin başlarında bir çok Amerikan terörist prototipleri anarşistlerden oluşmaktaydı. Anarşizm bugün de Amerika’daki özgürlükçü harekette ve Almanya’daki gençlerin ağırlık taşıdığı Yeşiller Partisi’nde gelişme ortamı bulmaktadır.


NİHİLİZM

Nihilizm, kelime olarak hiçbir şeye inanmamak hiççilik anlamlarına gelmektedir. Anarşizmin aksine Nihilizm insanlar için hiçbir mutlu gelecek görmez ve belli bir değer sistemi ile çalıştığından dolayı, riyakar, iki yüzlü ve sahte kabul ettiği mevcut düzeni yıkamaya çalışır. Nihilizm terörist ideoloji olarak çıkması en iyi Amerikan Weathermen grubunda görülür.




MARKSİZM-LENİNİZM-MAOİZM

Dünyada terör örgütlerinin ideolojik temelini genellikle Marksizm-Leninizm-Maoizm kaynaklıdır. Kominizm adı genellikle terörizm ile anılmış ideolojik- felsefi yönünden çok bu yönü ile tanınmıştır. Kominizm 1917 Bolşevik ihtilali ile birlikte dünya tarihinde kanlı bir şekilde yerini almış, etki alanı içerisinde kalan her yere bu özelliğini taşımıştır. Ruhunda devrimcilik ruhunu taşıması, insanları yaşadıkları sisteme teşvik ve silahlı mücadeleye yöneltmesi terör ile özdeşleştirilme sonucunu beraberinde getirmiştir. Uzun süre varlığını hissettirmiş olan bu kavramın temelinde; sınırsız, sınıfsız, özel mülkiyetsiz, her bakımdan eşit bir toplum bulunmaktadır. Dar anlamda kominizm; üretim araçlarının kamu malı haline getirildiği bir sistemi ifade eder. Marks ve Engels toplumlarım zamanla birbirini izleyen aşamalardan geçeceği teorisini ortaya atmışlardır. Her tarihi aşama ekonomik sistemle belirmiştir. Her aşamada toplumu oluşturan çeşitli kuvvetler, kurulu düzene ayaklanarak toplumun bir sonraki aşamaya geçmesini sağlarlar. Terör tarihin akışı içinde sosyalist döneme geçişin kaçınılmaz olduğunu belirtmesine rağmen Marks ve Engels sonrada Lenin tarihin doğal hareketinin silahlı mücadele ile hızlandırılabileceğine inanmışlardır. Bunun sonucunda da şartların uygun olduğu zamanlarda ve yerde devrimin suni olarak oluşturulması yani silahlı mücadelenin başlaması fikrini ileri sürmüşlerdir. Şiddet, ideolojinin bir unsuru olarak kabul edildiğinde Marksist-Leninist kökenli tüm örgütlerde devrime uygun şartların oluşturulabilmesi için şiddet yani terör kaçınılmaz olmuştur.

DİNİ KAYNAKLI TERÖRİZM

Terör olgusunun ortaya çıkmasına neden olan ideolojik temellerden biri de din duygusudur. Din olgusu tarihin her dönemindeki etkinliği ile kendini göstermiştir. Burada sadece yaygın dinleri anlamak yanlış bir kanıdır. Bu yaygın dinlerin yanında yaygın olan inanışları da dikkate almak gereklidir. Son yılarda dünya gündemine din terörü olgusunu getiren unsur, İran ve Ortadoğu’daki gelişmelerdir. Özellikle Filistin davasının savunuluculuğu etrafında bazı yapılanmalar şiddet unsurunu taşımaktadır. İran’da 1979 yılında meydana gelen İran İslam Devriminden sonra din motivasyonlu terör hareketlerinin arttığı gözlenmektedir. Dünyada İslam kimliği taşıyan ve teröre baş vuran kişiler ve örgütlerinin daha çok kendilerine karşı yapılan ve işgal yada haksızlık olarak nitelendirilen davranışlara bir tepki olarak ortaya çıktıkları, doğrudan mücadele edecek güçlerin olmadığı yerlerde dolaylı mücadele unsuru olarak şiddet eylemlerini tercih ettikleri görülmektedir. Özellikle Ortadoğu’da bulunan ülkelerin yönetimlerinin halkın inanç, kültür ve değer yargılarına ters düşen uygulamaları, diktatörce bir yönetim içerisinde halkın ezilmişliği gibi bir çok neden bu ülkelerde yaşayan kişileri kendi yönetimlerine ve bu yönetimleri destekleyen dış güçlere karşı mücadele içerisine itmektedir. Bu mücadele zaman zaman şiddet eylemleriyle birlikte kendini göstermekte teröre varan uygulamaları beraberinde getirmektedir. Din kaynaklı terörü sadece İslam dinine mal etmek doğru değildir. Bu durum batılı ülkeler ve batı basını tarafından özellikle göz ardı edilmektedir. Ancak bugün Balkanlar, Karabağ ve birçok yerde meydana gelen olaylara baktığımızda Hıristiyan din motivasyonu arkasına sığınılmak suretiyle işlenen cinayetler terör acısından göz ardı edilemez. Din kaynaklı teröre son yıllarda Japonya’da rastlanmaktadır.



KAPİTALİZM-LİBERALİZM KAYNAKLI TERÖRİZM

Kapitalizm; Batı dünyasında 15-16.yüzyıldan itibaren feodalizmin çözülmesi ile onun yerine geçmeye başlayan 18-19.yüzyılda hakim iktisadı örgütlenme haline gelen, sermayenin egemenliğine dayalı toplumsal aşamaya verilen addır. Liberalizm ise hür ve serbestlik fikirlerini benimseyen bu yüzdende başkalarının hürriyetlerine saygılı olan kişinin tutumudur. Doktrin olarak iktisadi, siyasi bir anlayış olup genel çıkarların özgürlüklerin en sonuna kadar genişletilmesini devletin etkisinin daraltılmasını savunur. Çağdaş Liberalizm özel mülkiyete dokunulmaması şartıyla devletin üretime yön vermek amacıyla planlı müdahalesini kabul eder. Liberalizmin aşırılığı Kominizm, Sosyalizm gibi özel mülkiyetin kaldırılmasını ön gören akımların çıkmasına neden olur. 20.yüzyılda Kapitalizm, Liberalizm ve Demokrasi Batının kendi dışındaki dünyaya ihraç etmeye çalıştığı değerler olmuştur. Bu değerlerin özellikle NATO bünyesi ülkelerde ve üçüncü dünya ülkelerinde yaymaya çalışmışlardır. Ayrıca bu ülkelerin Sosyalist Doğu Bloğuna kaymaması için gayri resmi bir yapıda örgütler kurarak sol teröre karşı sağ terör ve İslamcı terör teşvik edilmiştir. Kapitalist ülkelerin yönetimleri sermaye birikimini elinde bulunduran çok uluslu şirketlerin etkisinden kurtulamamaktadır. Özellikle, ABD, İngiltere, Almanya petrol şirketlerinin çıkar kavgaları diğer ülkelerde ihtilallere ve iç çatışmalara dönüşebilmektedir.

TERÖRİZMİN PSİKOLOJİSİ

Terörizmin kökleri modern hayatın içine kadar sokulmuştur. Son otuz yıl içerisindeki gelişmeler sonunda güçlenmesine rağmen, ideolojisi son iki yüz yıldan beri gelişen politik düşünceden kaynaklanmaktadır. Ancak, terörizm kadar önemli olan bir şey daha vardır ki o da terörizmin psikolojisidir. Ne yazık ki hiçbir teröristin kendini deneysel bir nesne olarak sunmaması sonucu, teröriste tamamen uyan bir terörist psikolojisi tam olarak belirlenememiştir. Buna rağmen bir takım çalışmalarda yapılmıştır. Bütün teröristlerde kişisel beklentiler çok önemli rol oynamaktadır. Özellikle psikolojik bir teşvik açısından terör örgütleri mensuplarına çeşitli unvan ve makamlar vermek suretiyle, duygular tatmin edilmekte, aynı zamanda örgüt içi disiplinde verilen bu unvan ve rütbeler ile sağlanmaya çalışılmaktadır. Genel olarak bir terörist profili çizmek gerekirse bu şöyle tasvir edilebilir: terörist içe dönük bir kişilik yapısına sahiptir, teröristler normal insanlara göre asosyal başkalarıyla ilişki kurmakta zorlanan soğuk ve zayıf kişiliklerdir, teröristler sadist ve mazohistik karakter çizgilerini taşırlar, terör eylemine katılan insanlar diğer insanlara göre daha düşük bir zeka seviyesine sahiptir ancak lider kadrosu bu sayılan özelliklerin tam tersi yaratılışta yani zeki ve başkalarını kullanma ve yönlendirme konusunda büyük yeteneği olan insanlardır.

TERÖRİZM TEORİLERİ

Terörizm ortaya yeni çıkmış bir kavram değildir ancak etkisi yeni olup, uluslararası kamuoyunun dikkatini üzerine çekmeyi başarmıştır. Terörizmin aynı anda birçok tipi mevcuttur ve bu yüzdende bu olaya, bütün çabalara rağmen objektif bir tanımlama getirilememektedir. Buradaki en büyük zorluk bir değer yargısında bulunmak ve kişisel ilgiden kaçınmaktır. Ancak bunu gerçekleştirmek çok zordur. Çünkü bir terör eyleminde hepimizin suç ortağı, kurban veya hatta olayın faili olma ihtimali vardır. Ahlaki ve politik değerlendirmeler, konuyu bulandırmakta ve eylemleri başarılı olduğu taktirde bugünün teröristleri yarin özgürlük savaşçısı kabul edilebilmektedir.

Mc Clure’e göre terör başlıca beş teoriden hareket etmektedir:

1) Sömürge İdaresine Karşı Direnme: Örneğin Cezayir ve Doğu Afrika Mücadeleleri uluslararası kamuoyu sağlamak suretiyle zaferle sonuçlandırıldıktan sonra tarihe gömülüp unutulmaya yüz tutan tek terör tipi budur.
2) Ayrılıkçılık: Sömürgeciliğe karşı direnmeye benzer ancak etnik bir temele dayanıp, aralarında politik farklılıklar vardır. Bask ve Porto Riko mücadeleleri bu türün tipik örnekleridir.
3) İç Politika: Fidel Kastro ve Mao Zedung ilk zamanları örneğinde oldukları gibi ülkenin politik kavram ve politik ilişkilerini değiştirmek amacıyla ülke yönetimini içten ele geçirme çabalarıdır.
4) İdeolojik: Örneğin Tupamaros, Kızıl Tugaylar Baader-Meinhof, Weather yer altı örgütü bu türün en tehlikeli ve ilginç olan tipidir.
5) Dış İşgali Destek: Altmışlı yıllarda Vietnam örneğinde olduğu gibi dış işgali destek amacıyla oluşmuş olabilir.

Salert’e göre ise dört terör teorisi vardır:

1) Olson Teorisin: Bu teoriye göre mevcut toplumsal şartlardaki en iyi seçenek ihtilaldir.
2) Psikolojik Teori: Bu teori genel olarak engellenme ve şiddet ilişkisine dayanır. Bu teori bir problemi sosyal çevreden çıkarıp kişiliğe iter.
3) Sosyal Sistemin Dengesizliği Teorisi: Bu bir sistem yaklaşımıdır. Geçerliliği anomi indeksi alarak seçilen değişkenlere bağlıdır (ideolojik faaliyetlerin artması, silahlı kuvvetler, genel ve politik suçlar, intihar olayları)
4) Marksist Teori: Uzun tarihi geçmişi çeşitli şekilde yorumlanmasından dolayı bir senteze varmak zordur. Yorumları çeşitli yönlerde gelişmiştir.

