TÜRKLERDE MİLLİYETÇİLİK
İslamiyet’ten önce Türk tarihinde milliyetçilik büyük bir yer tutar. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli yönlere ve ana kollarıyla batıya akan Türk Milleti, İslamiyet’le karşılaşıp Müslüman oluncaya kadar en kuvvetli bağ olarak milliyetçilik his, düşünce ve ideallerine sahipti. Avrupa’da ancak 18. ve 19. yy.larda başlamış ve zamanla kuvvetlenmiş, fakat günümüzde zayıflamaya yüz tutmuş bulunan milliyetçilik hareketlerinin en idealine Türkler binlerce yıl önce sahiptiler ve bu ideali 10. yüzyıla kadar gerek harp meydanlarında ve gerekse günlük hayatlarında mükemmel şekliyle yaşadılar. İslamiyet öncesi Türk tarihi incelenirse, o zamanki Türk milletinin bir din yaymak, bir rejimi kabul ettirmek veya bir felsefenin hakimiyetini sağlamak için değil, mili varlıklarını sürdürmek, milletlerine daha iyi ve müreffeh hayat sağlamak, komşularını sindirmek milli istiklallerini korumak ve rakiplerine fiilen veya hükmen hakim olmak için savaştıkları görülmektedir. Bütün bu gayelerin ortaya çıktığı yegâne kaynak Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir. Hele Türklerin komşuları Çinlilerde olduğu gibi mesela bir Konfüçyüs felsefesine veya İranlılarınkine benzer, geçmiş çağların adı bilinen inançlarından olan Mecusilik gibi bir dine sahip olmayışları ve kaynaklarda Şamanizm olarak isimlendirilen esasları çok basit ve merasimleri iyi bilinmeyen bir inanışa sahip oldukları söylentileri hatırlanırsa, o zamanki Türklerin yegane manevi desteklerinin milliyetçilik duygularının olduğu daha açık ortaya çıkmış olur. Ayrıca bütün fertlerin kayıtsız şartsız uyduğu, aile hayatından devlet idaresine kadar hayatın bütün safhalarını düzenleyen ve sözlü bir anayasa hükmündeki örf ve adetleri de büyük kısmıyla milli idi ve gene bu milliyetçilik duygularından kuvvet alıyordu.
Orta Asya Türk Devleti kağanlarından Ogur Kağan, İlteriş Kutluk Kağan, Göktürk kağanlarından Bilge Kağan, Kültiğin Kağan ve vezirlerden Bilge Tonyukuk gibi Türk devlet idarecileri Kürşad gibi Türk kahramanlarının idealleri üstün millet fikrine dayanan bir milliyetçilikti. Nitekim Göktürk abidelerinde anlatılan, millete nasihat olarak verilen şey, millete bağlı olmak, Örf ve adetlere sıkı sarılmak, başka milletlere özenme ve tatlı sözlerine aldanmamaktır. Dolayısıyla Türkler, Batı dünyasının son bir-İki yüzyıldır sanılan ve çeşitli yollar tutarak kendilerine göre şekil verdikleri cihan-şümul bir iman ve gayeden mahrum olan basit milliyetçiliği bin yıl önce yaşadılar.
İslamiyet beşeriyetin içine saplandığı bütün batılları yok edip, yerine hak olanı koyarak ve cihanı saran bütün karanlıkları aydınlatarak, Arabistan Yarımadasında doğup cihana yayılmaya başlayınca, 10. yüzyılda Maveraünnehir bölgesinde Türkler tarafından tanınıp seve seve kabul edildi ve kısa zamanda hemen hemen bütün Orta Asya Türklüğü kendiliğinden Müslüman oldu. Müslüman Türkler eski batıl dinlerini bir daha dönmemecesine terk ettikleri gibi, örf ve adetlerinden İslam’ın bildirdiklerine uymayanları da kısa zamanda terk etiler ve milliyetçilik duygu ve düşüncelerinde de İslamiyet’in esaslarına göre düzeltme ve değişiklikler yaparak meşru hale getirdiler. İslamiyet, bazılarının öne sürdüğü gibi Türk milletinin varlığını eritip yok etmedi. Tam tersine Müslüman olmayan eski Balkan ve Avrupa Türkleri kısa zamanda milliyetlerini kaybedip, Avrupa milletleri içinde eriyip Hıristiyan1aşmışken, Müslüman Türkler İslamiyet’le bu güne kadar Türklüklerini muhafaza etmek imkânına da kavuştular ve günümüz Türk dünyası böylece teşekkül etti. Hatta İslamiyet’e olan hizmetlerinden, "Türk" kelimesi Batılı milletlerce "İslam" manasında kullanıldı.
