', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRKİYE'NİN İLK YILLARINDA DIŞ POLİTİKA

17 Ekim 2007 Çarşamba

TÜRKİYE'NİN İLK YILLARINDA DIŞ POLİTİKA

5-Atatürk Dönemi Dış Politika Gelişmeleri

1923-1932 Dönemi

Millî Mücadele hareketinden başarıyla çıkan Türk devleti ,Lozan Antlaşması'nı Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletleri ile eşit şartlarda imzalamış ve milletler arası alanda, bağımsız bir devlet olarak yerini almıştır. Lozan sonrasında,Yeni Türkiye bağımsızlığına sınırlama getirecek milletler arası bağlardan uzak kalacak, barışçı bir politika takip etmek suretiyle, komşularıyla dostluk ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.

Türkiye'nin bu dönemde barışçı bir siyaset takip etme gayretlerini çeşitli sebeplerle izah etmek mümkündür. Ancak,bu sebepler arasında toplum hayatında köklü değişiklikler yapan inkılâp ve kalkınma hareketlerine girişmenin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.

Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada şu şekilde izah etmektedir;"...esaslı ıslâhat ve inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde,hem de muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay olunabilecek bir keyfiyet olmaz...".

Türkiye'nin Lozan sonrası dış politikasına Mustafa Kemal Paşa fikir ve düşünceleri ile yön vermiştir. Mustafa Kemal Paşanın uyguladığı dış politika,millet menfaatine dayalı bir "Millî siyaset" ilkesini temel alır. Millî siyaset uygulamasında esas olan Millî bağımsızlık, Millî misak, milletler arası hukuk da saygı ile "Yurtta barış, dünyada barış" ilkelerinin titizlikle tatbik edilmesidir.

Türkiye'nin Lozan sonrası dış politikada gösterdiği barışçı politikaya rağmen zaman zaman bir takım engellemelerle karşılaşılmıştır. Batılı devletlerin Osmanlı Devleti döneminden kalma "devletin iç işlerine karışma" alışkanlıklarını yeni Türkiye üzerinde de tatbik etmeye çalışmışlar, ancak her defasında Türkiye'nin direnmesiyle karşılaşmışlardır.

1923-1932 dönemi dış politikası, Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak daha çok Lozan'dan arta kalan meselelerin halli ve Lozan esaslarının uygulanması yönünde bir seyir takip etmiştir.

a-Türk-İngiliz Münasebetleri ve Musul Meselesi:

Musul,15 Kasım 1918'de İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Millî Mücadele sırasında ise düşman işgalinden kurtarılamamıştır. Misak-ı Millî'nin birinci maddesine göre 30 Ekim 1918'de fiili işgal altında bulunmadığından Musul,Türk sınırları içerisindedir.

Lozan Konferası'nda Türk-Irak sınır meselesi görüşülürken Türk heyeti bölgenin Türkiye'ye terk edilmesi gerektiğini iddia etmiş, Irak'ı mandası altında bulunduran İngiltere ise Musul'un Irak sınırları içerisinde kalmasını ısrarla savunmuştur. Lozan'da halledilemeyen konu, anlaşmanın üçüncü maddesinin ikinci fırkasında yer alan "Konu, Türkiye ile İngiltere arasında Lozan sonrasındaki dokuz ay zarfında görüşmeler yoluyla halledilecek, mümkün olmadığı takdirde milletler cemiyetine havale edilecektir" şeklindeki ibaresiyle Lozan sonrasına bırakılmıştır.

Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924'te İstanbul'da İngiltere ile başlatılan görüşmelerde İngiltere'nin Irak lehine Hatay üzerinde de hak iddia etmesi üzerine konferanstan bir sonuç alınamamıştır.

Tarafların ikili görüşmelerinden sonuç alınamayınca, Musul Meselesi Lozan Antlaşması'nın ilgili maddesi gereği Milletler Cemiyeti'ne havale edilmiş; cemiyet, konuyu 20 Eylül 1924'te görüşmeye başlamıştır. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşünde ısrar ederek Musul'da bir plebisit yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de "bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı" gerekçesiyle kabul etmemiştir.

İngiltere, Musul konusundaki uzlaşmaz tavrını bölgede organize ettiği kışkırtma hareketleriyle desteklemeye çalışmıştır. Özellikle Lozan'dan sonra Kürtleri, Asuri kabilelerini ve Arapları sürekli olarak Türkiye aleyhine tahrik etmiştir.

Milletler Cemiyeti'nde Musul Meselesi görüşülürken, Türk-İngiliz kuvvetleri arasında ufak çapta sınır çatışmaları meydana gelmiştir.

Milletler Cemiyeti'nin konuyu incelemek üzere bölgeye gönderdiği Tahkik Komisyonu'nun Eylül 1925'te Cemiyet Meclisi'ne sunduğu raporda Musul'un Irak'ta kalması yönünde görüş beyan etmesi, gerek Türk temsilcileri, gerekse Türk halkı tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Türk tarafının itirazlarına rağmen Milletler Cemiyeti, komisyon raporuna uyarak bölgeyi,16 Aralık 1925 tarihli toplantısında Irak'a bırakma kararı alacaktır.

Türkiye, Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen Cemiyet Meclisi'nin verdiği bu karara uymak zorunda kalarak,5 Haziran 1926'da yapılan bir anlaşmayla Musul'u Irak'a bırakmıştır. Türkiye'nin Musul'dan vazgeçmesinin karşılığı olarak bölgedeki petrol gelirinin %10'u 25 yıl süreyle Türkiye'ye verilmiştir. Ancak Türkiye 500 bin İngiliz lirası karşılığı bu hakkından vazgeçmiştir.

Musul'un kaybedilmesinde bölgenin stratejik önemi,petrol kaynakları açısından zengin oluşu ve İngiltere'nin imparatorluk yolları üzerinde olması önemli sebeplerdendir. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler İngiltere'nin, ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştur.

İngiltere'nin görüşmelerdeki bu uzlaşmaz tavrının bir diğer sebebi de 1926'lı yıllarda hâlâ Türk milletinin hayat hakkını tanımak istememesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca meselenin daha önceki görüşmelerde halledilmeyerek Milletler Cemiyeti'nin kararına kalması Türkiye açısından ayrı bir talihsizlikti. Çünkü bu tarihte Türkiye, Milletler Cemiyeti'nin üyesi değildir. Buna karşılık İngiltere, cemiyetin aslî ve kurucu üyesidir. İngiltere'nin Cemiyet Meclisi'ndeki bu konumu Musul Meselesi'nde diğer devletlere baskı yapmasını kolaylaştıracaktır.

Ayrıca, Türkiye Musul Meselesi'nden dolayı yeni bir savaşı göze almak istemeyerek dönemin Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüşdü Aras'ın 7 Haziran 1926 tarihli Meclis konuşmasında da belirttiği gibi "fedakârlık" yapmıştır.

b-Türk-Yunan Münasebetleri ve "établi" Anlaşmazlığı:

Lozan Antlaşması sırasında 30 Ocak 1923'te Türkiye ile Yunanistan arasında azınlıklar konusunda bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmada Yunanistan'da bulunan Müslüman-Türk azınlıkları ile Türkiye'de bulunan Rumların mübadelesi öngörülmüştür. Ancak, uygulama safhasında anlaşmanın ikinci maddesinde yer alan "Batı Trakya Türkleri ile İstanbul'da sakin (établi) Rumların bu mübadeleden hariç tutulması" iki ülke arasında uyuşmazlığa sebep olmuştur.