MODERN TERÖRİZMİN ORTAYA ÇIKIŞI

Politik amaçlara ulaşmak için kontrollü korku ve şiddet kullanılması yöntemleri her zaman mevcuttur. Bunun en güzel örneği Fransız Terör Dönemidir. Bu günümüze göre mütevazı sayılsa da Robespierre ve yirmi bir arkadaşı yirmi yedi milyonluk bir kitleyi tehdit ,ispiyon ve giyotin gölgesi altında kontrol etmeyi başarmıştı.1950’lerde ise Amerika’da Wisconesin Senetörü Mc Carty, gizli vatan haini listeleri ile temelsiz iddialarla Amerika’da “Cadı Avı” atmosferi yaratmıştır. Bu iki durum da korku hükmetme taktiğinin güzel bir örneğidir. Tüm gücün tek bir otorite tarafından toplandığı durumun aksine, çok daha yaygın ve nüfuz etmiş bir haldedir. Çeşitli ve birbiriyle ilgisiz grupların ürünüdür. Liderleri devlet adamları olmayıp genellikle bilinmezler. Soğuk savaş gibi bu mücadele de uzun ve belirsizdir. Çağdaş terörizm beş faktörden kaynaklanır:
1) Kişisel kuvvetlerin çok zayıf kaldıkları son derece etkili süper güçler ve devlet polisinin ortaya çıkması.
2) İleri teknolojinin ortaya çıkması.
3) Teörist eylemlerin etkisini çok genişleten ileri haberleşme sistemi.
4) Modern hayatın, teröristlerin sivil halk arasına saklanmasına izin veren anonim özelliği.
5) Uçaklar, diplomatik binalar, elektrik santralleri, önemli tünel ve geçitler ve zengin iş adamları gibi kolay ancak önemli hedeflerin varlığı.
Geniş boyutlu siyasal şiddet olayları, önceleri belli ülkelerde (Almanya, Fransa, İtalya, Rusya) görülürken, ikinci dünya savaşından sonra yaygınlaşmaya başlayarak 1970’li yılların sonunda doruk noktasına ulaşmıştır. Sosyalist blok dışındaki ülkelerin büyük çoğunluğunun derinden etkileyen terör olaylarının özellikle Güney Amerika, Ortadoğu, Batı Avrupa, Afrika ve Asya ülkelerinde yönetimleri zaman zaman çok güç duruma düşürdü. Bu ülkelerin bazılarında (İsrail, Brezilya, Arjantin) toplumsal düzeni sarsan ve onu şiddet yoluyla değiştirmek isteyen terör eylemlerini önlemek amacıyla bir çeşit “Devlet Terörü” uygulandı ve terörizmin boyutları daha da genişledi.

ULUSLARARASI TERÖRİZM

Uluslararası terörizmin, BM Uluslararası Terörizm Komitesi‘ne göre tanımı şöyledir: Uluslararası boyutları da bulunan bir uzlaşmazlığın üzerine, bu uzlaşmazlığın arzu edilen yönde gelişimini sağlamak amacıyla bir üçüncü devletin sınırları dahilinde bir yabancının kendi uyruğunda bulunmayan bir başkasına uyguladığı şiddet ve baskıdır.
Bir başka tanımda ise, uluslararası terörizm: Terörizm eğer;
- Yabancılara veya yabancılara ait hedeflere yöneltilirse,
- Hükümetler veya birden fazla devletin beslediği,desteklediği unsurlarca yapılırsa,
- Bir yabancı hükümetin veya uluslararası örgütlerin siyasetlerini etkilemek için yapılırsa, uluslararası nitelik kazanır.
Değişen dünya dengeleri ve uluslararası ilişkilerdeki farklılaşmalar nedeni ile sıcak savaşlar yerini soğuk savaşlara bırakmıştır. Bu soğuk savaşın gereği olan psikolojik savaş içerisinde bulunan düşük yoğunluktaki çatışmalar terör kavramını da beraberinde getirmiştir. İki kutuplu dönemin sona ermesi, terör ve terörizm üzerinde de etkilerini göstermiştir. Bu etkiyi iki açıdan görmek gerekir. Birincisi, ABD gibi gelişmiş bazı ülkeler, terör ve terörizm ile mücadelede kendilerini daha özgür hissetmiş ve serbestçe davranmaya başlamışlardır. İkincisi de, iki kutuplu dönem sonrasında bu kutuplardan birine dahil olmanın kendilerine sağladığı avantajlardan yoksun kalan ve bu nedenle güvenliklerini daha çok tehdit altında gören az gelişmiş ülkeler, terör ve terörizmi düşük maliyetli bir savaşın aracı olarak terör ve terörizmle daha çok içice olmuşlardır. Psikolojik bir savaşın bir unsuru olan terörizm genel olarak geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin içerisinde sosyal, ekonomik, kültürel gibi birçok alandaki eksikliklerin istismar edilmesine bağlı olarak zaten var olan yada suni olarak oluşması sağlanan ihtilalci fikirleri ve hareketleri belirli amaç için harekete geçirilmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Güçlü devletlerin etkin politikaları karşısında bir çıkış noktası bulamayan ve uluslararası kabul görmüş usuller içinde hakkını elde edemeyen bazı devletler terörü engelleri aşmada kullanacakları bir araç olarak görmektedirler. Güçlü devletlerde uluslararası alanda kendi politikalarını kabul ettirebilmek için ve rakiplerini etkisiz kılabilmek için terörü bir araç olarak kullanabilmektedirler. Terörün ve terörizmin, günümüzde ülkelerin çoğunu 1990 öncesine göre daha çok meşgul eden bir konu olarak gözükmesinin gerisinde bunları görmek gerekir. Öyle ki iki kutuplu dönem sonrasında devlet destekli silahlı terör NATO’nun yeni stratejik konseptinde en önde gelen tehdit unsurlarından biri olarak kabul edilmiştir.
Bugün artık, sadece bir ülkenin sınırları içinde kalmış, sadece o ülkede yaşayan insanlarla bağlantılı bir terör örgütü veya faaliyetinden söz etmek güçtür. Terör ve terörizmin ulusal ve uluslararası niteliğinin yanı sıra, uluslarüstü niteliği ön plana çıkmaya başlamıştır. Terörizmin büyük mali kaynakları gerektiren ticari yanı belirgin çok önemli bir uğraş niteliği kazanmasını uluslarüstü niteliği ile birlikte düşünmek gerekir. 1990 sonrasında, klasik terör örgütü ve faaliyetlerinin yanında yenilerin yer almaya başladığı söylenebilir. Nükleer, kimyasal ve biyolojik maddeler üzerinden, uyuşturucu üzerinden, iletişim üzerinden kurulup işletilen yeni terör örgüt ve faaliyetleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Tabiatıyla bu gelişme çizgisinin terör ve terörizmin ülkelerin bir bütün olarak ulusal güçlerini yok etme veya zayıflatma amacını daha çok öne çıkardığını söylemeye gerek yoktur. Terörün günümüzde kazandığı yaygın ve yoğun görünüm ile içerik değişiminin sadece teröre muhatap ülkeleri etkilemediği her gün biraz daha küçülen dünyada giderek daha çok ülkeyi yakından etkileyeceği tartışma söz konusu olmaktan uzaktır.
Uluslararası terörizm niteliği itibariyle hür dünya ülkeleri için adeta uluslararası bir hastalık olup bu tehditle karşılaşan demokratik ülkelerin karşılıklı iş birliği yapmalarıyla çözülebilecek bir problemdir. Fakat bu çözüm için yapılan işbirliğinin ayrı bir uluslararası terör kaynağı oluşturduğu SSCB’nin dağılmasından sonra yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır.

Terörizmin iç ve dış bağlantılar sonucu belirli bir amacı gerçekleştirmek için mevcut yapının istismara açık yönlerinin kullanılmasıyla ortaya çıkartıldığı dikkate alındığında dış etkenlerin ağırlığı nedeniyle terörün tamamen önlenmesi veya terörsüz bir toplumun düşünülmesi gerçekçi olmayacaktır. Ancak hiçbir mevcut sorun terörle çözülemez ve çözülmesi düşünülemez. Çözüm getirmediği gibi terör olayları toplumlarda büyük bir tepki ve nefret uyandırmaktadır.
Ernest Renan’ın çözümlemesine göre Batıdaki ulus-devletlerin hemen hepsi toplumlarını homojenleştirmelerine yaramış olan toplu katliamların ve tercihlerin ürünüdür. Üçüncü Dünya Faşizmi,henüz bu evrenin içinde olduğu için terörü kullanmaktadır. Buna karşı modern batılı devletler toplumu yönlendirmek için propaganda ve eğitime daha fazla başvurmakla birlikte yinede gizlice teröre başvurmaktadırlar. Bunu da tehlikeli rejim muhaliflerine karşı ve toplum üzerinde yönlendirici etki yapacak hedeflere karşı provokasyon düzenleyerek yapmaktadırlar. Kısacası terör hem devlete karşı savaşanlar hem de bazı devletler tarafından etkili bir yöntem olarak dünyanın dört bir köşesinde uygulanmaktadır. Amaçlar farklıdır ama izlenen yol aynıdır.
































KAYNAKÇA
1-) KİTAPLAR

AKILLIOĞLU, Tekin. İnsan Hakları Dersleri 1 A.Ü. S.B.F

ALTUĞ, Yılmaz. Terörün Anatomisi. İstanbul:Altın Yayınevi 1995
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları Uluslararası Terörizm ve Uyuşturucu Kaçakçılığı. Ankara 1984

ASAF, Hüseyin. Ortadoğu da Devlet ve Terör. İstanbul 1990

BABÜROĞLU, Selahattin. Bunalım ve Devlet. Ankara.1989

BM ANTLAŞMASI.BM Enformasyon Merkezi. Ankara 1997

DEEDAT, Ahmet. Araplar ve İsrail. Çev: Süleyman GÜNDÜZ İstanbul 1990

DEMİREL, Emin. Dünyada Terör. İstanbul 2000

DURSUN, Davut. Ortadoğu Neresi? İstanbul 1995

ERGİL, Doğu Türkiyede Terör ve Şiddet Ankara 1980

MANAZ, Abdullah. Dünyada ve Türkiyede Siyasal İslam. İzmir 1998

MUMCU, Uğur. Kürt Dosyası. Tekin Yayınevi 1996

ÖZTÜRK, Osman Metin ve ÖZDAĞ,Ümit. Terörizm İncelemeleri.
Ankara. Avrasya –Bir vakfı 2000

PAZARCI,Hüseyin Uluslararası Hukuk Dersleri “Cilt 2” Turhan Kitabevi 1999

REED ,John. İhtilalci Meksika. Çev: Filiz ONARAN. Ankara Ekim Yayınları 1969

SANDER, Oral Siyasi Tarih İmge Kitabevi 1998

SOYSAL, İsmail Türkiyenin Uluslararası Siyasal Bağlantıları. Türk Tarih Kurumu Basımevi 1991

TAHERİ, Amir. Hizbullah: Kutsal Terörün İçyüzü. Çev:Hikmet BİLA. Milliyet Yayınları 1989

VAMIK, Volkan. Kanbağı: Etnik Gururdan Etnik Teröre. Bağlam Yayınları 1999

YILMAZ, Ejder. Hukuk Sözlüğü. Yetkin Yayınları 1996

YILMAZ, Veli. Terör Hukuku Avrupa Düzenlemesi. Tüm Zamanlar Yayınevi 1993

YUNUSOĞLU, Kürşat Devlet Güvenliği ve İstihbarat Ankara Emniyet Müdürlüğü Basımevi 1992

2 SÜRELİ YAYINLAR
AKBULUT,İlhan. Terör ve Tasnifleri Türk İdare Dergisi sayı 399 1993
ÇINAR, Özen. Ulusal Bütünleşme, Etnik Milliyetçilik ve Etnik Terörizm: İspanya ve Bask Sorunu Yeni Form Cilt6 Sayı:318 1995

DÜĞENCİOĞLU, Koray Terörün Yeni Oyuncakları Strateji Dergisi Sayı 9 1999

KUYAKSİL, Ali Uluslar arası Sistem ve Terör Polis Dergisi Sayı24 NO:147 2000

ÖZTÜRK ,Osman Metin. İrlanda Barışı ve Türkiye Açısından Bir Ön Değerlendirme. Finansal Forum 1998

ÖZTÜRK, Osman Metin Terör ve Türkiye: Uluslar arası Siyasal ve Hukuksal Düzenlemeler Işığında Bir İnceleme. Köksaf Sosyal ve Stratejik Araştırma Vakfı Cilt 2 2000

POLİS DERGİSİ. Yurt Dışı Raporları Sayı:22 .2000

SEÇGİN, Orhan. Terörizmin Yeni Türleri. Türk Polis Dergisi Sayı 22 Yayın no:142 (Ocak –Şubat –Mart) 2000

TOBB Doğu Sorunu, Teşhisler ve Tesbitler. Özel Araştırma Raporu 1995

3 GÜNLÜK YAYINLAR

HÜRRİYET

MİLLİYET

ULUSLARARASI İLİŞKİLER

“...Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur,
müttefikimizdir. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden
kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan
gibi parçalanabilir,ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu
milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya düzeni yeni
bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne
yapacağını bilmelidir... Bizim bu dostumuzun
idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz
vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak
yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır.
Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak.
Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür...
Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin İçinde
bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını
bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli...”