Gazneliler, Karahanlılar, Timuroğulları, Selçuklular ve Osmanlılar gibi Müslüman Türk Devletlerinde milli birlik ve varlıklarını sürdüren Türkler, artık yalnız milliyetçilik için yaşamıyor ve savaşmıyorlardı. Milli varlıklarını ve milliyet duygu ve düşüncelerini en yüksek gayenin “ila-yı kelimetullah" (Allah'ın dinini üstün kılmak) emrine vererek insanların saadeti için çalıştılar. Hele Osmanlılar zamanında kıtaları sınırlarına dahil ederek kurdukları cihan devletiyle kendilerini tamamen tebaalarının huzur ve refahına ve dünyada emniyet ve adaletin tesisine vererek, bütün insan asırlar boyunca büyük hizmette bulundular. İslamiyet’i bütün samimiyetleriyle kabul edip sadakatle bağlanan Türkler, Müslümanlığı yaşamak, yaymak muhafaza ve müdafaa etmek hususunda diğer Müslüman milletlerden öylesine ileri gittiler ki "Türk" ve "Müslüman" kelimeleri aynı şeyi ifade eder hale geldi. Mesela; birisi Müslüman olduğu zaman Cezayir'de Maveraünnehr'de veya Avrupa'da "Türk oldu" denilirdi.
Osmanlı Cihan Devletindeki milliyetçilik anlayışı, diğer Müslüman veya gayri Müslim etnik gruplara baskı ve tahakkümden tamamen uzak, kendini insanlığa hizmete adamış, bütün dünya insanlarına ulaştırmak istediği ilahi bir mesaj sahibi bütün insanlığın rahat ve huzur içinde yaşamasını temin edecek ve kıtaları bir arada idare edebilecek yüksek adalet ve idare esaslarını kazanmış bir milliyetçilik anlayışı idi. Bunun içindir ki Osmanlı Devletinde hiçbir azınlık unsuruna baskı yapılmadı; dinleri, dilleri ve milliyetleri değiştiri1meye kalkışılmadı. Hatta devletin en yüksek mevkileri azınlıklara da daima açık tutulurdu. Ancak Fansız İhtilali sonrasında Avrupa devletlerinin gayret, aldatma ve teşvikleri neticesinde azınlıklar arasında ırkçılık ve milliyetçilik düşünceleri başlayıp, devlet dağılma vetiresine (sürecine) girince, birlik ve beraberliği sağlamak için Osmanlılık hareketi başlatıldı. "Osmanlılık", güçlü bir devletin mensubu olmaktan doğan iftihar ifade ederken, "Osmanlıcılık" bu düşüncelere batılı unsurları sokmayı gaye edindi. Osmanlılık duygusu azınlıklara da mal olmuş iken, Osmanlıcık azınlıklar tarafından rağbet edilen bir düşünce olmadı. Bu yıllarda Sultan İkinci Abdülhamid Hanın çok güzel tatbik ettiği hilafet politikası, devletin otuz sene ayakta durmasını sağladı. Ancak onun tahttan indirilmesinden sonra her millet bağımsız bir devlet kurmak için başlattığı hareketleri hızlandırdı. Bunun sonunda, Balkanlarda, Ermenilerde, Suriye, Filistin ve Arabistan'da, bilhassa İngilizlerin teşvik ve kontrolünde, Fransız ve Rusların da mühim desteğiyle sürdürülen milliyetçilik hareketleri, küçük komitacı silahlı grup ve çetelerin zamanla kendi bölgelerine hakim olmalarıyla, Birinci Dünya Harbinin sonunda yeni devletlerin kurulmasına sebep oldu. Bugünkü Balkan Devletleriyle irili ufaklı Ortadoğu ve Arap ülkeleri bunlardandır.
Osmanlı Devletinin son yıllarında Türkler arasında da yayılıp genişleyen Avrupai milliyetçiliği, ilk defa Yusuf Akçura Üç Tarzlı Siyaset adlı eseriyle siyasi bir hareket olarak ortaya koydu. Irka dayalı bir idare kurulması gerektiği düşüncelerini ileri sürdü. Türkçülük olarak bilinen ve
Milli mücadele, Türk milletinin güvenebileceği en büyük kudretin önce Allah, sonra da kendi milli varlığında bulunduğunun anlaşılmasına sebep oldu. İstiklal Harbi, "Türkün en büyük dostu yine kendisidir" şeklinde ifade edilen bir anlayış ve imanın kuvvetiyle başarıldı.
Milliyetçilik fikirleri, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devletin hayatına yön veren içtimai prensipler olarak kabul edildi. Türk Ocaklarının statüsünde yapılan bir değişiklikle faaliyet sahası olarak Türkiye sınırları kabul edildi. 1931 yılında ise, Türk ocakları kapatılarak, Halkevi haline getirildi. Milliyetçilik, 1937 yılında da Ana yasaya girerek, Anayasa prensibi haline geldi.
Mustafa Kemal’in Milliyetçilik ilkesi ve anlayışı yine O’nun tanımıyla şu formülde aranmalıdır:
YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ...
0 yorum:
Yorum Gönder