Mübadeleden İstanbul'da yaşayan Rumları hariç tutmak isteyen Yunanistan'ın bu tutumu iki ülke arasında uzun süren bir gerginlik yaratmıştır.Etabli kelimesinin yorumundan kaynaklanan bu anlaşmazlığın dışında tarafların münasebetlerini olumsuz yönde etkileyen bir diğer olay da "Patrik" meselesidir. Türkiye mübadele kapsamına dahil ettiği Ortodoks Patriği Arapoğlu Konstantin'i sınır dışı etmiş, bu olaya Yunanistan tepki göstermiştir. 19 Mayıs 1925'te Patrik Konstantin'in görevinden istifa etmesiyle konu halledilmîş, 1 Aralık 1926'da iki ülke arasında Atina'da yapılan anlaşmayla da iki ülke azınlıklarının emlâk konuları görüşülerek bir düzenleme yapılmaya çalışılmıştır. Ancak, 1926 Antlaşması ülkeler arasındaki meselelerin halli için yeterli olmamıştır.

1930 yılında İtalya Doğu Akdeniz'de bir dostluk ve güvenlik sistemi kurma çabası içine girmişti. Mustafa Kemal Paşa ile Yunanistan Başkanı Elefteros Venizelos'un bu sistemin gelişmesinde olumlu tavırlar alması Türk-Yunan münasebetlerindeki huzursuzluğu ortadan kaldırmıştır. 10 Haziran 1930'da Ankara'da iki ülke arasında imzalanan dostluk anlaşmasıyla Lozan'dan arta kalan mübadele konusu halledilmiş, komşu ülkeler arasındaki dostane ilişkilerde önemli bir adım atılmıştır.

Venizelos'un, 27-31 Ekim 1930'da Ankara'yı ziyareti sırasında imzalanan üç vesikadan oluşan 30 Ekim 1930 tarihli dostluk, tarafsızlık, uzlaşma ve hakem anlaşması Türk-Yunan münasebetlerinin süratle gelişmesini sağlamış ve ileride yapılacak Balkan Antantı'nın imzalanmasına yol açmıştır.

1930 tarihli Türk-Yunan dostluk anlaşması 1830'da bağımsızlığını kazanan Yunanistan'ın bu tarihten itibaren ortaya çıkan Türkiye üzerindeki emperyalist macera hareketlerine son vermiş olması bakımından önemlidir.1930 anlaşması ile kurulan dostluk Kıbrıs Meselesi'nin çıkışına kadar devam edecektir.

c-Türk-Sovyet Münasebetleri :

Millî Mücadele döneminde, gerek Sovyet hükûmetinin, gerekse TBMM hükûmetinin batılı devletlere karşı savaş hâlinde olması 1921 Moskova Antlaşması'nın imzalanmasına sebep olmuştu. Moskova Antlaşması ile başlayan Türk-Sovyet İttifakı Lozan sonrası döneminde de batılı devletlerin Türkiye'ye karşı davranışlarının etkisinde gelişmiştir.

Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri Almanya'yı saflarına alarak 1925'te Locarno sistemini kurmaları Sovyetler Birliği'ni rahatsız etmişti. Ayrıca Musul Meselesi'nde Milletler Cemiyeti'nin tutumu Sovyetler Birliği ile Türkiye'yi birbirine yaklaştırmış ve iki devlet 17 Aralık 1925'te Paris'te bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma iki ülke arasındaki iktisadî münasebetlerden daha çok siyasî münasebetlerin gelişmesine sebep olmuştur. Yine iki ülke arasında 11 Mart 1927'de Ankara'da bir ticaret ve Seyr-i Sefain Antlaşması imza edilerek ticari iş birliğinin geliştirilmesine çalışılmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa'nın girişimleriyle 28 Ağustos 1928'de Paris'te 9 batılı devlet tarafından Briand-Kellogg Paktı oluşturulmuştu. Türkiye tecavüzî savaşı yasaklayan bu belgeyi 19 Ocak 1929 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylamıştır .Sovyetler Birliği Briand-Kellogg Paktı imzalayan ilk devlet olmakla birlikte bu antlaşmayı daha önce yürürlüğe koymak amacıyla Doğu Avrupa'daki komşuları ile 9 Şubat 1929'da Litvinof Protokolünü imzalamıştır. TBMM, Litvinof Protokolünü de 1 Nisan 1929'da onaylamıştır.

Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile 1925 Antlaşmasını teyit eden ve iki yıl daha uzatan 17 Aralık 1928 tarihli bir dostluk antlaşmasını imzalaması Türkiye'nin batılı devletlere yaklaşmasındaki Sovyet endişesinden kaynaklanmıştır. Gerçekten de Türkiye, 1930 yılına doğru eski düşmanları İngiltere, Fransa, Yunanistan'la meselelerini hallederek normal münasebetler içine girmiştir. Dolayısıyla bu dönemde Sovyetler Birliği artık Türkiye'nin dayandığı tek büyük devlet olmaktan çıkacaktır.

d-Türk-İtalyan Münasebetleri

Millî Mücadele döneminde batılı devletler arasında Türkiye'yi işgal hareketinden ilk vazgeçen devlet İtalya olmuştur. Ancak 1922 yılında faşist Mussolini yönetimine giren İtalya saldırgan ve sömürgeci bir politika izlemeye başlamış. Türkiye üzerindeki emellerini de tekrar gündeme getirmiştir. İtalya'nın bu yayılma politikasındaki amacı "Roma İmparatorluğu"nu tekrar canlandırma hayalinden kaynaklanmaktaydı.

Türkiye'nin, Musul Meselesi'ni halletmesinden sonra batılı devletlerle olan ilişkilerinin düzelmeye başladığı görülür. Bu düzelmenin etkisiyle İtalya da Türkiye ile münasebetlerini yumuşatmıştır. İtalya'nın Arnavutluk üzerindeki emellerinden endişe duyan Yugoslavya'nın 1927 yılında Fransa,Çekoslovakya ve Romanya'nın oluşturduğu küçük antanta katılması İtalya ve Yugoslavya münasebetlerinin gerginleşmesine sebep olmuştur. Ayrıca Türk Devleti'nin gittikçe kuvvetlenmekte olan durumu karşısında yayılma politikasında başarılı olamayacağını anlayan Mussolini Ankara'ya karşı bir dostluk politikası takip etmek zorunda kalmıştır.

Gerek Türkiye'nin batılı devletlerle münasebetini geliştirme arzusu, gerekse İtalya'nın Doğu Akdeniz'de kuvvetli bir ittifak oluşturma çabaları iki devlet arasında 30 Mayıs 1928 tarihli tarafsızlık uzlaşma ve adli tasfiye antlaşmasının imzalanması ile sonuçlanmıştır.