M. Kemal Atatürk
30 Ekim 1933










ÖNSÖZ

Türk Milleti’nin tarih boyunca kurduğu devletlerin sayısının 180’i bulduğu kabul edilir. Bu devletlerden 16 tanesi dünya tarihinde etkili rol oynamış çok güçlü devletlerdir. Prof.Dr. Kemal Tahir’in 1966 yılında söylediği gibi “Türk Milletinin bütün Tarih Boyunca bayraksız ve devletsiz kalmaması rastgele ve boşuna değildir. Onun çekirdeğindeki dinamizm, ona devlet kurma yatkınlığı getirmiş... Devlet kurmak başka bir şeydir, devleti yönetmek başka. Türk milleti tarih boyunca devleti hem kurmada hem de yönetmede ustalık göstermiştir.” [1]
Selçuklu ve Osmanlı devletleri başta olmak üzere, Türk Milleti’ni bu coğrafyayla bütünleştiren ve güçlü kılan unsurları sadece askeri güçle açıklamak mümkün değildir. Anadolu’yu fetheden, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyetinde tutan güç, Türk Milletinin özünde var olan ve Türklerin İslamı kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır.
1989 da Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Eski Sovyet ülkeleri 1991 yılında peş peşe bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu durum bazı siyaset ve bilim adamları tarafından yeni bir dünya düzeni olarak adlandırılmıştır. Geniş bir coğrafyaya dağılmış olan Türk Cumhuriyetleri de Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bağımsızlıklarını birer birer ilan etmişler ve Yeni Dünya Düzeni içindeki yerlerini almışlardır. Bu devletler başlangıçta Türkiye’ye büyük ilgi duymuşlar ve ard arda Türk zirveleri düzenlenmiş ve üst düzeyde bir dizi temaslar gerçekleştirilmiştir. Daha sonra gerek Kafkasya’daki olumsuz gelişmeler, gerekse başlangıç temaslarında önemli gelişmelerin sağlanamaması ve verilen vaadlerin yerine getirilememesi Türkiye’ye olan ilgiyi olumsuz etkilerken, Türkiye’nin bölge ülkeleri üzerindeki etkisini de belirgin şekilde azaltmıştır.


Türkiye, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla iki yönden etkilenen tek ülkedir. Birincisi Batı bloğunun bir üyesi olarak diğer müttefikleri gibi askeri, siyasi, ekonomik ve ideolojik açıdan, ikinci olarak da diğer ülkelerde olmayan bir şans ve avantaja sahip olması nedeniyle etkilenmiştir. O da kökünün, dilinin, dininin ve kültürünün bir olması ve kardeşlik bağlarının bulunmasıdır. Bu durum Türkiye’yi ayrıcalıklı yapmaktadır.
Türkiye, Türk Cumhuriyetleri ile ilişki kurmak isteyen diğer ülkelere göre ortak değerlerinden dolayı sürekli bir adım ilerdedir. Türkiye ve diğer Türk Cumhuriyetleri yukarıda saydığımız ortak değerlerini hiçbir komplekse kapılmadan aralarındaki ilişkileri geliştirmek için kullanabilirler. Tarihte ve günümüzde bunun bir çok örneği vardır. Yunan şehir devletleri, İtalyan şehir devletleri, Rus knezleri, vb. Günümüzde ise İngiliz Milletler Topluluğu, Fransızca Konuşan Ülkeler Birliği, Slav Birliği Arap Ülkeleri Birliği gibi, Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da dil, soy, din birliğine dayanan çok sayıda
gruplaşmalar vardır. Türklerin de diğer milletlerin yaptıkları gibi Pantürkizm-Panturanizm gibi kasıtlı suçlamalar kompleksine kapılmadan uluslar arası
kural ve kaidelere uyarak bütün Türk devlet ve topluluklarının bulundukları coğrafyada hür, bağımsız, gelişmiş ve mutlu olarak yaşamalarını sağlayacak dayanışma ve işbirliğini geliştirmeleri gerekir. Bu Türk milletinin hem tarihi, hem kardeşlik hem de menfaati gereğidir.
Tarih Türklerin önüne az rastlanan bir fırsat sunmuştur. Geçmiş bize göstermiştir ki, milletleri büyük yapan istisnai fırsatları kullanabilme yetenekleridir. Türklerin önünde 5 milyon M2’lik bir coğrafya, 250 milyona yakın bir nüfus, son derece zengin yer altı ve yerüstü doğal zenginliği vardır. Bu muhteşem zenginliklerin bir araya getirilerek tüm Türk devlet ve toplulukları için kullanılması durumunda Türkler dünya milletler ailesi arasında hak ettiği zengin ve itibarlı yerini alacaktır. Dolayısıyla Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarının aralarındaki dayanışmayı ve işbirliğini tesis etmek ve geliştirmek için sürekli çalışmaları ve bir takım fedakarlıklarda bulunmaları gerekmektedir. Çünkü akıl ve tarih bunu gerektirmektedir.


GİRİŞ

1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan cumhuriyetlerde şimdilik siyasal planda görünmese de önemli ekonomik sorunların yaşandığı açıktır. Bunun sebebi dağılma sonrasında oluşan uluslar arası iktisadi ilişkiler boşluğunun tam olarak doldurulamamasıdır. Bu ülkeler, önemli rezervlere ve potansiyele sahip olmalarına rağmen henüz ekonomik toparlanmanın sağlanamamış olması ve dış ticaret sektörünün belli bir olgunluğa erişememiş olması, bu argümanın bir delili sayılabilir.
Bağımsızlıkların elde edildiği 90’lı yılların başında, gerek ekonomik yeniden yapılanma, gerekse piyasaların organizasyonu açısından Türkiye’ye önemli roller biçilmiştir. Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının hemen akabinde, ülkemiz bu cumhuriyetleri tanıyan ilk ülke olmuş, geniş kapsamlı bir kredi-yardım programı başlatılmış, bölgede ticaret ve ekonomi müşavirliklerinin de dahil olduğu diplomatik misyonlar kurulmuş, Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) ihdas edilmiş, kısaca ülkemiz Türk cumhuriyetlerine yönelik geniş kapsamlı bir dış ekonomik politika uygulamasına girişmiştir. İktisadi açıdan en kayda değer gelişme müteahhitlik sektörü alanında olmuş , bunun dışındaki diğer yatırımlar açısından ilişkilerimiz arzu edilen seviyeyi yakalayamamıştır. Türkiye-Türk Cumhuriyetleri dış ticaret hacminin 1992 yılında 275 milyon dolardan 1998 yılında 1.281 milyon dolara çıktığı görülmektedir. 1992 yılında 186 milyon dolar olan ihracatımız 1998 yılında 832 milyon dolara yükselirken aynı dönemde bölgeden ithalatımız 89 milyon dolardan 449 milyon dolara çıkmıştır. 1998 yılındaki 1.28 milyar dolarlık toplam ticaret hacminin Türkiye ve bölgenin büyüklüğü dikkate alındığında oldukça düşük bir rakamda kaldığı görülmektedir.
İkili ilişkilerimizdeki en önemli sektör konumundaki müteahhitlik sektörümüzün bugüne kadar 119 firmanın almış olduğu 328 proje kapsamında 7.287 milyar dolarlık bir iş hacmine ulaştığı, bölge ülkelerinden Rusya Federasyonu’nda alınan iş hacminin ise 12.7 milyar dolarlık bir seviyeye ulaştığı, Türk Cumhuriyetleri ve tüm bölge ülkeleri bir arada değerlendirildiğinde ise 23.4 milyar dolar gibi oldukça yüksek bir seviyeye ulaştığı görülmektedir.
İktisadi işbirliğini gösteren en önemli araçlardan birisi olan mal hareketlerinin yönü ve boyutlarının çok cılız kalması, yeni iktisadi ortak olan Türkiye ile ilişkilerin henüz önemli bir konuma gelemediğini göstermektedir. Bunun sebepleri olarak; yeni bağımsız cumhuriyetlerde yaşanan dönüşüm sancılarına paralel olarak alım gücünün azalması ve Türkiye ekonomisinde son yıllarda yaşanan sorunlar sayılabilir. Bu Çerçevede Türkiye’nin bu ülkelere yapmış olduğu mal ve sermaye transferinin toplam ticaret hacmindeki istenilen hedeflere ulaşılamadığı söylenebilir.
Türk Cumhuriyetleri açısından da iktisadi işbirliğini geliştirici akımların henüz oluşmadığı görülmektedir. Bu ülkeler için hala en büyük dış ticaret ortağı Rusya federasyonu ve komşu eski SSCB cumhuriyetleri olmaya devam etmektedir. Yeni ticaret ortaklarının arasında ise AB ülkeleri ve Çin gibi ülkelerin ilk sıralarda yer alması oldukça dikkat çekicidir. Eski ticari ortaklarla olan iktisadi ilişkiler uzak doğu ve Rusya krizine kadar, azalan bir eğilimin işaretçisi olarak görünmesine rağmen, krizle birlikte yeniden eski bağların güçlendiği görülmektedir.[1]
Türkiye ve bu ülkeler arasındaki ticarette özellikle ilk başlarda takasın önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Önemli döviz rezervlerine sahip olmayan bu ülkeler için , başlangıçta bir zorunluluk olan bu durum daha sonra ekonomik daralma yaşanan zamanlarda yeniden başvurulan bir araç olmuştur.
Türkiye’den bu ülkelere gerçekleştirilen doğrudan yatırım alanları, çoğunlukla hafif sanayii, gıda sanayii ve tarıma dayalı sanayilerden oluşmaktadır. Yani bunlar göreceli olarak üstünlüğe sahip olunan ve dış rekabete dayanabilecek alanlardır. Bu konuda Türkmenistan ve Özbekistan gibi, hammadde avantajına sahip ülkelerde, özellikle tekstil alanında yapılan yatırımları belirtmek gerekir.


Türk Cumhuriyetleri ile ticari ve ekonomik ilişkilerin yasal çerçevesini oluşturan Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Anlaşmaları, Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşmaları ve Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşmaları imzalanmıştır. Söz konusu anlaşmaların temel hedefi ikili ticari ve ekonomik ilişkilerin genel kurallarını tespit etmek, yatırımcıları desteklemek, teşvik etmek ve vergilendirme konusunda ortaya çıkabilecek mükerrer uygulamaları gidermek olarak özetlenebilir. Ayrıca söz konusu ülkeler ile karma ekonomik komisyon toplantıları düzenlenmeye başlanarak ikili ticari ve ekonomik ilişkilerin tüm yönleri ile ele alınmasını, mevcut ilişkilerin geliştirilerek yeni işbirliği alanları tesis edilmesini ve olabilecek
sorunların çözümlenmesini sağlayacak platformlar oluşturulmuştur. Bu çerçevede, bugüne kadar Azerbaycan, Kırgızistan, ve Kazakistan ile karma ekonomik komisyon toplantıları düzenlenmiş olup, diğer ülkelerle de gerçekleştirilmesi yönündeki girişimler sürdürülmektedir.
Ticaret alanında ikili ilişkilerimize bakıldığında söz konusu beş ülkeye yönelik ihracat toplamımızın 1992 yılında 186 milyon dolar iken bu değerin 1998 yılında 835 milyon dolara yükseldiği görülmektedir. 1998 yılı itibariyle Türkiye’nin toplam ihracatı (26,97 milyar dolar) içinde Türk Cumhuriyetlerine ihracatın (0;84 milyar dolar) payı % 3,09 olarak gerçekleşmiştir.
Türk Cumhuriyetlerinden ithalatımız ise daha düşük düzeylerde gerçekleşmekte olup, 1992 yılında bu ülkelerden toplam ithalatımız 89 milyon dolar iken bu değer 1998 yılında 450 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. 1998 yılı itibariyle toplam ithalatımız (45,94 milyar dolar) içinde Türk Cumhuriyetlerinden yapılan ithalatımızın (0,45 milyar dolar) payı % 0,98 olarak gerçekleşmiştir.
Uzak doğu Asya ve Rusya’da yaşanan ekonomik krizlerden Türk Cumhuriyetleri ile olan ticari ilişkilerimiz de olumsuz etkilenmiştir. Bu çerçevede, Ocak - Ağustos ayları itibariyle 1998’de söz konusu Cumhuriyetlere 603 milyon dolar ihracatımız 1999’un aynı döneminde 338 milyon dolara gerilemiştir. Aynı dönemler itibariyle ithalatımız ise, 331 milyon dolardan 279 milyon dolara düşmüştür. [1]



AZERBAYCAN CUMHURİYETİ

I. GENEL BİLGİLER
Başkenti : Bakü (Nüfus: 2.100.000)
Yüzölçümü (km²) : 86.600
Dili : Azeri Dili :
Para Birimi : Manat
Toplam Nüfus (1999) : 8.016.200
Nüfus Artış Hızı (1999, %) : 0.8
Nüfus Yoğunluğu (1999,Kişi/km²) : 92

1. Nüfusun etnik yapısı % (1999 )
Azeri :90
Diğer (Rus, Talış, Lezgi, Yahudi, Ermeni) :10

Okur Yazarlık Oranı :% 97.3

Yeraltı Kaynakları : Petrol, doğal gaz, kurşun, çinko,
bakır,demir cevheri, barit, alünit, kobalt,
arsenik, mermer, kireç taşı, siyanit,
maden tuzu ve kaya tuzu.

Temel Tarımsal Ürünleri : Üzüm, pamuk,tütün,çay,sebze ve meyve.

Temel Sanayi Dalları : Petrol araştırma, sondaj makineleri
üretimi, petro-kimyasallar, yiyecek ve
içecek, tekstil, elektronik ve metal işleme.