1930 Türk-İtalya Antlaşması iki ülke arasında mevcut olan huzursuzluğu kaldırmış olmasına rağmen daha sonraki dönemlerde münasebetlerin dostane bir seyir takip ettiği söylenemez. Özellikle 1936'dan itibaren Türk-İngiliz yakınlaşması Türk-İtalyan münasebetlerinin zayıflamasına sebep olacaktır.

e-Türk-Fransız Münasebetleri

20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi ,Türk-Fransız münasebetlerinde bir yakınlaşma doğurmuştu. Ancak, Lozan görüşmelerinde Fransa'nın Osmanlı borçları ve Türkiye'deki yatırımlar konusundaki olumsuz tavrı Yusuf Kemal-Franklin Boullioun Antlaşması'nın getirdiği yakınlaşmayı zedelemiştir.

Lozan sonrasında Türkiye-Suriye Sınır Meselesi, Osmanlı borçları, yabancı okullar, Adana-Mersin Demiryolu Meselesi ve Bozkurt-Lotus davası ,Türkiye ile Fransa arasındaki uyuşmazlık konularıdır.

1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi'nin sekizinci maddesinde antlaşmadan sonraki bir aylık dönemde Türkiye-Suriye sınırının, kurulacak karma komisyon tarafından tespit edileceği öngörülmüştür. Fakat komisyon ancak 1925'te toplanabilmiş ve meseleyi halledemeden dağılmıştır. Daha sonra 18 Şubat 1926'da Halep'te parafe edilen ve 30 Mayıs 1926'da imzalanan Türk-Fransız dostluk antlaşması Türkiye-Suriye sınırını tespit ettiği gibi Türkiye ile Fransa arasındaki genel konularda da bir uzlaşma sağlanmasına imkân vermiştir.

Lozan Konferansı'nda görüşüldüğü halde çözümlenemeyen konulardan birisi de Osmanlı borçlarıdır. Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlere vermiş olduğu imtiyazlardan en fazla faydalanan Fransa olmuştu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti en fazla Fransız vatandaşlarına borçlu kalmıştı. Konu, 13 Haziran 1928'de Paris'te yapılan bir antlaşma ile halledilmiş Osmanlı borçlarının ödenmesi belirli bir sisteme bağlanmıştır.

Fakat 1929 dünya iktisadî bunalımı Türkiye'nin ödeme güçlükleriyle karşılaşmasına sebep olmuştu. Bu sırada Amerika Cumhurbaşkanı Hoover'in 1931'de kendi adını alan Hoover Moratoryumu'nu ilân etmesi borçların ödenmesini geciktirme imkanını gündeme getirmiş, Türkiye de bundan istifade etmek istemiştir. Paris'te yapılan görüşmeler sonunda ilkinden daha uygun ödeme şartlarıyla yeni bir antlaşma 22 Haziran 1933'de imzalanarak Osmanlı Borçları Meselesi halledilmiştir.

Türk-Fransız münasebetlerinde sıkıntı yaratan bir diğer konu da Türkiye'deki Fransız misyoner okulları meselesidir. Türk hükûmeti bu okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe olarak okutulmasını istemişti. Fransa bu isteğe karşı çıktıysa da Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında meseleyi Türk hükûmetinin isteği yönünde kabullenmek zorunda kalmıştır.

Yine Türkiye'nin Adana-Mersin demir yolunu satın almak istemesi ve Türk bayrağı taşıyan Bozkurt adlı gemi ile Fransız bayrağı taşıyan Lotus adlı geminin Midilli açıklarında Ağustos 1926'da çarpışmasıyla ortaya çıkan hukukî sorunlar iki ülke arasında sürtüşme yaratmıştı. Bozkurt-Lotus Davası 1927 yılında Milletler Arası Daimî Adalet Divanı'nda Türkiye lehine sonuçlanmış, demir yolu meselesi de 1929'da yapılan bir anlaşmayla yine Türkiye lehine halledilmiştir.

Türkiye ile Fransa arasındaki bu meseleler çözüldükten sonra iki ülke arasında gelişme gösteren münasebetler 1936-1939 yılları arasında ortaya çıkan Hatay Meselesi yüzünden tekrar bir gerginlik dönemi yaşanmasına yol açacaktır.

f-Türkiye'nin İslâm Ülkeleri ile Münasebetleri:

Türkiye, İslâm ülkeleri içinde ilk ve yakın münasebetler kurduğu devlet Afganistan olmuştur. Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki Türk delegeleri Moskova'da Bolşevik yöneticileri ile görüşmeleri sürdürürken Afganistan'ın Moskova Büyükelçisi Muhammed Veli Han ile de bir görüşme yaptılar. Sonuçta 1 Mart 1921'de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalandı. Antlaşma ile iki ülke arasında ciddî bir dostluk sağlandığı gibi Türkiye'nin eğitim alanında Afganistan'a yardım yapması öngörülmüştür. Bu antlaşma gereğince Sultan Ahmet Han 21 Nisan 1921'de Ankara'ya gelmiştir.

Daha sonra 25 Mayıs 1928'de Ankara'da imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaşması esas itibarıyla 1921 Antlaşmasını teyit eder nitelikte olup iki ülke arasında "ebedî" bir dostluk ilişkisi sağlanmıştır. Daha sonraki yıllarda taraflar arasındaki dostluk ve iş birliği bozulmadan devam edecektir.

Cumhuriyet'in ilânından sonra Türk-İran münasebetlerinin iki ülke arasındaki sınır meseleleri yüzünden gelişme gösterdiği söylenemez. Daha çok Türk-İran sınır bölgesinde yaşayan kabile ve aşiretleri kontrol edememekten kaynaklanan sınır meselesi 22 Nisan 1926'da Tahran'da imzalanan güvenlik ve dostluk antlaşmasıyla giderilmek istenmişse de yeterli olmamıştır.

Diplomatik münasebetlerin kesilme noktasına geldiği bir dönemde 15 Haziran 1928'de Tahran'da imzalanan antlaşma ile 1926 Antlaşması daha etkili hâle getirilmiştir. Nihayet 23 Ocak 1932'de Tahranda imzalanan iki antlaşma Türk-İran sınır meselesini de çözüme kavuşturmuştur. Bu antlaşmalar aynı zamanda iki ülke arasında münasebetlerin gelişmesine ve dostluğun kurulmasına sebep olmuştur.

Türkiye'nin Arap ülkeleri ile olan münasebetleri dinî meseleler yüzünden uzun süre gelişme gösterememiştir. Türkiye'nin batılılaşma hareketi bu ülkelerde memnuniyetsizlik yaratmıştı. Esasında Türkiye, Millî Mücadele sonrasında bu ülkeler üzerinde eski Osmanlı ülkesi olmasından dolayı bir hak iddiasında bulunmamıştı. Dolayısıyla ülkeler arasında çıkar çatışması mevcut değildi. Ancak, Arap ülkelerinin bu dönemde batı sömürgesi altında bulunması Türkiye ile olan münasebetleri batılı devletlerin etkisi altında kalmıştır. Ayrıca hilafetin kaldırılması özellikle İran ve Mısır gibi ülkelerde tepkilere yol açmıştır.