2. Politik Yapı
Azerbaycan Cumhuriyeti 12 Kasım 1995 tarihinde referandum yoluyla kabul edilmiş olan Anayasa ile idare edilmektedir. Anayasa’ya göre; Azerbaycan Devleti demokratik, laik ve üniter bir Cumhuriyettir. Kuvvetler ayrılığı prensibi benimsenmiştir. Yasama yetkisi Milli Meclis’e, icra yetkisi Cumhurbaşkanına, yargı yetkisi de mahkemelere aittir. Cumhurbaşkanı hem devletin hem de icranın başıdır ve “Ferman” adı verilen hukuki kararlar verme yetkisine sahiptir.

3. İdari Yapı
Azerbaycan Cumhuriyeti “Rayon” adı verilen idari bölgelere ayrılmıştır ve 59 Rayon (bölge), 11 şehir ve Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nden oluşmaktadır. Bakü ve Gence kendilerine bağlı Rayonları bulunması sebebiyle Büyükşehir olarak tanımlanmaktadır. Rayonların yürütme yetkileri münhasıran Cumhurbaşkanı tarafından atanan “İcra Hakimleri” (İcra Başçısı) tarafından kullanılmaktadır. 12 Aralık 1999 tarihinde, ilk yerel seçimler yapılmış ve İcra Hakimiyeti sistemi ile birlikte belediye sisteminin de uygulamasına geçilmiştir.

II. COĞRAFİ KONUMU

Azerbaycan kuzeyde Dağıstan Muhtar Cumhuriyeti , kuzeybatıda Gürcistan, güneybatıda Ermenistan, güneyde İran Azerbaycanı (Güney Azerbaycan 618 km) ve Türkiye (11 km) sınırları arasında bulunan zengin bir tarım ve sanayi ülkesidir. Doğusunda boydan boya uzanan Hazar Denizi (825 km) Azerbaycan'a eşsiz bir güzellik ve zenginlik bahşetmiştir. Ülkenin sınırlarının toplam uzunluğu 3660 km’dir. Bugün 86.000 km2 olan ülke yüzölçümü 1918-1920 yılları arasında kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti zamanında 94137 km2 idi.


III. TARİHİ

Azerbaycan adı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Buna göre Azerbaycan adının Büyük İskender 'in ölümünden sonra (M.Ö.323.) , burayı yöneten komutanlarından Atropates'ten geldiği söylendiği gibi, mecusi diniyle ilgili olarak "od" anlamındaki azer ve "muhafız" anlamındaki baygan kelimelerinden de geldiği söylenmektedir. Ancak bu yer adının etimolojisi yapılırken, burada hakimiyet süren Kasar (Hazar) Türklerinin ismi de göz önünde bulundurulmalıdır.
Türklerin Azerbaycan'a geliş tarihlerinin Milattan önceki zamanlara, Saka-İskit dönemine tesadüf ettiği sanılmaktadır. M.S.395-396 yıllarında Hun Türklerinin bir kısmının Balkanlardan Trakya'ya ilerlerken bir kısmının da Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya indiklerini, İç Anadolu bölgesine kadar geldikten sonra Azerbaycan-Bakü yoluyla kuzeye merkezlerine döndüklerini biliyoruz.
7.yüzyılın ortalarında (642) Azerbaycan, Arapların eline geçmiş bulunuyordu. Ancak bu sıralarda Kök Türk Devletinin batı ucunu teşkil eden Kasalar ve bugünkü Bulgarların cedlerinden olan Bars illiler bu bölgenin Türkleşmesini hemen hemen tamamlamış durumdaydılar. 7-8 yüzyıllarda buralarda hakimiyet kurmuş olan Hazarlarla beraber İtil-Bulgar Devletinin de faaliyet sahası olduğu için bölgenin Türkleşmesi Oğuz akınından önce gerçekleşmişti.
Selçuklu Türklerinin Azerbaycan'da ilk görülmeleri 1015-1021 yılları arasında Çağrı Bey tarafından bölgeye yapılan akınlarla başlar. Tuğrul Bey'in 1054 de Gence'yi kurtarmak için Bizans'a yapmış olduğu sefer, Azerbaycan üzerinden Doğu Anadolu' ya olmuştur. Sultan Alparslan zamanında Azerbaycan bölgesindeki diğer krallıklar tamamen etkisiz hale getirilmiş ve bu yüzden Alparslan' a Ebu'l-feth ünvanı verilmiştir. Melikşah dönemi ise, Azerbaycan bölgesine gelen Türkmenler için "karınca gibi kalabalık" ifadesi kullanılmıştır.
Gence 'de Selçuklu Devletinin bir valisi olan Şemsettin İldeniz 'in 1146 da bölgeye hakim olması ile Ataberg dönemi, daha doğrusu İldenizliler devri başlamıştır. Yine bu zamanda Şamahı'da Şirvanşahlar sülalesi hüküm sürüyordu. 1231 de Celalettin Harzemşah'ı takip eden Moğol kuvvetlerinin bölgeye gelmesi ise İlhanlılar döneminin başlangıcını teşkil eder.
Hülagü Han zamanında Azerbaycan ve Anadolu'ya gelen Türkmen grubu da coğrafyanın Türkleşmesinin en büyük amillerindendir. Yeni gelen kuvvetler ile daha eskiden buralara yerleşmiş bulunan Türklerin kaynaşmasıyla buradaki Türkmen unsur daha da kuvvetlenmiştir.
Azerbaycan ilhanlılardan sonra kısa bir süre Altınordu'nun hakimiyetinde kalmış, 1358 den itibaren de Celayirlilerin egemenliğine girmiştir. Fakat bu durum Timur'un 1383 de Azerbaycan'ı emirliğine katmasına kadar sürmüştür. Timur'un 1405 de Çin seferine çıktığı sırada ölmesiyle Azerbaycan'da yine Türkmen boylarından Karakoyunlular ve Akkoyunlular devri başlamıştır. Bu Türkmen devletleri zamanında Azerbaycan Türk nüfusu bakımından en yoğun dönemini yaşamıştır.
Azerbaycan tarihinde önemli bir yer işgal eden Safevi Devletinin temeli, Akkoyunlular zamanında yaşayan Şeyh Safiyüddin Erdebili tarafından atılmıştır. Sünni bir tarikat olan Safeviyye tarikatı onun torunu Hoca Ali zamanında tamamen siyasi bir mahiyet almıştır.
Safevi hanedanlığının siyasi olarak kuruluşu 1502 de Şeyh İsmail'in Nahçıvan'da Akkoyunlu ordusunu yenmesiyle başlar. Safevi tarikatının şeyh Şah İsmail' in bu denli güçlenmesinin en önemli sebebi Türkmen boy ve aşiretlerine son derece güvenmesi ve Türk unsuruna değer vermesinden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, tarihimiz asıl unsurlarını Türkmen boylarının oluşturduğu iki Türk devletini; Safevi ve Osmanlı Türk devletlerinin karşı karşıya geldiğini gösteren hadiselerle doludur. Buna en çarpıcı olarak Çaldıran Meydan Muharebesi (1514) gösterilebilir. Bu durum Afşar Hanedanlığının kuruluşuna kadar devam eder (1732).
III.Ahmet ve I.Mahmut zamanlarında Azerbaycan' ın Osmanlı topraklarına katılması devletin ana siyaseti olmuş, ancak Rusya'nın güneye inme politikası ve Nadir Şah'ın başarılı yönetimi Osmanlı devletinin bunu gerçekleştirmesine engel olmuştur. Daha sonra Azerbaycan'ın yönetimi yine bir Türkmen boyu olan Kaçarların eline geçmiştir (1779). Kaçar Hanedanlığı'nın yöneticilerinden Feth Ali Şah zamanı özellikle Ruslarla mücadeleyle geçmiştir. Kaçarlarla beraber Azerbaycan'ın tarihinde önemli rol oynayan hanlıklar devri başlar.
Azerbaycan hanlıklarını kuzey ve güney diye iki grupta toplayabiliriz:
Kuzeyde : Şeki, Gence, Bakü, Derbent; Kuba, Nahçıvan, Talış, Revan.
Güneyde: Tebriz, Urumiye, Erdebil, Hoy.
16 ve 17. yüzyıllarda Türk topraklarını işgale başlayan Rusya 17. asıra gelince Kafkasya üzerine seferlere başlamıştır. Tek başlarına Ruslara karşı mücadele etmenin zor olduğunu anlayan Azerbaycan hanlıkları Ruslara karşı beraber hareket etmeyi denemişler, ancak 1801'de Gürcistan , 1804'de Gence Rusların eline düşmüş, 1813'ten itibaren de Karabağ'da yerleşmeye çalışmışlardır. 1828'e kadar Karabağ Rusya ile İran arasında çekişme konusu olmuştur. Karabağ'ın da içinde olduğu Aras'ın kuzeyinde kalan Revan, Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Gence ve sair Azeri hanlıkları 1828 'deki Türkmençay Antlaşmasıyla Rusların eline geçmiştir. Böylece Aras nehrinin güneyinde kalan ve Azerbaycan topraklarının 2/3 'sini oluşturan kısım da İran'a bırakılmıştır.
Azerbaycan toprakları Rusların egemenliğine girdikten hemen sonra Revan ve Karabağ'a Ermeniler yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bilindiği gibi bu bölgelerde Ermeni nüfus azınlıkta iken 1828 de Güney Azerbaycan'dan Tebriz ve çevresinden, 1829-1830'da Erzurum ve çevresinden Ermeniler göçürülerek Revan (Erivan) ve çevresine yerleştirilmiştir. Ermeni tarihçilere göre de Revan ve çevresinde Ermeniler çoğunlukta değildi . 1905 ten itibaren Türklerle Ermeniler arasında çatışmalar başlamıştır. 1917 ihtilali sırasında Ermeniler Karabağ'ın Ermeni toprağı olduğunu ileri sürmüşlerse de , 1918 de Osmanlı Ordusu tarafından burada düzen sağlanmıştır.
1905 ihtilali Azerbaycan kültür ve edebiyatında yeni gelişmelere yol açmıştır. 1917 deki ihtilal başlamadan evvel, Azerbaycan Türkleri 15 Nisanda Bakü'de bir "Kafkasya Kurultayı" toplamıştır ve uzun münakaşalardan sonra "Mahalli Federasyon" esasını kabul etmişlerdir. İstiklal fikri Gence'nin "Ademi Merkeziyet Partisi " ile Bakü'nün "Müsavat Partisi"ni birleştirmiştir. İki milliyetçi ve Türkçü Nesib Bey Usupbeyli ile Mehmed Emin Resulzade bir araya gelerek Azerbaycan'ın istiklaline karar vermişlerdir. 28 Mayıs 1918 de Milli Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edildi ve Türkiye tarafından da tanındı.
Bu yeni hükümet iki yıl süre ile birçok ekonomik ve politik problemlerle uğraşmıştır. Ancak bu sırada Anadolu'da da bir bağımsızlık mücadelesinin var olması, Rusların bu petrol ve endüstri merkezini kendi nüfus alanına dahil etmeye çalışması ve batılı ülkelerin Rus tehdidini görememesi yüzünden, Azerbaycan 27 Nisan 28 Nisana bağlayan gece Ruslar tarafından işgal edilmiştir.
Azerbaycan, 1922 de Kafkasya Ötesi Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyet' ine katılmış, 1936 dan sonra ise Azerbaycan SSC adını almıştır.
Bugün 86600 km2 yüzölçümüne sahip olan Azerbaycan, Sovyetler Birliğine katıldıktan sonra devamlı toprak kaybetmiştir. Stalin zamanında yapılan düzenlemeler ile Ermenistan; Türkiye, Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ve Azerbaycan arasına doğru uzatılmış ve böylece Anadolu Türkleriyle, Türkistan Türkleri arasında irtibat kesilmeye çalışılmıştır.
Bu hadiseler Halk Cephesi Hareketleri'nin daha da hızlanmasına ve ülkede yayılmasına sebep olmuştur. 30 Eylül 1991 de bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan bunu yeterli görmemiş, 7 Haziran 1992 de düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimiyle eski Komunist Partisi Lideri Ayaz Muttalibov' u başkanlıktan uzaklaştırarak, Ebulfez Elçibey'i Azerbaycan Cumhuriyeti'nin başına geçirmiştir.[1]
25 Aralık 1991 tarihinde Kiril alfabesini bırakarak Latin alfabesini seçen Azerbaycan Cumhuriyeti, 1992 de alfabenin uygulanmasına geçmiştir. 1992 yılı içinde Azerbaycan Cumhuriyeti , bugün birçok ülke tarafından tanınmış , BM ve AGİK gibi milletlerarası kuruluşlara, üye, kalkınmakta olan bir Türk devletidir.