Bu tür anlaşmazlıklara rağmen Türkiye'yi emperyalizme karşı savaşan ve kazanan bir ülke olarak gören Arap ülkeleri diğer İslâm ülkeleri ile birlikte Türkiye'ye dost olarak kalmayı tercih etmişlerdir.

Görüldüğü gibi Lozan sonrasındaki on yıllık devrede Türkiye batılı devletlerle olduğu gibi İslâm ülkeleri ile de dostane münasebetler kurmuş oluyordu.

1932-1938 Dönemi

a-Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne Katılması

1932 yılına gelindiğinde Türkiye komşularıyla münasebetlerini büyük ölçüde hallederek milletler arası münasebetlerde oldukça güçlü bir konuma gelmiştir. Türkiye'nin elde ettiği bu konum dış münasebetlerde bağımsız ve eşit bir statü kazanmasından dolayı önemlidir. Türkiye 1932-1938 devresinde daha çok elde ettiği statüyü yine barışçı bir politika takip ederek korumaya çalışacaktır.

1932-1938 devresi milletler arası münasebetlerin siyasî ve iktisadî olmak üzere iki yönü vardır.1929- 1930 iktisadî buhranı devletlerin dış politikalarını tekrar gözden geçirme zorunluluğunu doğurmuştur. İktisadi mücadelenin devletlerin siyasî münasebetlerinde önemli rol oynaması, birtakım gruplaşmalara ve gruplar arası ilişkilerin sertleşmesine neden olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı galip devletleri Versailles, Saint Germain, Trianon, Nevilley Antlaşmaları ile sağlanan durumun (Status Quo) korunmasına çalışarak antirevizyonist grubu meydana getirmişlerdi. Buna karşılık Almanya ve Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerinden olmasına rağmen umduğunu bulamayan İtalya,Versailles Antlaşması'nda kaybettiklerini tekrar alma çabasına girerek revizyonist grubu oluşturmuşlardır.

Türkiye, Lozan'da Misak-ı Millî ilkelerini tam manasıyla gerçekleştiremediği hâlde antirevizyonist devletlerin yanında yer almayı tercih etmiştir.

Bu politik kararda iki sebep etkilidir. İlki "Türkiye'nin emniyetini gaye tutan hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir sulh istikameti bizim düsturumuz olacaktır" ilkesinin benimsenmiş olmasıdır. Diğeri ise Millî Mücadele döneminden itibaren Türkiye'nin kuvvetli bir müttefiki olan Rusya'nın Alman ve Japon tehlikelerine karşı antirevizyonist gruba yönelmesidir. Bu yöneliş Türkiye'yi de bu istikamette etkilemiştir.

Milletler Cemiyeti, I.Birinci Dünya Savaşı sonrasında milletler arası barışın korunması ve iş birliğinin sağlanması için galip devletler tarafından kurulmuştur. Cemiyetin kuruluş amaçlarından bir diğeri ise Versailles Antlaşması ile sağlanan durumun devamını sağlamaktı. Türkiye başlangıçta gerek Musul Meselesi'nde Milletler Cemiyeti'nin taraflı tutumunun,gerekse Sovyetler Birliği'nin cemiyete bakışının olumsuzluğu yüzünden cemiyete giriş için müracaat etmemişti. Ancak, 1930'dan sonra Türkiye'nin milletler arası politikada ağırlığını attırması , kollektif barış anlayışının, statükocu devletlerle meselelerini halletmesi Milletler Cemiyeti'ne üyelik için davet edilmesine yol açmıştır.

Teşkilatın 6 Temmuz 1932 tarihli genel kurulunda İspanya temsilcisinin teklifi ve Yunan temsilcisinin desteği ile daveti öngören bir tasarı kabul edilmiştir. TBMM, 9 Temmuz'da daveti kabul etmiş, 18 Temmuz 1932'de alınan genel kurul kararıyla Milletler Cemiyeti'ne giriş tamamlanmıştır.

b-Türkiye'nin Balkan Devletleri ile Münasebetleri Ve Balkan Antantı:

Türkiye, Balkan Antantı öncesinde Balkan Devletleri ile ikili dostluk antlaşmaları yapmıştı. Arnavutluk ile 15 Aralık 1923'de Ankara'da imzalanan dostluk antlaşması; Bulgaristan'la 18 Ekim 1925'te Ankara'da imzalanan dostluk antlaşması; Yugoslavya ile 28 Ekim 1925'te Ankara'da imzalanan barış ve dostluk antlaşmaları Balkan devletleriyle münasebetlerinin düzelmesini sağlamıştır. Fakat bu antlaşmalar arasında 1930 tarihli Türk-Yunan iş birliği, Balkan Antantı'nın anlaşmasındaki esas unsurdur. Türkiye, Yunanistan'la ayrıca 14 Eylül 1933'te Ankara'da ortak sınırları karşılıklı korumaya alan bir samimî antlaşma paktı imzalamıştır.

Diğer yandan Locarno Antlaşmaları, Kellog Paktı ve Litvinov Protokolü gibi barışçı teşebbüslerle küçük antant gibi statükocu ittifakların ortaya çıkması da Balkanlardaki iş birliğinde teşvik edici etkenler olmuştur. 1933'te Nazi Partisi'nin Almanya'da iktidara gelmesi ise iş birliği çalışmalarını hızlandırmıştır.

İlk Balkan Konferansı 1930'da Atina'da Arnavutluk ,Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Türkiye temsilcilerinin katılmalarıyla toplanmıştır. Bulgaristan'ın daha sonraki tarihlerde revizyonist bir dış politikaya yönelişi Balkan iş birliği çalışmalarından çekilmesine sebep olmuştur. Arnavutluk ise İtalya'nın etkisiyle çalışmalardan uzaklaşacaktır.

Türkiye'nin kurulmasında ve başarılı olmasında öncü rolü oynadığı Balkan Antantı Atina'da 9 Şubat 1934'te Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye ve Romanya dış işleri bakanları tarafından imzalanmıştır.

Balkan Antantı, tarafların Balkanlardaki sınırlarının bölgedeki revizyonist devletlere karşı korumak için alınmış bir tedbir olduğu gibi Balkanlarda barışın kuvvetlendirilmesine yardımı öngörülmüştür. Antant tarafların birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle beraber siyasî harekette bulunmamayı veya siyasî antlaşma yapmamayı şarta bağlamıştı.

Türkiye, İtalya'nın yayılma politikasının oluşturduğu tehlikeye karşı bir engel olarak gördüğü Balkan Antantı'nı yaşatmak için büyük çaba sarf etmiştir. Ancak İtalya'nın antantı bozmak amacıyla uyguladığı siyasî manevralar ve Almanya'nın Balkanlardaki ekonomik etkisi balkan devletlerini bu iki devlete yaklaştırmıştır. Ayrıca Yugoslavya'nın 1937'de Bulgaristan'la dostluk antlaşması yapması Balkan Antantı'nın 1940 yılında dağılmasına yol açan sebeplerdir.

c-Sa'dabat Paktı :

Türkiye, 1930'lardan sonra İslâm ülkeleri ile çok taraflı bir iş birliğine gitmiştir. İran'la 5 Kasım 1932'de dostluk, güvenlik, tarafsızlık ve ekonomik iş birliği antlaşması, 1937'de de iş birliğini sağlayan çeşitli antlaşmalar imzalamıştır. Irak'la Bağdat'ta 1936'da nota teatisi ile 5 Haziran 1926'daki sınır ve komşuluk antlaşmasının bazı bölümlerini uzatmışlardır.