KAZAKİSTAN CUMHURİYETİ

I. GENEL BİLGİLER
Başkenti : Astana
Yüz Ölçümü (km²) : 2,724,900
Konuşulan Dil : Kazakça
Para Birimi : Tenge
Toplam Nüfus : 14,953,126
Kent Nüfusu(%) : 56
Kırsal Kesim(%) : 44
Kadın Nüfusu(%) : 51
Erkek Nüfusu(%) : 49
Nüfus Yoğunluğu (Kişi/km²) : 5.5
Nüfus Artış Hızı (%) : 0.43
Ortalama Yaşam Süresi (Yıl) : 64.4
Bebek Ölüm Oranı (Bin kişide)Bir yaşına kadar : 2.08

1. Nüfusun etnik yapısı % (1999 )
Kazak Türkleri : 53.40
Rus : 29.95
Alman : 2.36
Ukraynalı : 3.66
Diğer : 10.63

Yeraltı Kaynakları : Krom, volfram, çinko, bakır, altın, demir,
kömür, petrol ve doğal gaz. (Madenler)
Toplam Orman Alanı : 26.4 milyon ha
Tarımsal Ürünleri : Buğday, pamuk, şeker pancarı ve
hayvancılık.
Sanayi Dalları : Tarımsal sanayiler, metalurji, hafif sanayi,
Petro-kimyasallar ve tekstil.
2. Politik Yapı
10 Ocak 1999 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Nursultan Nazarbayev %79.8 oranında oy alarak yeniden Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Kazakistan Parlamentosu, Senato ve Meclis olmak üzere iki kanattan oluşmaktadır. 1998 yılı içinde yapılan Anayasa değişiklikleri çerçevesinde parlamentonun meclis kanadının üye sayısı 67’den 77’ye çıkarılmıştır.
Parlamentonun iki kanadının da görev süresi 4 yıl iken, son Anayasa değişikliğiyle Meclis’in görev süresi 5 yıla, Senato’nun süresi ise 6 yıla çıkarılmıştır.
Senato, her eyalet ve eski Başkent Almatı’dan mevcut yerel temsili organlar tarafından seçilen ikişer senatörden meydana gelmektedir. 7 senatör ise Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev tarafından atanmaktadır.
Millet Meclisi, ülkenin idari-bölgesel bölünmesine uygun olarak oluşturulan seçim çevrelerinde eşit sayıda seçmen tarafından seçilen 67 üyeden oluşmaktadır. Son Anayasa değişikliğiyle sayısı 77’ye çıkartılan Meclis üyelerindeki 10 milletvekili ilave siyasi partilerin listelerinden tek ulusal seçim bölgesine göre seçilecektir. Bu değişiklik, Meclis’in ikinci dönem seçimleri itibariyle uygulamaya konulacaktır.

II. COĞRAFİ KONUMU
Asya ile Avrupa arasında en önemli geçiş ülkelerinden birisi olan Kazakistan doğuda Çin Halk Cumhuriyeti, güneyde Kırgızistan ve Özbekistan, batıda Hazar Denizi -Türkmenistan ve kuzeyde Rusya ile sınırdaştır. Yüzölçümü bakımından BDT ülkeleri arasında ikinci ve nüfus bakımından ise dördüncü büyüklükte olan Kazakistan, Türk Cumhuriyetleri içerisinde en büyük coğrafi saha (2.717.303 km2) ve (16.464.000) nüfusa sahiptir. 46-87 doğu ve 40-56 kuzeybatı enlemi üzerinde bulunan ülke kuzeyden güneye 2.000 km. , batıdan doğuya 3.000 km dir. Başkenti, ülkenin doğusunda yerleşmiş olan Almata'dır. 1929 yılında başkent olan Almata'nın nüfusu yaklaşık 1.200.000 kişi civarındadır. Eski başkent bugün Rusya Federasyonu içerisinde kalan Orenburg'dur. Yeni kurulmuş bir şehir olan başkent Almata elma bahçeleri, geniş yolları , dev hükümet binası , geniş meydanları ve kış sporları tesisleriyle ünlüdür. Ülkenin diğer şehirlerinin başlıcaları şunlardır. Karaganda (maden), Çimkent, Petropavlovsk (Kızılyar), Semipalatinsk, Baykonur (uzay araştırmaları).

III. TARİHİ
Kazak adı, hür, müstakil, mert, yiğit ve cesur manalarına gelmektedir. Baburname'de bu tabir ile bir hükümdarın fetret devresini geçirip,eski durumuna gelmesi zamanı ve durumu kastedilmektedir.
Kazak Türkçesi; Tatar, Başkurt, Nogay, Kırgız gibi Kuzey-Batı (Kıpçak) Türk şiveleri grubunda yer alır. Türk şive birlikleri arasında en geniş alanı işgal edenlerden birisidir. Kazak Türkçesinin Sovyet ihtilalinden önce yazı dili olması için çok çaba harcanmıştır. Edebi dil 19. yüzyıl ortalarına kadar daha ziyade sözlüdür. 19.yüzyılda Rus Türkologları Kırgızca veya kazak-Kırgızca adını verdikleri Kazak metinlerini yayınladıkları ilmi eserlerde ilk kez Rus alfabesiyle yazdılar. 1850’lerin sonlarında Rus olmayanların eğitimiyle ilgili canlı teorileri olan bir Rus oryantalasti N.A. İlminskiy'in tesirleri Kazak Türkçesi üzerinde de etkili olmuştur. Daha sonra bu akımın tesiriyle Ibray Altınsarının (1841-1899) , Çokan Velihanov (1837-1865), Abay Kunanbaydı (1845-1904) gibi yazarlar Kazak Türkçesi ile kaleme aldıkları eserleriyle Kazak Türkçesinin temellerini attılar. Kazaklar 1929'a kadar Arap alfabesiyle, 1929-1939 yılları arasıda Latin alfabesiyle yazdılar.1939 'dan sonra ise Kiril alfabesine geçildi.
Kazakistan'ın kültür tarihi çok daha eskilere uzanmaktadır. Kazakistan'da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çeşitli madenlerden yapılmış olan eserler motif bakımından Yenisey motiflerine benzemektedir. Kazakistan ve Kırgızistan bozkırları kültür bakımından Yenisey Türk kültürünün izlerini taşır. Kazakistan'da Hun devrine ait Sarı-Kol, Çingiz-Tag ve Berkkarın kurganlarında bulunan eserlerle ortaya çıkarılan mezar taşları ve kayalar üzerindeki yazılar ile tamgaların aynını Yenisey bölgesi kalıntılarında da görmek mümkündür. Özellikle son zamanlarda Kazakistan'da bulunan Kök Türkçe mezar kitabeleri üzerinde çalışan A.Amanjolov, A. N. Bernştam, İ. A. Batmanov, A. K. Akişev gibi Türkolog arkeologlar, Kazakistan'da Türk varlığının eskiliği konusunda çok önemli belgeler ortaya çıkarmışlardır. Bundan başka Altaylar’da bulunan demir eritme ocaklarına Kazakistan bozkırlarında da rastlanmaktadır. Güney Kazakistan'daki Çangal mevkiinde oldukça yeni devirlere ait ok uçları, tirkeş parçaları ve kama sapları bulunmuştur. Burada Karluk Türk devri kültürlerinin yanında, Altın-orda tesirleri de görülüyordu.
Kazakistan bir Türk yurdu olarak bu kadar eskilere gitmekle beraber, Kazakların ortaya çıkışı, Cengiz Han'ın fetihlerinin sonlarına, yani onun çocukları ve torunları zamanına rastlamaktadır. Bütün Kazaklar kendilerini Alaş-Alaç adlı bir atadan türediklerine inanırlar. Sosyal yapılarının, töre ve zang( örfi hukuk) larını bu büyük ata tarafından kurulduğunu iddia ederler. Buna rağmen 19. yüzyılda toplanan Kazak secereleri büyük farklılıklar göstermektedir. Ancak herkesin birleştiği ortak nokta , bu ilk atanın üç oğlu olduğu ve bunların soyundan üç büyük Kazak boyunun meydana geldiğidir. Birçok Türk ve kısmen yabancı boyun da karışmasıyla (Karluk, Oğuz, Nayman vs.) meydana gelmiş olan Kazakların, eski Kimeklerin torunları olduğu yolunda da görüşler mevcuttur.
Ancak Kazakların etnik oluşumundaki faktörlerle Bulgar Türklerinin arasında büyük benzerlik vardır. Bilindiği gibi Bulgar Türkleri de, Attila Hunlarının bakiyeleri ve doğudan gelen diğer Türk gruplarının karışmasıyla ortaya çıkmış bir topluluktur.
Kazakların tarih sahnesinde rol oynamaya başlamaları Özbek Hanları devrine rastlamaktadır. Ebu'l-Hayr Han (1412-1468) in idaresi altında bulunan Özbek boylarının aralarında çıkan sürtüşmeler yüzünden, bir kısmı Cuci (ölm. 1227) sülalesinden Barak Han (1425-1427) in oğulları Kirey ile Canı Bek idaresinde , doğuya doğru göç ederek yerleşmişlerdi. Daha sonra bunları diğer bazı boylar takip etmiş ve Kazak Türk birliği bir milyonluk bir kütle haline gelmiştir. Canı Bek'in oğlu Kasım Han idaresinde Balkaş mıntıkasında yaşarlarken , bir kısmı da Kirey'in oğlu Burunduk Han'ın yönetiminde Urallar bölgesinde ikamet ediyorlardı.
Daha sonra Kasım Han, tüm Kazakları kendi hakimiyeti altında birleştirmiş ve 300.000 kişilik bir ordu meydana gelmiştir. Kasım Han'ın 1520 de ölümünden sonra, başa onun oğlu Ak-Nazar Han geçmiştir. Onun torunu Tekvel (veya Tevekkel) Han zamanında Kazaklar Maveraünnehir'e başarılı seferler yapmışlardır. Kazakların Üç Orda şeklinde teşkilatlandırılmaları bu zamanda vaki olmuştur. Bu ordalar üç büyük Kazak boyundan meydana gelmiştir. Büyük Orda (cüz) nın toprakları şimdiki Kazakistan'ın doğu taraflarına, Balkaş Gölü ve Issık Göl'ün güney taraflarına kadar uzanmaktadır; içlerinde Calayır ve Duglat gibi boylar vardır. Orta Orda; Argun, Nayman, Kıpçak, Kirey ve Kongrat gibi büyük boylardan müteşekkil olup, Kırgız steplerinin kuzeyi, İriş ırmağı boyları, Tobol ve İşim ırmağı havalisinde ikamet etmektedirler. Küçük Orda ise, Aral gölünden batıya , Hazar'a ve Urallara doğru uzanan araziye hakim olup, aralarında Alım-Ulı, Bay, Ulı, Cedi Urug gibi boylar vardır.
17.yüzyılın sonlarında Tevka Han, Kazak Türklerinin idaresini kanuni esaslara göre bir kez daha tanzim etmiştir. Onun zamanında her üç ordanın yaylak ve kışlakları tespit edilmiş, her birine ayrı ayrı tamgalar verilmiştir. Tevka Han'ın ölümünden sonra Moğol asıllı Kalmuklar, 1723 de Sayram, Taşkent ve Türkistan'ı zaptetmişler, Kalmuk hakimi Galdan-Tseren bütün güney Kazakistan'ı eline geçirmiş ve bu durum 1758 de bunların Çinliler tarafından mağlup edilmelerine kadar devam etmiştir.
17 ve 18 yüzyıllarda Ruslar, Türkistan sahasında önemli işgallerde bulunmuşlardır. 18 yüzyılın 2. yarısında Rusya'nın Napolyon istilasından kurtulmasından sonra, Asya ileri karakolları genişleme sahası bulmuştur. Rusya'nın Türkistan'a doğru sarkmasının bir sebebi de, Kırım Harbi'nin Rusya'nın yenilgisiyle bitmesidir. Yine Rusların Türkiye aleyhine genişleme çabalarının , İngiltere ve Fransa'nın müdahalesiyle önünün alınması, Rusya'yı Türkistan yönünde yayılmaya teşvik eden en mühim amillerden biri olmuştur. Bununla beraber Türkistan'ın kuzeyinde Rus istilasının seyri boyunca ve bilhassa 1821 yılında Çar'ın çıkardığı Step Kanunu ile bütün kazak bozkırlarının doğrudan doğruya Rusya'ya ilhakı halk arasında galeyan ve Rus istilasına karşı uzun yıllar süren isyanlara sebep olmuştur. Daha bu yıllara gelinmeden 1731 yılında Kazakların Küçük Ordaları, 1734 de Orta Orda ve 1738’de de büyük orda Rus hakimiyetine geçti. Rus idaresine karşı Kazak Türkleri 1824 de hakimiyetten uzaklaştırıldıktan sonra, üç sultanlığa ayrıldılar. Orta Yüz hanı Kine Sarı zamanında(1838 den sonra) Kazakların istiklal mücadeleleri çok şiddetlendi, fakat üstün Rus kuvvetleri karşısında dayanamayarak Çu boylarına çekildi.
Kine Sarı 1847 senesinde Kırgızlar tarafından öldürülünce,Ruslara karşı mücadeleleri gevşedi. Büyük Orda da, Kalmukların Çinliler tarafından yenilmesinden sonra Çin hakimiyetine girmişti. 1798 de Büde, Ruslar Alma-Ata ırmağı üzerinde bir kale inşa ederek Yedi-Su (Semireci) daki hakimiyetlerini sağlamlaştırdılar. Türkistan'daki Rus başarılarının yegane sebebi, Ruslara karşı koyabilecek kuvvetli bir Türk devletinin bulunmayışıdır. Türkistan Hanlıklarının birbirlerine düşmesi, boylar arasındaki tarihi rekabet onları zayıflatmakla birlikte, Türkistan Türkleri'nin mühim bir kısmının konar-göçer olması, modern Rus teşkilatlarına ve silahlarına karşı durabilecek güçte değildi.
1865 yılında Taşkent'in istilası gerçekleştiği sırada Kazakistan bölgesinin önemli bir bölümü Rusların eline geçmiş bulunuyordu. Bundan başka Cungarya bölgesi halklarının tazyiki, Hive Hanlığının güçlenmesi gibi faktörler de , Kazakları topraklarını terke mecbur bırakmıştır. Ruslar Çar Petro zamanında yaptıkları kaleleri kullanarak bütün bu bölgeleri kontrolleri altında tutuyorlardı. 1824 senesinde Ural ve Emba arasındaki alan ele geçirilmiş, 1854 'e gelindiğinde ise Alma-Ata (Verniy) kalesi kurulmuştu. Yeni işgallerden sonra Kazak toprakları üç askeri valiliğe ayrıldı: Orenburg, Batı Sibirya ve Türkistan. Rus sömürgecilerin kuzey ve doğu Kazakistan'da bu çok verimli topraklara yerleşmeleri I. Dünya Savaşının çıkmasına kadar devam etti. 1914 de bu bölgede yaşayanların yarısına yakınını Ruslar meydana getirmeye başladı.
1870 ve 1880 yıllarında Semireçi bölgesine bir göç de Doğu Türkistan'dan (Uyguristan) yapılmıştı. Çin baskısı karşısında çekilmek zorunda kalan Uygur ve Dunganlar Çui, ili ve diğer nehir boylarına ziraat yapmak için yerleştiler. Ruslar nihayette buraları üç idari kademeye ayırdılar. İller (oblast) , İlçeler (uezd) ve kazalar (volost). Bu idari taksimatta elbetteki en önemli mevkileri Ruslar işgal etmekteydiler. İl ve ilçelerde Rus ordusuna mensup kişiler, volostlarda da gerek duyulursa yerli halktan biri getiriliyordu. Bunların da Rus çıkarlarına aykırı kişiler olmamalarına dikkat edilmiştir.
I. Dünya Savaşı sırasında , 1916 'da Rus olmayanların çalıştırılmak üzere toplanmasını bildiren bir kararname çıktı. Askeri ihtiyaçlar için Kazakların hayvanları müsadere edildi. Bunun üzerine bütün Türkler gibi Kazakların da , Rusların başlarına geçirdikleri volostlara ve Rus halka karşı harekete geçtiler. Bazı kabileler çoğu zaman büyük insan ve hayvan kaybı vererek Çin'e gittiler. Rus yönetimi fark gözetmeksizin yakaladıkları bütün Kazakları öldürüyor, hayvanlarına ve otlaklarına el koyuyordu. Bu arada kaç tanesinin öldüğü bilinmemekte, sadece Çin'e kaçabilenlerinin üç yüz bin civarında oldukları tahmin edilmektedir.
Kazaklar 1906 da Kazak Anayasal Demokratik Partisi vasıtasıyla halkta milli şuurun uyanmasını sağlamışlardı. Daha sonra bu partiye Alaş Orda adı verilerek ihtilal hareketi hızlandırıldı. 1916 yılında önemli roller ifa eden Alaş Orda Partisi, Bolşevik İhtilali’nden faydalanarak, Çarlık Rusya'sının sömürüsünü kırmak üzere harekete geçti. Kazaklar bir taraftan yaklaşmakta olan komunist ihtilalcilere , diğer taraftan Çar ordularına karşı mücadele etmek durumundaydılar. 1917 de, Ak-Tübe ve Uralsk Kongreleri ile Orenburg 'da toplanmış olan umumi Kazak kurultayı memleketin teşkilatlandırılması hakkında birçok mühim kararlar aldı. Alaş Orda Kazakistan'ın istiklalini ilan etti ve Bükey Han idaresinde Kazakistan hükümeti kuruldu. (Ağustos 1917). Fakat yukarıda da işaret edildiği gibi Türklerin üstün Tus kuvvetlerine karşı durmaya güçleri yoktu. Hemen hemen üç sene süren kanlı savaşlardan sonra , Sovyetler Kazaklar için bir hükümet kurdular ve Orenburg'u başkent yaptılar(1919). Neticede Kazak Türkleri de Rusya’nın hakimiyetini tanımak zorunda kaldı. 1924 de Otonom Kazakistan Sovyet Cumhuriyeti merkezi Ak Mescit'e (Kızıl-Orda) taşındı. Burada dört yıl kaldıktan sonra , 1928 de başkentin bir Rus şehrinde olması daha emin görülerek, şimdiki Alma-Ata'ya taşındı. Bu sırada bir kısım arazi Kazakistan topraklarına katıldı. 1936 da ise Sovyetler Birliğinin bir üyesi olarak Kazakistan'a yeni bir statü kazandırılmıştır.
1920’lerden 1960’lara kadar Kazakistan'ın göçebeleri için birçok yerleştirme planları uygulanmış ve bu arada milyonlarca Kazak Türkü canını ve malını kaybetmiştir. 1964 yılında da bu kez Çin topraklarındaki Kazaklara karşı bir hareket başlamıştır. Bu sırada Afganistan'a sığınan 800 Kazak Türkünün de Türkiye'ye alınması istenmiştir.
Kazakistan da 25 Ekim 1990 günü egemenliğini, 16 Kasım 1991 tarihinde de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bugün BDT içinde yer alan Kazakistan Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler, AGİG gibi milletlerarası kuruluşlara üye, kalkınmakta olan bir Türk devletidir.




















ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ

I. GENEL BİLGİLER:
Başkent : Taşkent
Yüzölçümü : 447.400 km²
Konuşulan Dil : Özbekçe(resmi dil), Rusça
Para Birimi : Sum
Toplam Nüfus : 24,755,519 (Temmuz 2000)
Kent Nüfusu (%) : 38,0
Kırsal Kesim (%) : 62,0
Nüfus Yoğunluğu : 50,4 (m²başına)
Ortalama Yaşam Süresi,1998 : 70,3
Doğum Oranı (2000) : 26,18 (1000 kişide)
Ölüm Oranı (2000) : 8,2 (1000 kişide)
Bebek Ölüm Oranı : 22,8 (Her 1000 kişide)
Nüfus Artış Hızı (2000) : 1,6 %

1. Nüfusun etnik yapısı %
Özbek : 80
Rus : 5,5
Tacik : 5
Kazak : 3
Karakalpak : 2,5
Tatar : 1,5
Diğer : 2,5
Yeraltı Kaynakları : Petrol, doğal gaz, kömür, altın, bakır,
gümüş, volfram ve (Madenler)
tungsten’dir.
Tarımsal Ürünleri : Pamuk, buğday, sebze,meyve ve ipektir.
Sanayi Dalları : Tarım ve tekstil makineleri, kimyasallar ve
metalurjidir.

II. COĞRAFİ KONUMU

Özbekistan Batı Türkistan'da Amu Derya (Ceyhun) ve Sir Derya ile Aral Gölü ovasında Tanrı Dağları'nın (Tiyenşan) eteklerinde kurulmuş olan ve Orta Asya diye tarif edilen bölgenin merkezi kısmında yer alır. Kuzey ve kuzey batıda Kazakistan , doğu ve güneydoğuda Kırgizistan ve Tacikistan, güney batıda Türkmenistan ve güneyde de Afganistan ile sınırları bulunan Özbekistan adeta bu ülkelerle çevrili durumundadır.
447.000 km2’lik yüzölçüme ve 19.810.000 kişilik bir nüfusa sahip olan Özbekistan Batı Türkistan Türk Cumhuriyetleri içerisinde nüfus bakımından birinci ve toprak genişliği bakımından da üçüncü sırayı almaktadır.
Ülkenin doğu kesiminde birbirinden havzalar ve vadilerle ayrılan, Tanrı (Tien Shan) Dağlarının Batı uzantısını oluşturan Karjantau, Ugam , Pskem, Çatkal, Kuramin uzanır. Orta Asya'nın en büyük vadisi olan Fergana vadisini ise Gussar ve Altay dağları boydan geçer. Kuzey' de tanrı dağlarının batı uzantıları bulunur. Güneyde Türkistan Malguzlar ve Nuratau sıradağları ile çevrili olan Taşkent-Golodnaya bozkırının ortasında Sirderya (Seyhun) ırmağı geçer. Buhara ve Semerkant gibi eski tarihi kentler, güneydeki Zerefşan vadisinde yer alır. Vadinin güneyinde Kaşka derya havzası, Güneydoğu' sunda Surhanderya havzası uzanır. Özbekistan topraklarının yaklaşık beşte dördünü oluşturan düz ve kurak bölge ülkenin batısını kaplar.
Kuzeybatı' daki Turan ovası Aral gölünün çevresinde 60-90 metreye kadar yükselir. Güneyde ise Kızılkum çölüne karışır. En batıda yer alan 200 metre irtifalı Üstyurt yaylası hafif dalgalı düz bir yüzeye sahiptir. Bölgenin en belirgin özelliği yüksek olmayan sıradağlar, tuzlu bataklıklar düdenler ve mağaralarla kaplı kapalı havzalardır. Kırgızistan ve Tacikistan dağlarından doğan Sirderya ve Amuderya ırmaklarının dışındaki 600 ü aşkın akarsuyun tümü Aral gölünün havzası içinde kalır.
Tipik kara ikliminin hüküm sürdüğü ülkede yazlar uzun, kurak ve sıcak geçerken kış ayları kısa ve soğuktur. Yıllık yağış miktarı ortalaması 200 mm olan Özbekistan'da bu bölgelerde sıcaklığın yazın 47 dereceye kadar yükseldiği görülmekle beraber kış aylarında bu sıcaklık eksi 20 dereye kadar düşmektedir.
Ülkenin yaklaşık 2/3 'ü çöl ve yarı çöl durumunda olup, Kızılkum çölü bunların en büyüğüdür. Ancak buna rağmen ülkenin tarımda kullanılan arazisi (266.000 km2) Türkiye'den daha geniş ve verimlidir. Ülke görünüm itibarıyla sıradağlardan ve çöllük alandan müteşekkil bir görünüm arz etmekle beraber özellikle sulama kanallarıyla birlikte topraklarının yaklaşık %80 'i ovalık bir görüntüye kavuşturulmuştur. Kuzeyde Tanrı dağlarının uçlarından güneyde Hissa ve Altay dağlarına kadar uzanan ülkede irili ufaklı 600 kadar nehir bulunur. Özbekistan'da en önemli nehirlerin başında Amu-Derya ile Sır-Derya nehirleri gelmektedir.