Irak'la ayrıca 1932'de suçluların geri verilmesi ve ticaret antlaşması imzalanmıştır. Mısır ile 7 Nisan 1937'de Ankara'da dostluk antlaşması imzalanmıştır.

Ayrıca, Türkiye Orta Doğu'da bölgesel bir iş birliği faaliyeti başlatarak 2 Ekim 1935'te Cenevre'de İran ve Irak'la üçlü bir antlaşma parafe etmiştir. Bu gruba daha sonra Afganistan da katılmıştır. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan bu iş birliğini daha da geliştirerek 8 Temmuz 1937'de Tahran'daki Sa'dabat Sarayı'nda ,Sa'dabat Paktı'nın imzalanmasını gerçekleştirmişlerdir. Sa'dabat Paktı tarafların dostluk ilişkilerini devam ettirmeyi ,ortak sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı saldırmamayı ve iç işlerine karışmamayı taahüt altına almıştır.

Balkan Antantı'nda olduğu gibi Sa'dabat Paktı'nın oluşmasında Türkiye'nin önemli rolü vardır. Revizyonist devletlerden İtalya'nın Etopya'yı (Habeşistan) işgal etmesi paktın meydana gelmesindeki en önemli etkendir. Sa'dabat Paktı ,İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra önemini kaybetmiştir.

Türkiye, Balkan Antantı ve Sa'dabat Paktı ile batıda ve doğuda bir güvenlik sistemi kurarak kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiş oluyordu.

d-Türk-Sovyet Münasebetleri:

1933 yılının sonuna kadar zaman zaman görüş ayrılıkları ortaya çıkmasına rağmen sıkılaşarak devam eden Türk-Rus ilişkileri 1934 yılından itibaren erişilen doruk noktasından aşağıya inmeye başlayacaktır.

Türkiye, batılı devletlerle iş birliğine gittikçe Sovyetler Birliği'nden belirli bir ölçüde uzaklaşmaya başlamıştır. Bu uzaklaşma özellikle Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra artarak devam edecektir.

Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girmesinden sonra Sovyetler Birliği'nin de 1934'te cemiyete üye olması iki ülke arasındaki doğabilecek muhtemel çatışmayı da önlemiştir. 1934 Balkan Antantı konusunda birtakım endişelere sahip olan Sovyetler Birliği'ne Türkiye'nin güvence vermesi ile iki ülke arasındaki münasebetlerin tamamen koparılmamasına özen gösterilmiştir.

Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile münasebetlerinin dostane bir şekilde devam etmesi yönündeki çabalarına rağmen,Sovyetler Biriliği'nin tutumu Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra 1939 yılına gelindiğinde değişmiştir. Sovyetler Birliği, can düşmanı kabul ettikleri Hitler Almanya'sı ile antlaşma yaparak dış politikasında önemli bir değişikliğe gitmiştir. Daha sonra Sovyetler Birliği kuzeyde Finlandiya'ya saldırdı. Arkasından Baltık devletlerini ilhak etti. Sovyet politikasında meydana gelen bu değişiklik 1945'te Türk-Sovyet dostluk münasebetlerinin iflas etmesine neden olacaktır. Bu tarihte Sovyetler Birliği, Boğazlar ve doğudaki üç ilimiz üzerinde hak iddia etme cesaretini göstermiştir.

e-Türk-İtalyan Münasebetleri:

İtalya ile imzalanan 1928 Antlaşmasının iki ülke münasebetlerinde meydana getirdiği dostluk bir müddet devam etmiştir. 4 Ocak 1932'de İtalya ile Ankara'da imzalanan bir antlaşma ile Meis ve Anadolu sahillerindeki birkaç küçük ada üzerindeki ihtilaf halledilmiştir. Bunun yanı sıra 1928 Antlaşmasını 5 yıl süreyle uzatan ek protokolde taraflar arasındaki dostluğun gelişmesi ümidini doğurmuştu. Ancak , İtalya'nın 1934'te Orta ve Yakın Doğu'ya yayılma emellerinin ortaya çıkması, münasebetlerin bir anda bozulmasına yol açmıştır.

İtalya'nın 3 Ekim 1935'te Etopya'ya saldırması, Türkiye'nin İngiltere ile sıkı bir iş birliği yapmasına neden olmuştur. 1936 yılında İtalya'nın on iki adayı, özellikle Leros Adası'nı tahkim etmesi, Türk- İtalya münasebetlerinde gerginliğin hat safhaya ulaşmasına sebep teşkil etmiştir. Ayrıca İtalya, Türkiye'nin talebi ile toplanan Montreux Konferansı'na katılmamıştır.

İtalya ile yaşanan gerginlik bu devletin ; Temmuz 1936'da Türkiye'ye 1928 Antlaşması'na bağlı olduğunu bildirmesi ve İngiltere ile 2 Ocak 1937'de Akdeniz konusunda yaptığı bir antlaşma yeni bir yakınlaşmaya sebep olmuştur. Türk-İngiliz yakınlaşmasından çekinen İtalya'nın İngiltere ile yaptığı antlaşma, Türkiye ile olan münasebetlerinin de düzelmesine yol açmıştır.

Türk-İtalyan münasebetlerinde meydana gelen bu düzelme Hatay Meselesi yüzünden Fransa ile arası açılan Türkiye'nin de işine gelmiştir.

2-3 Şubat 1937'de Tevfik Rüştü Aras ile Kont Ciano arasında yapılan Milano görüşmeleri yeni bir iş birliği havası yaratmakla birlikte İtalya ortamdan istifade etmek yoluna gitmiş ve Türkiye'yi İtalya- Almanya safına çekmeye çalışmıştır.

10-11 Eylül 1937'de Avrupa devletlerinin katılması ile Nyon'da gerçekleşen konferansa Almanya ,İtalya ve Arnavutluk katılmamışlardı. Nyon Konferansı, Akdeniz'de meydana gelen korsanlık olaylarının önlenmesi için düzenlenmişti. Bu olaylarda İtalya'nın rolü olduğu iddia edilmiştir. Türkiye, konferansta Fransa ve İngiltere'yi desteklemiştir.

Türkiye'nin bu devrede yavaţ yavaţ statükocu gruba kaymasi Italya'nin Türk ülkesi üzerindeki emellerinden kaynaklanmiştir. Çünkü Italya'nin davranişlarinda Türk diş politikasini etkileyen önemli talepler mevcuttur.

f-Türk-Alman Münasebetleri

Birinci Dünya Savaşi sonrasinda Almanya'ya zorla kabul ettirilen Versailles (Versay) Antlaşmasi, bir müddet Almanya'nin Avrupa diplomasisinden uzak kalmasina sebep olmuştur.1919-1932 yillari arasinda Türk-Alman münasebetleri normal siyasî temastan öteye geçmemiştir.1933 yilinda başlayan Nazi iktidariyla birlikte Almanya, siyasî ve iktisadî nüfuzunu arttirmiştir.1934 yilindan itibaren Türkiye, Almanya ile siki bir iktisadî iş birligine girmiştir. Almanya,Türkiye üzerindeki iktisadî nüfuzunu kullanarak Türk-Sovyet ve Türk-Ingiliz münasebetlerinde gerginlik yaratip Türkiye'yi revizyonist guruba çekmeye çalişmiştir.

Almanya stratejik önemi haiz Bogazlarin kendisi tarafindan uygun görülmeyen bir statüye baglanacagi endişesiyle, Montreux (Montrö) Sözleşmesine katilmadigi gibi tasvip etmedigini de açiklamiştir.

Bu tip olumsuzluklarin yani sira Türkiye, Almanya ile olan iktisadî iş birliginden vazgeçmeyecektir.1938 yilinda Alman Ticaret Bakani Funk'un Türkiye'yi ziyareti sirasinda üzerinde mutabakata varilan;Türkiye'ye on yil süreyle 150 milyon mark kredi verilmesini öngören antlaşma 16 Ocak 1939'da Berlin'de imzalanmiştir. Yine 25 Temmuz 1938'de Berlin'de iki ülkenin imzaladigi bir ticaret antlaşmasi ile de Türk-Alman ticarî münasebetlerinin geliştirilmesine çalişilmiştir.

Almanya, iktisadî gücünü kullanarak Türkiye'ye karşi gerçekleştirmek istedigi politikada başarili olamamiştir. Italya-Almanya tehlikesi,Türkiye'nin kararini 1939 yilinda kesinleştirecek ve antirevizyonist statükocu devletlerin yaninda yer almasina yol açacaktir.

g-Türk-Ingiliz Münasebetleri:

Lozan görüţmelerinde Ingiltere'nin olumsuz tutumu ve 1926'da Musul Meselesi'nin Türkiye aleyhine neticelenmesi,iki ülke arasindaki münasebetlerin bir müddet dostane olmayan bir seyir takip etmesine sebep olmuştu. Ancak, Türkiye'nin batili devletlerle iş birligine yönelik bir diş politika takip etmesi,1932'ten itibaren Türk-Ingiliz münasebetlerinin yavaş yavaş gelişmesinde rol oynayan önemli faktörlerden birisidir.

Almanya ve Italya'nin Dogu ve Akdeniz politikasi 1934'den itibaren Türkiye'nin Ingiltere'ye daha da yakinlaşmasini saglayacaktir. 1936'da gerçekleşen Montreux Bogazlar Sözleşmesi, Türk-Ingiliz yakinlaşmasinda bir dönüm noktasidir. Montreux'de Ingiltere ,Türkiye'yi desteklemiştir.

1938 yilina gelindiginde Türkiye ve Ingiltere arasindaki iktisadî münasebetlerin gelişme gösterdigi görülmektedir.27 Mayis 1938'de iki devlet arasinda Türkiye 10 milyon sterlinlik kredi açilmasini öngören bir antlaşma imzalamiştir.

1937 tarihli Nyon Konferansi'nda Türkiye Ingiltere'yi desteklemiş, 19 Ekim 1939'da ise Türkiye,Ingiltere ve Fransa arasinda imzalanan karşilikli yardim antlaşmasi ile de Türkiye-Ingiltere iş birligi kesinlik kazanmiştir.

h-Montreux (Montrö) Bogazlar Sözleşmesi:

Misak-i Millî'de, Bogazlar konusu "...Istanbul kenti ve Marmara denizinin güvenligi her türlü tehlikeden uzak kalmak şartiyla, Akdeniz ve Karadeniz bogazlarinin dünya ticaret ve ulaşimina açilmasi konusunda, bizimle birlikte, öteki tüm devletlerin oy birligi ile verecekleri karar geçerlidir" şeklindeki ifadeyle esasa baglanmişti. Lozan görüşmelerinde, Bogazlarin durumu ile ilgili olarak Ingiltere, Fransa, Italya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Sovyetler Birligi ve Türkiye'nin imzaladigi bir Bogazlar Sözleşmesi hazirlanmişti. Bu sözleşmede geçişlerle ilgili esaslar genel olarak Misâk-i Millî esasina uygun olmakla birlikte sözleşmeye israrla Bogazlarin silâhtan arindirilmasiyla ilgili hükümlerin konmasi, Türkiye'nin güvenligini tehlikeye düşüren bir durum meydana getirmiştir.

Lozan'da Bogazlar Sözleşmesi üç esasi ortaya çikarmiştir:

1-Bogazlar asker ve silâhtan arindirilmiştir.

2- Bogazlardan geçişi kontrol etmek ve Milletler Cemiyeti'ne geçişle ilgili bilgiler vermekle yetkili bir Bogazlar Komisyonu kurulmuştur.

3-Bogazlarin asker ve silâhtan arindirilmasiyla, ileride Türkiye için herhangi bir tehlike teşkil edecek duruma karşi Milletler Cemiyeti'nin özellikle de Ingiltere, Fransa, Italya ve Japonya'nin garantisi saglanmiştir.

Ancak, Milletler Cemiyeti güvenlik sistemi başari ile uygulanamamiştir. Revizyonist devletlerden Italya, Cemiyetin bir üyesi olan Etopya'yi işgal etmiş, Almanya, Versailles Antlaşmasi'na uymayarak Ren bölgesini silâhlandirmiş, Japonya ise Milletler Cemiyeti'nden ayrilmiştir. Milletler arasi münasebetlerin bozulmasina yol açan bu gelişmeler, silâhtan arindirilmiş Bogazlar konusunda Türkiye'yi endişeye sevk etmiştir.

Türkiye, Bogazlar Sözleşmesi'nin degiştirilmesini ilk olarak 23 Mayis 1923'te talep etmişti, ancak Sovyetler Birligi'nin dişinda diger batili devletler tarafindan olumlu karşilanmamişti. 1934'te Balkan Antanti'nin kurulmasiyla, Bogazlar konusundaki Türk talebi Antant üyeleri tarafindan uygun görülmüştür. Almanya'nin 1936'da Ren bölgesini silâhlandirmasi üzerine,Ingiltere de Türk hükûmetinin isteğine olumlu cevap verecektir.

Türk hükûmeti 11 Nisan 1936'da Lausanne (Lozan) Boğazlar Sözleşmesi'ne taraf olan devletlere birer nota göndererek sözleşmenin değiştirilmesi teklifini tekrarlamış, bunun üzerine 22 Haziran 1936'da İsviçre'nin Montreux kentine bir konferans düzenlenmiştir.

Montreux Boğazlar Sözleşmesi (175) , 20 Temmuz 1936'da Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır. İtalya,sözleşmeyi daha sonra 2 Mayıs 1938'de imzalamıştır.