III.TARİHİ

Özbek adı, Ebu'l Gazi Bahadır Han'ın da belirttiği üzere, Altun Orda beyi Özbek'in adından gelmektedir. Altun Orda tahtına Özbek Han (1313-1340) 'ın geçmesinden sonra, onun emrindeki kitlelere daha sonradan Özbekler denmeye başlanmıştır. Yani başlangıçta şahıs adı olan Özbek , bir zaman sonra belli bir Türk topluluğunun adı olarak kullanılmağa başlanmıştır. Özbek Türkçesi, Modern Uygur Türkçesi ile birlikte Türk dilinin Güneydoğu da Çağatay grubuna girer.
Cengiz Han’ın torunlarından Batu Han tarafından kurulan Altun Ordu Hanlığı (1227-1502) nin başına 9.han olarak, 1313 tarihinde Özbek Han geçmişti. Özbek Han, ilk günlerden başlayarak kararlı ve sert bir siyaset gütmüş, Kutluğ Timur Noyan'ın nasihatları sayesinde kısa bir zamanda bir çok rakip ve düşmanlarından kurtulmuştu. Özbek Han Tuna taraflarında Nogay'ın şehadetinden sonra çoğalan Bizans ve Slavların nüfusunu kırarak tekrar Müslüman Türklerin baskısını artırmaya başladı. 1319 da Tuna'yı geçerek Edirne'ye kadar geldiler. Özbek Han'ın orduları 1314 de, Bulgar Kralı Seventoslav'ın ölümünden sonra, Kral George Terter'e Bizansa karşı yardım bahanesiyle Trakya'ya, 1330 da Terter'in Sırplarla olan savaşında ona yardımcı olmak gayesiyle Küstendil'e kadar ilerlemişti. Bu arada bazı hükümetlerle evlilik yoluyla da bağlar kurarak durumunu güçlendirmeye çalışmıştır. Mesela 1320 de kızı Tulun Bige'yi Kahire'ye zevce olarak göndermiş, bu arada Bizans 'tan da kızlar almıştır.
Özbek Han 1335 yılında Azerbaycan seferine çıktı. Bu sırada Bağdat Hatun tarafından zehirlenen Abu Said ölmüş ve İlhanlı Moğol hakimiyeti de çözülmeye yüz tutmuştu. 14. yüzyıl Acem tarihçisi ve coğrafyacısı Hamdullah Kazvini, Azerbaycan'da yapılan seferlerden söz ederken Özbek Han'ın askerlerine, Özbekler dendiğini kaydeder. İbn Batuta, Özbek Han dan bahsederken, "geniş bir ülkesi, kuvvetli bir ordusu olan şanlı, şöhretli ve devletli bir sultan olup, Tanrı' nın düşmanlarından biri olan Bizans İmparatoru ile savaşa, cihad ve gaza etmeye vazifeli bulunmaktadır. Ülkesi gerçekten pek geniş ve büyük şehirlerle donanmıştır. Kefe, Kırım, Macar, Azak, Sogdak, Harezm ile taht kenti Saray bunların en meşhurları olarak sayılabilir" demektedir. Gerçekten Özbek Han, İdil (Volga) kıyısında Saray kentini çok geliştirmiş ve büyütmüştür. Bu şehre yeni camilerin yapılmasını sağlamıştır. Sadece İdil kıyısında değil, Kırım'da da yeni binalar yaptırmıştır. Onun zamanında bütün Deşt-i Kıpçak boylarında Türkçe konuşulduğu da bilinmektedir.
Daha sonraları Özbek ailesinden Abu'l-Hayr Han (1428-1468) zamanında Özbekler birbirleriyle daha da kenetlenmişlerdir. Timurluların son devirlerinde Özbekler saldırılarını artırmışlardır ve daha da güneye inmişlerdir. Ancak Saferi Devletinin kuruluşundan sonraki on yıl içinde, Akkoyunlu Devleti de ortadan kalkmış, Horasan'daki Özbek hakimiyeti de elden çıkmıştı. Muhammed Şeybani Han (1500-1510) zamanında Maveraünehir'in tamamını ellerine geçirmiş olmalarına rağmen, Şeybani Han'ın ölümünden sonra Özbeklerde bir kargaşa baş göstermiştir. 1512de Hive elden çıkmış, 1740 a kadar iç çekişmeler devam etmiş, 1740 ta İran hükümdarı nadir Şah ,(1736-1747) Ebu'l-Feyz Han (1717-1748) 'ın idaresindeki Buhara'yı ele geçirmiş ve 1748 de Ebu'l-Feyz 'in öldürülmesinden sonra Özbek Hanedanlığı sona ermiştir. 1753 tarihinde Buhara'nın başına Muhammed Rahim'in geçmesiyle, Mangıt Hanedanlığı dönemi başlamış ve bu 1920 ye kadar devam etmiştir.
Özbeklerde devlet teşkilatı eski Türk geleneklerinin aynıdır. Devlet meclisindeki protokol Oğuz Kağan ve Dede Korkut' taki gibidir. Özbekler içerisinde Kazak ve Kırgız boylarını görmek mümkündür. Yani birbirine karışmışlık söz konusudur. Tarihçi Prof. Dr. Z.V. Togan Cengiz ve oğulları zamanında Türk ve Moğol unsurlarının kaynaşmasının ne kadar muayen olduğunu vurgulamak için, bugün mevcut Nogay, Özbek, Kazak, Başkurt gibi büyük camiaların hepsinde müştereken mevcut kabile ve oymakları tespit etmek kafi gelir, demektedir. Bugün Özbekistan olarak bilinen cumhuriyet içerisinde Kongrat, Nayman, Kineges, Mangıt, Toyaklı, Saray, Barın, Üç Urug, Bugrut, Arlat, Kanglı, Kırk, Bataş, Kara Kalpak gibi boylara rastlamak mümkündür.
Mangıt hanedanından olan Emir Said Haydar (1801-1826) zamanında Özbekler oldukça gelişmişlerdir. Düşmanlarıyla mücadele ettiği gibi ilme de önem vermiş olmasına rağmen, ölümünden sonra karışıklıklar ve iç çekişmeler yüzünden emirlik zayıflamıştır. 1826 da tahta çıkan Nasrullah Han (1826-1860) Rus tehlikesi hakkındaki İngiliz uyarılarını dikkate almamıştır. Yerine oğlu Muzaffereddin (1860-1885) geçmiştir.
Daha sonra Rusların Türkistan'a karşı daha ciddi olarak harekete geçtiklerini görüyoruz. Güneyde Hive Hanı Muhammed Rahim bir müddet müdafaadan sonra şehri bırakıp ve Taşkent 29 Haziran 1863 tarihinde Rus askerlerine kumanda eden General Çernayev tarafından ele geçirilir.
İlk devirlerde Buhara Emiri Taşkent'teki Rus Umumi Valisi ile değil, doğrudan doğruya Petersburg Hükümeti ile münasebette bulunuyordu. Ayrıca Türkiye'ye de hususi bir elçi gönderip siyasi bir münasebet kurmuş idi. Fakat çok geçmeden Buhara'nın Osmanlı Devleti ile temasını Ruslar menettiler. Hanlığın siyasi bağımsızlığı gibi askeri gücü de ortadan kaldırıldı.
Emir Gıyaseddin 'in 1885 te vefatından sonra yerine geçen oğlu Abdü'l-Ahad (1885-1910) zamanında Buhara tamamıyla Rus nüfuzuna girmiş ise de, Özbekistan'da yer yer ayaklanmalara rastlanmaktaydı ki, bunlardan biri 1898 deki Fergana ayaklanmasıdır. Ondan sonra başa geçen Oğlu Mir Alim (1910-1920)'in saltanatı sonunda Buhara Devleti yeni Sovyet rejimi tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Rusya'da 1917 ihtilalinden sonra rejim değişmiş ise de , Türkler açısından değişen bir şey olmamıştır. Mustafa Çokay 1917-1918 yılında kısa bir süre için şimdi Özbekistan'ın bir kısmı olan Fergana vadisindeki Hokand'da müstakil bir devletin başkanı oldu. Fakat maalesef doğup büyüdüğü topraklarda değil, binlerce kilometre uzakta bir yerde; Almanya'da 1942 yılında öldü.
1919 yılı başlarında Fergana bölgesindeki Sovyet Rus kıtaları komutanlığı Fergana'daki Basmacı hareketini yok etmek için geçici bölge komisyonları kurmuş ve bu komisyonların teşkilatlandırılmasına dair talimatlar yayınlamışlardır.
11 Ağustos 1919 da Rus Generali M.W. Frunze'nin kumandası altında Türkistan Cephesi kuruldu. Frunze, Türkistan Cephesi mensuplarının başında 22 Şubat 1920 'de Taşkent'e geldiğinde , şehirde bulunan Sovyet Rus memurlarının görevleri de o nispette arttı. 13 Mart 1920'de Lenin'e şu telgrafı çektiler.
"Türkistan'ı ve onunla birlikte bütün Rusya'yı Sosyalist ihtilalin düşmanlarının eline bırakmaktansa, savaşarak ölmeye hazırız" 1921 Temmuzun' da Mustafa Kemal Paşa'nın isteği ile Buhara' ya gelen T.B.M.M. üyelerin İsmail Suphi Soysallıoğlu'nun teşebbüsleri ile bir "Türkistan Milli Birliği" teşkilatı kurulup başkanlığına da Zeki Velidi getirildi. Enver Paşa liderliğindeki Basmacılık denilen hareket ise olumsuz neticelendi. 1924 yılında düzenlemeler ile bugünkü cumhuriyetler teşkil edildi. Özbekistan'ın teşekkülü sırasında, yani 1924 te Tacikistan'a ittifak cumhuriyeti statüsü kazandırılarak Özbekistan'dan ayrılmıştır. 1926 daki sayımda Tacikistan ve Kırgızistan 'da oldukça mühim bir Özbek azınlığı olduğu görülmüştür. Sovyetler zamanında da Özbekistan'da baskı ve sindirme politikası devam etti. Özbekler tarımın zorla kollektifleştirilmesi politikalarına da karşı olmuşlar, 1930 da mukavemetleri en üst düzeye ulaşmıştır.



20 Haziran 1990 'da egemenliğini, 1 Eylül 1992 'de de bağımsızlığını ilan eden Özbekistan Türk Cumhuriyeti BDT üyesidir. Özbekistan Cumhuriyeti bugün Birleşmiş Milletler, AGİK gibi milletlerarası kuruluşlara üye,kalkınmakta olan bağımsız bir Türk devletidir.




























TÜRKMENİSTAN CUMHURİYETİ

I. GENEL BİLGİLER
Başkent : Aşkabat
Yüzölçümü : 488.100 km2, (Toplam yüzölçümün
375.000 km2çöldür)
Resmi Dil : Türkmence
Din : % 88 Sünni Hanefi,
% 10 (Doğu) Ortodoks,
% 2 Bilinmeyen
Para Birimi : Manat
Nüfus : 5.369.400 (2.000)
Nüfus Yoğunluğu : Ortalama 11 kişi/km2
Kent Nüfusu : 2.463.500 kişi
Kırsal Bölge Nüfusu : 2.905.900 kişi
Nüfus Artış Oranı : % 3,3
Doğum Oranı : 28,88 (1000 kişide)
Ölüm Oranı : 9,04 (1000 kişide)
Ortalama Yaşam Süresi : 64,4
Okur Yazarlık Oran : % 99

1. Nüfusun etnik yapısı %
Türkmen : 78 % 9 Özbek
Rus : 7
Kazak : 2
Tatar : 1
Diğer : 3
(Azeri, Ermeni, Alman, Ukraynalı, Beyazrus, Letonyalı, Moldovalı, Gürcü, Lezgi, Fars, Kürt, Tacik, Rus Yahudisi, Karakalpak, Beluşi )

Yeraltı kaynakları : Doğalgaz, Petrol, Sülfür, Kaya Tuzu, Kömür,
Potasyum
Sanayi : Petrokimya, Tekstil, Doğalgaz, Gübre, Pencere
Camı
Demiryolları : 2.187 km.
Karayolları : 24.000 km.
Boru Hatları : 250 km. (işlenmiş petrol), 4.400 km. (doğalgaz).
Elektrik : 2.480.000 kw (Kapasite)
Kişi Başına Milli Gelir : GSYİH göre 820 ABD Doları
Türkmenistan Anayasası’nın Kabul Tarihi : 19.05.1992

2. Politik Yapı
Türkmenistan, başkanlık sistemi ile yönetilen, anayasasına göre, demokratik, laik bir hukuk devletidir. Tarafsızlık statüsü Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarafından onaylanmıştır. Halk Maslahatı milli iradenin en yüksek temsilcisi niteliğindedir. Ayrıca anayasa değişikliği, referandum, ülkenin ekonomik, sosyal ve politik gelişmesine yön verecek ana konularda tavsiyeleri tartışma ve karar alma yetkisine sahiptir. Ancak Halk Maslahatı yasama organı değildir. Türkmenistan’ın yasama organı meclistir. Halk Maslahatı kararları meclis tarafından yasalaştırılır. Meclis, Anayasanın hazırlanması ve değiştirilmesi, kanunların yasalaştırılması, parlamento ve başkanlık seçimlerinin tarihlerinin belirlenmesi, Başbakan Yardımcılarınca yürütülen faaliyetlerin onaylanması, bütçenin onaylanması hususlarında yetkilidir. Türkmenistan’da tek parti bulunmaktadır.

II. COĞRAFİ KONUMU
Türkmenistan, Orta Asya’nın batısında, Hazar Denizi ile Amu Derya ve İran ile Afganistan arasında, topraklarının %90’ı çöllerle kaplı bir ülkedir. Dünyanın en büyük kum çöllerinden biri olan Karakum Çölü ülkenin orta kesiminin tamamını kaplayarak Kazakistan’a doğru uzanır. Güneydeki Kugitang ve Kopet dağları Pamir-Alay sıradağlarının uzantılarıdır. Asya’nın iç kesiminde yer alan Türkmenistan’da, yüzey şekillerinin de etkisiyle sert bir kara iklimi hüküm sürer. Sıcaklık gün ve yıl içinde büyük farklılık gösterir. Yazın ender olarak 35 derecenin altına düşen sıcaklık, Karakum Çölü’nde gölgede 50 dereceye kadar yükselir; kış aylarında Kuşka’da –33 dereceye kadar düşer. Nem oranı son derece düşük, yağışlar yetersiz olduğundan sulama büyük önem taşır. Başlıca önemli ırmakları Amu Derya ırmağı ile Herirud (Tecen), Murgab ve Atrek ırmaklarıdır.