Montreux Sözleţmesi ile;Bogazlar Komisyonu kaldirilmiştir. Askerden arindirilmasi ile ilgili tedbirler de kaldirilarak, askerî hâle gelebilecegi hükme baglanmiştir. Böylece, bogazlarin emniyeti Türkiye'ye birakilarak, bölge üzerinde hâkimiyetini korumasi saglanmiştir.

Ayrica Bogazlardan geçiş ve seyrü sefer, Türkiye'nin ve Karadeniz'e sahili olan devletlerin güvenligi saglanacak şekilde düzenlenmiştir. Ticaret gemileri için tam geçiş serbestligi taninmiştir. Savaş gemileri için ise; herhangi bir savaş hâlinde Türkiye savaş içerisinde degilse, savaşan devletlerin savaş gemileri Bogazlardan geçemeyecekti. Türkiye savaşin içinde ise veya kendisini savaş tehlikesi karşisinda görürse, geçiş karari kendisine birakiliyordu.

Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin, Karadeniz'e geçebilecek savaş gemileri cinsi, büyüklügü ve tonaji sinirlandirilmiştir. Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin Bogazlardan geçişi için de oldukça geniş serbestlik taninmiştir.

Sözleşmenin süresi 20 yilla sinirlandirilmakla birlikte taraf devletlerden hiçbirisi süre sonunda sözleşmenin feshi yönünde bir talepte bulunmadiklarindan, sözleşme hala yürürlüktedir.

Türkiye'nin Montreux Sözleşmesi'yle, Bogazlar üzerinde hâkimiyetini tesis etmesi, milletlerarasi münasebetlerde prestijini artirmiştir. Sözleşme, Türk-Ingiliz ve Türk-Sovyet münasebetlerinde bir dönüm noktasidir.

Sözleşmeyle oluşan Türk-Ingiliz yakinlaşmasi Sovyetleri rahatsiz etmiş ve Türk-Sovyet münasebetlerinde sogukluk meydana gelmiştir.

i-Türk-Fransiz Münasebetleri ve Hatay Meselesi :

Lozan'dan arta kalan Osmanli Borçlari Meselesi'nin 1933'te yapilan bir antlaşma ile halledilmesi, Türk- Fransiz münasebetlerinin dostane bir mahiyet kazanmasina sebep olmuştu. 1932-1939 döneminde Türkiye ile Fransa arasinda münasebetleri etkileyen olay, Hatay Meselesi (Iskenderun Sancagi) olacaktir.

Iskenderun Sancak'i, ekseriyetinin Türk olmasi nedeniyle Misak-i Millî sinirlari içinde idi. Ancak 1921 tarihli Ankara Itilâfnamesi Sancak'in Türk sinirlari dişinda birakilmasini öngörmüştü. Itilafname, sancaga özel bir statü vermekle birlikte, bölgedeki Türk unsurunun çikarlarini da gözetmekte idi. Lozan da sancak'in bu yapisi ayni şekilde teyit edilmiştir. Dolayisiyla Sancak, Suriye gibi Fransiz mandasi altina girmiş oluyordu.

Fransa'nin, 9 Eylül 1936'da Suriye'ye bagimsizliginin verilmesi yönünde bir antlaşma yapmasi, Suriye sinirlari içinde yer alan sancak meselesinin tekrar gündeme gelmesine yol açmiştir. Çünkü Sancak da Suriye'nin yönetimine girecekti. Bu mesele 1936'dan 1939'a kadar Türk-Fransiz münasebetlerinde gerginlik yaratacaktir.

Türkiye, 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdigi bir notada Suriye'ye yapildigi gibi Iskenderun Sancagina da bagimsizlik verilmesini talep etti. Fransa verdigi cevabî notada konuyu Milletler Cemiyetine havale etmeyi teklif etti. Türkiye bu teklifi kabul etti.

Türkiye, Sancak Meselesi'ne büyük önem vermiştir. Atatürk bu önemi şöyle ifade etmektedir;"...Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlica mesele, hakiki sahibi öz Türk olan "Iskenderun-Antakya" ve havalisinin mukadderatidir. Bunun üzerinde,ciddiyet ve kat'iyetle durmaya mecburuz".

14-16 Aralik 1936'da toplanan Milletler Cemiyeti, Sancak Meselesi için üç kişilik gözlemci heyeti tayin etti.20 Ocak 1937'de tekrar toplanan konsey Ingiltere'nin Türk tezini desteklemesi sonucunda Sancak'ta ayri bir statünün oluşturulmasini kararlaştirdi.

Bu yeni statüye göre;Iskenderun ve Antakya iç işlerinde tam bagimsiz, fakat dişişlerinde Suriye'ye bagli kalacak, ayri bir anayasasi olacak, resmî dili ise Türkçe olacakti. Daha sonraki görüşmelerde resmî dil Türkçe ve Arapça olarak kabul edilmiştir. Sancak'in ülke bütünlügü Türkiye ve Fransa tarafindan teminat altina alinacakti. Fransa ile 29 Mayis 1937'de bu teminati saglayan ve Türkiye- Suriye sinirini tespit eden bir antlaşma yapilmiştir.

1937 yilinda, yeni sistem Sancak Meselesi'ni tamamen halledememiş, birtakim sikintilarin meydana gelmesine neden olmuştu. Suriye halki Hatay'a bagimsizlik verilmesini protesto etti.

Fransizlar ise Sancak'taki Araplari ve diger azinliklari kişkirtma yoluna gitti. Milletler Cemiyeti gözetiminde hazirlanan Sancak anayasasina göre, 1937'de seçimlerin yapilmasi gerekirken bölgedeki olumsuzluklar yüzünden seçimler ertelendi. Türkiye, Sancak'taki Fransiz valisi ve memurlarin davranişlarinin yarattigi gerginlik üzerine Hatay sinirina 30.000 kişilik bir kuvvet yigdi.

Avrupa'nin içinde bulundugu gerginligin artmasi ve Ikinci Dünya Savaşinin eşigine gelinmesi, Fransa'yi Hatay Meselesi'nde Türkiye'ye karşi daha yumuşak bir politika takip etmesine sebep olmuştur. 3 Haziran 1938'de Türkiye ve Fransa arasinda yapilan askerî antlaşma ile Sancak statüsünün korunmasi öngörülmüştür. Bu antlaşma geregince Türkiye ve Fransa Sancak'a 2500'er kişilik bir kuvvet göndermiştir. Askerî antlaşmanin imzalanmasindan sonra iki ülke arasinda 4 Temmuz 1938'de bir dostluk antlaşmasi daha imzalanarak Sancak Meselesi'nin hallinde önemli bir adim daha atilacaktir.

Sancak'ta Agustos 1938'de yapilan seçimlerde,Türk toplulugu 40 milletvekilliginden 22'sini kazanmiştir.

2 Eylül 1938'de toplanan Sancak Meclisi, Iskenderun Sancak'ina Türkçe adiyla "Hatay Devleti" ismini vermiştir.

Hatay Meselesi'nin halledilmesinden sonra Türk-Fransiz münasebetleri hizli bir şekilde gelişme göstermiştir.23 Haziran 1939'da Ankara'da iki ülke arasinda imzalanan antlaşma, karşilikli yardimi öngördügü gibi, Hatay'in Türkiye'ye katilma talebinin Fransizlar tarafindan kabul edilmesine sebep olacaktir.