III. TARİHİ
Türkmenistan’da bugün yaşamakta olan Türkmenler esas itibariyle 9. yüzyılda Salır, Kınık, Yazır, Kayı, Bayat boylarından oluşan Oğuzlardan gelmekle beraber, Türkmen medeniyetinin oluşmasında bu topraklarda hüküm sürmüş olan Massagitler, Dahlar, Parfiyalılar, Alanlar, Sakalar ve Hazarlar gibi birçok kültür ve halkın etkisi olduğu kabul edilmelidir. Nitekim, bugünkü Türkmen kültüründe binlerce yıldan bu yana süzülen rengarenk kültür unsurları bulunmaktadır.
Türkmen etnik adının VII. yüzyıldan itibaren ortaya çıktığı, ancak halk olarak bu adın kullanılmasının X. ve XI. yüzyıllarda başladığı bilinmektedir.
Türkmen sözcüğünün anlamı için çeşitli yorumlar yapılmıştır. Avrupalı tarihçiler Türkmen adını “Safkanlı Türk” olarak nitelendirirken, Türk tarihçileri “Özen Türk” yani “Türk halklarının kökü” diye değerlendirmektedirler. Arap kaynaklarının ifadesine göre, Müslüman olmayan Oğuzlar, Müslüman olan Oğuzlara “İnançlı Türk” anlamına gelen “Türk-iman” adını vermişler. Bu da zamanla “Türkmen” şekline dönüşmüştür.
Türkmen adı bugün dar manada Türkmenistan Cumhuriyetinde, İran, Irak, Afganistan, Suriye ve Türkiye’deki bazı Türk boylarına mensup olanlar için kullanılmaktadır.
Böylece Türkmenler, Türklerin Oğuz boyundan olduğu ve Türkmen kelimesinin “Türk”ten ayrı olmadığı ve “ben” manasındaki “men” ekinin eklenmesi ile oluştuğu görüşü ağırlıktadır.
Binlerce yıl öncesinden beri Türki milletin yurdu olan Türkmenistan’ı Türkistan tarihi ile birlikte düşünmek gerekir. Türkmenistan’ın bugün üzerinde
bulunduğu topraklar, tarih boyunca çeşitli mücadelelere sahne olmakla birlikte, yakın geçmişte 1717 yılında Ruslar işgal etmeyi denemişler, ancak
başaramamışlardır. 1869-1884 yılları arasındaki çeşitli iç kavgalar, Rusların Türkmen topraklarını tekrar işgal etmelerine yol açtı. 1881 yılında Göktepe Kalesi’nin Rusların eline geçmesiyle neticelenen savaşta Türkmenler 26 bin 500 şehit verdi.
Bütün Türkistan’da olduğu gibi Türkmenistan’da da Çarlık Rusya’sının işgaline karşı bir muhalefet vardı. 1916 yılında başlayan Türk-İslam milli ayaklanması Bolşevik ihtilalinden sonra da devam etti. Fakat dışarıdan bir destek alamadığı için başarılı olamadı. 1917 ihtilali başladığı zaman Özbekler ile Yamut Türkmenleri arasında geçimsizlik patlak verdi. Türkmenlerin lideri Cüneyd Han, Hive üzerine yürüyerek şehri kuşattı ise de, Sovyetlerin bir askeri birliği Hive’ye göndermeleri üzerine Cüneyd Han kuşatmayı kaldırdı. Ancak bir süre sonra Cüneyd Han Hive’ye hakim olmuştur, fakat bu durum Sovyetlerin tekrar Hive hanlığının içişlerine karışmasına imkan vermiştir. Hive’deki Rus askerleri, Cüneyd Han’dan kaçanlarla birlikte bir Hive ihtilal taburu kurdular ve Hive’de bir Sovyet hükümeti kurulmasını istediler. Ve taburun yardım istemesi üzerine Sovyet orduları 1920 yılında Hive’yi işgal etti. 1924 yılında isyanlar bastırıldı, böylece Türkmenler Türkmenistan SSC’nin kurulmasına engel olamadılar ve Türkmenistan da Sovyetlerin hakimiyeti altına girdi. 1927 yılında Sovyet kuvvetleri karşısında son çatışmayı da kaybeden Cüneyd Han Türkmenistan’ı terk etti. SSCB Federal bir anayasa çıkararak Orta Asya’yı beş Cumhuriyete böldü.
SSCB’nin dağılmasından sonra Türkmenistan hükümeti, 1991 yılında Göktepe’nin Rusların eline geçiş tarihi olan 12 Ocak gününü “Göktepe ve İkinci Dünya Savaşı Şehitlerini Anma Günü” olarak ilan etti. Savaşın yaşandığı yer, Aşkabat’ın 45 km batısındaki Göktepe kasabasının yanında bulunuyor. Bu savaş hatırasına Göktepe Kalesi içinde Fransızlara inşa ettirilen ve Orta Asya’nın en büyük camisi olan Göktepe Camii, Türkmenlerin ziyaret yeri haline gelmiştir. 27 Ekim 1924 tarihinde kurulan Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, diğer Türk cumhuriyetleri gibi 1991 yılına kadar Sovyet yönetiminde kaldı.
SSCB’nin dağılma sürecinin başladığı 1990 yılında 22 Ağustos günü egemenliğini ilan eden Türkmenistan 27 Ekim 1991 günü de bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığını ilk tanıyan ve bu ülkede ilk Büyükelçilik açan ülke Türkiye oldu. Bugün Türkmenistan Cumhuriyeti BM, AGİT gibi milletlerarası kuruluşlara üye olan bağımsız Türk Devletlerinden biridir.






























KIRGIZ CUMHURİYETİ

I. GENEL BİLGİLER
Başkenti : Bişkek
Yüzölçümü : 198.500 Km2
Resmi Dil : Kırgız Türkçesi
Para Birimi : Som
Nüfusu (1999) : 4.852.400
Nüfus Yoğunluğu : 42.53
Nüfus Artışı (1999) : %13(1989-1999 arası)
Bebek Ölüm Oranı(1997) : 28,2 (Bin doğumda)
Ortalama Yaşam Süresi : 66 Yıl
İşsizlik Oranı : % 3.1 (1998)
Bağımsızlık Tarihi : 31 Ağustos 1991

1. Nüfusun Etnik Yapısı %
Kırgız : 61
Rus : 14
Özbek : 15
Ukraynalı : 2
Diğer : 8

Temel Tarım Ürünleri : Pamuk, İpek, Saman, Kenevir, sebze,
meyve
Yeraltı Kaynakları : Kömür, Altın, Civa, Uranyum, Antimon,
Kalay, Tungsten
Reel Büyüme : % 9 (1998)

Kişi Başına Milli Gelir : 378 $ (1998)

Okur Yazar Oranı : % 99


II. COĞRAFİ KONUMU

Kırgızistan toprakları hemen bütünüyle dağlıktır. Güneyde, Fergana çöküntü alanının yanında yükselen ve sadece kenar bölümü Kırgızistan’da kalan Alay sıradağları; bu dağların orta kesimini oluşturan Tien Şan kütlesi; Isık-Kul’un kapladığı çanağın kuzeyindeki Alatav sıradağları. Vadiler ve havzalar, tarıma açılmaya elverişlidir. Nüfusun büyük bölümü, yoğun ve sulu tarımın yanı sıra dönüştürme sanayisinin ve değişimin etkinliklerinin de bulunduğu iki bölgede toplanır.
Kırgızistan’ın kaynakları sınırlıdır. Çok metalli maden cevherleri, küçük kömür yatakları işletilmektedir. Narin hidroelektrik tesisleri elektrik üretiminin iki kat artmasına olanak vermiştir. Türk-Moğol kökenli ve müslüman olan Kırgızların (nüfusun %52.4’ü) nüfus dinamizmi yeni iş alanları açacak bir sanayileşme siyaseti gerektirmektedir.

III. TARİHİ
Çin kaynaklarında İ.Ö. II.yy.da Kırgızlar’dan söz eden kayıtlara rastlanır. Yenisey’in yukarı mecrasında (Minusinsk bölgesi) yaşarken, Göktürklerin birkaç akınına karşı koyduktan sonra, 560’a doğru onların egemenliği altına girdiler. 630’da Göktürk Devleti dağılınca bağımsızlıklarını kazandılar. İkinci Göktürk Hakanlığı döneminde 696’dan sonra, yeniden Göktürkler’e, daha sonra da Uygurlar’ a bağlandılar. 840’ da şiddetli bir hücumla Uygur Devleti’ni yıkarak Ötüken’de kendi devletlerini kurdular ve 920’ye kadar burada kaldılar. Bu tarihte Çitanlar tarafından Güney Sibirya’ya sürüldüler ve bir daha tarih sahnesinde rol oynamadılar. Cengiz Han Moğolları’nın, sonra Kalmuklar’ın egemenliği altına girdiler. Ünlü Kırgız destanı Manas’ın bir bölümü Kırgız Türklerinin, Kalmuklara karşı başkaldırışını anlatır.




1830 yıllarında Kırgız ülkesi bu kez de Hokand Hanlığının idaresine girdi. Ancak yaşamlarını göçebe olarak sürdüren Kırgızlar bir ölçüde de olsa bağımsızlıklarına sahiptirler.
1865-1876 yılları arasında Hokand Hanlığı’nın Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine Kırgızlar, bu sefer de Rus egemenliği altına girmiş oldular. Ruslar nüfus yoğunluğunu kendi lehlerine çevirmek için, işgal ettikleri bölgeye, giderek artan miktarlarda Rus göçmen yerleştirdiler. Bununla da kalmayarak Kırgızlar’dan zorla aldıkları verimli toprakları Rus göçmenlere dağıttılar. Bu durum Kırgızları iyice huzursuz etti.
Rusların I. Dünya Savaşı sıralarında yıkılan kentlerin onarılması için Türk kökenli gençleri kullanmak istemeleri ile huzursuzluk iyice tırmandı. Ruslar mecburi işçilik kararını uygulamaya koyup, 250 bin Türk gencini zorla amelelik yaptırmaya kalkınca, 17 Temmuz 1916 tarihinde “Milli İsyan” adı verilen baş kaldırma hareketi Hoçent kentinde başladı. Büyük bir hızla kısa zamanda semerkant, Sırderya, Pergana, Yedisu, Kazak ve Kırgız bölgeleri ile Hazar Denizi ötelerine yayıldı.
Ayaklanmanın çarlık rejimini tehdit edecek boyutlara ulaşması üzerine Ruslar bu yörelerin tümünde sıkı yönetim ilan ederek bölgeye “Cezalandırma Kıtaları” altında düzenli bir ordu sevkettiler. Rusların modern silah gücü karşısında kazmalarla, çapalarla, sopalarla direnmeye çalışan Türkler büyük kayıplar verdi. Ayaklanmaya katılsın veya katılmasın çoluk çocuk bir çok masum kişi bu kıtalar tarafından kılıçtan geçirildi. Tarih kitaplarına geçen resmi rakamlara göre, sadece kazakların vermiş olduğu kayıp 670 bin kişidir. Yedisu bölgesindeki ayaklanmalarda ise Ruslar Türk nüfusun %30’unu katlettiler. 300 bin’e yakın Kırgız ve Kazak Türkü Rus katliamından kurtulabilmek için Çin sınırlarını aşmaya çalışırken yollarda açlık ve hastalıktan kırıldı.
Sovyet rejiminin kurulmasından sonra Kırgızistan, 1921 yılında Türkistan’dan ayrılara, SSCB içinde Rusya Federasyon’una bağlı özerk bir bölge haline getirildi. Ruslar, Karadeniz ile Hazar Denizi’nin kuzeyindeki savaşçı topluluklar olan Kazaklar’a, Kırgız diyorlardı. Kırgızları onlardan ayırt edebilmek için 1926 yılına kadar asıl Kırgızlar’a yanlış bir adlandırmayla “Kara Kırgız” ismini verdiler. 1926’da bu isim yanlışlığı düzeltilerek Rusya Federasyonu içinde özerk bir cumhuriyete dönüştürülen Kırgızistan, 1936 yılında ise Kırgızistan SSCB’nin federe 15 Cumhuriyetinden biri oldu.
Kırgızistan, SSCB’nin dağılmasından önce 12 Ekim 1990 tarihinde egemenliğini kazanmıştı. Gorbaçov’a yapılan başarısız darbe girişiminden sonra, darbeyi takip eden günlerde bağımsızlık kararı alındı ve 31 Ağustos 1991 tarihinde SSCB’den bağımsızlığını ilan etti.
Türkiye 16 Aralık 1991 yılında Kırgızistan’ı tanıyan ilk ülke oldu. 1992 yılında iki ülke arasında diplomatik ilişki kurularak karşılıklı elçilikler açıldı. Kırgızistan Cumhurbaşkanı Asker Akayev’in 22-26 Aralık 1991’de Türkiye’yi ziyareti sırasında bir dostluk ve işbirliği anlaşması imzalandı. Türkiye başbakanı Demirel de 28-29 Nisan 1992’de Kırgızistan’ı ziyaret etti.