Nihayet, 29 Haziran 1939'da son toplantisini yapan Hatay Meclisi oy birligi ile ana vatana katilmaya karar vermiştir.

Hatay'in kazanilmasinda, Avrupa'nin içinde bulundugu buhranli dönemin etkisi, Ingiltere'nin Türkiye'yi destekler mahiyette tavir almasi önemli faktörler olarak gösterilebilir. Ancak en önemli faktör, 1936'dan sonra daha güçlü bir Türkiye'nin varolmasi ve Türk diş politikasinin bu dönemde kararli ve tavizsiz bir şekilde tatbik edilmesidir.

6-Türk Inkilâbinin Dayandigi Ilkeler:

Atatürk, devlet adami, başkumandan ve fikir adami olarak temayüz etmiştir. Dünya tarihinde, devlet adami ve başkumandan olarak icraat ve mücadelelerini fikriyata istinat ettirenlerin sayilari sinirlidir. Zira sosyal ilimlere dayanarak analiz yapmak ve senteze varmak demek olan fikriyat,hem bilgi ve kültür,hem de istidat ister.

Tarihî gelişmelerin meydana getirdigi Türk inkilâbi, bir fikir ve idealin başariya ulaşmiş hâlidir. Türk inkilâbindaki fikriyatin yönü Atatürkçülük şeklinde ifade edilir. Türk inkilâbinin fikrî gücü ve dayandigi esaslara ise "Atatürk Ilkeleri" denir.

Atatürkçülügün temel ilkeleri olarak degerlendirilen alti ilkenin dogup gelişmesi Türk Inkilâbinin başlangiç safhasinda olmamiştir. Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilk tüzügünde yer alan "Cumhuriyetçilik, Halkçilik ve milliyetçilik" ilkelerine "laiklik, devletçilik ve inkilâpçilik" ilkeleri partinin 1931'deki 3. kurultayinda eklenmiştir. 5 Ţubat 1937'de yapilan anayasa degişikligi ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin nizamnamesinde yer alan alti ilke Türkiye Cumhuriyeti'nin özellikleri olarak anayasada yer almiştir.

Türk inkilâbinin amaci; Millî modernleşmeyi saglamak Türk, toplumuna yeni bir şekil ve anlayiş kazandirmaktir. Türk inkilâbi; bagimsizligi, hür düşünceyi ve insan onurunu temel alan bir Türk rönesansidir. Mustafa Kemal Paşa, bu anlayiştan hareketle ilk yapilacak işin "Türkleri yeni baştan Türkleştirmek" oldugunu tespit etmiştir. Bu ideallerin ileriye dönük bir şekilde gelişmesi ve korunmasi Atatürk ilkelerinin gerçek anlamda uygulanmasi ile mümkündür.

Alti Atatürk Ilkesi'nin yani sira bu ilkeleri tamamlayici nitelikteki "Millî hâkimiyet", "Millî bagimsizlik" ve "Millî birlik" ilkeleri Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde varolan unsurlardandir. Atatürk ilkeleri ile birlikte mütalâa edildiginde Atatürkçülügün tanimi daha iyi anlaşilacaktir.

a-Millî Hâkimiyet:

Millî hâkimiyet, milletin kendi kendini idare etmesi, kendine hükmedecek heyeti seçmesidir. Yani millet tarafindan devlete verilen iktidardir. Bu durumda hâkimiyet bir kişiye, gruba ve çogunluga degil , bütün millete aittir.

Bati menşeli olan "millî hâkimiyet" kavrami siyasî hayatimiza Millî Mücadele ile birlikte girmiştir. Atatürk "Millî hâkimiyet" mefhumuna Türk'ün ve kendi yüksek fikirlerinin damgasini vurarak hareket etmiştir. Atatürk, Millî hâkimiyet kavramini izah ederken millete ve Türk milletinin fikrine agirlik vermiş ve bunun üzerinde israrla durmuştur.

Mustafa Kemal Paşanin Samsun'dan sadarete gönderdigi 22 Mayis 1919 tarihli raporda yer alan "Millet, Millî hâkimiyet esasini ve Türk milliyetçiligini kabul etmiştir. Bunun için çalişacaktir" ifadesi Millî Mücadele hareketinin hedefini göstermesi bakimindan önemlidir.

Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ortaya çikan ana fikir ise "Hâkimiyet-i Millîye'ye müstenid bilâ kaydü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek" şekliyle tespit edilmiş ve bu ideal ilk BMM'nin açilmasiyla yeni devletin temelini oluşturmuştur. Bu durum 1921 ve 1924 Anayasalari "Hâkimiyet kayitsiz şartsiz milletindir" ilkesine yer vermekle hukuki bir hüviyet kazanmiştir.

Toplumda en yüksek hürriyetin,en büyük eşitlik ve adaletin saglanmasi, istikrari ve korunmasi ancak ve ancak tam ve kesin anlamiyla Millî hâkimiyeti saglamiş bulunmasiyla devamlilik kazanir. Bundan dolayi, hürriyetin de,eşitligin de,adaletin de dayanak noktasi Millî hâkimiyettir.

Mustafa Kemal Paţa'ya göre "Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eţitlik ve adaletin devamli şekilde saglanmasi ve korunmasi ancak ve ancak tam ve kat'i manasiyla Millî hâkimiyetin kurulmuş olmasina baglidir. Bundan ötürü hürriyetin de,eşitligin de, adaletin de dayanak noktasi Millî hâkimiyettir".

b-Millî Bagimsizlik(Istiklâl-i tam) :

Siyasî anlamda bagimsizlik, bir başka devlete veya milletler arasi herhangi bir kuruluşa bagli bulunmamak demektir. Millî Bagimsizlik, milletin bu fikri benimsemesi ve amaç edinmesiyle ortaya çikar. Türk milleti için "bagimsizlik" ise vazgeçilemeyecek, taviz verilemeyecek bir karakteridir.

Mustafa Kemal Paşa'nin bagimsizlik anlayişi kayitsiz ve şartsiz bir şekilde bagimsizliktir:

"Istiklal-i tam, denildigi zaman, bittabi siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsî ve ilah her hususta Istiklâl-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydiklarimin herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet,millet ve memleketin mana-yi hakikisiyle bütün istiklâlin mahrumiyeti demektir".

"Istiklâl-i tam, bizim bugün tercih ettigimiz vazifenin ruh-i aslisidir. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşi tercih de edilmiştir".

Batinin emperyalist devletlerine karşi girişilen Millî Mücadele Hareketi'nin temelinde Türk milletinin bagimsizligini kazanma arzusu yatar. Anadolu Kongrelerinde "Milletin bagimsizligindan vazgeçilmedigi ve vazgeçilmeyecegi" esasi kabul edilmiştir. Bu esas ile kurulan yeni Türk devleti milletler arasi hayatta yerini Lozan Bariş Antlaşmasi ile almiş ve kazandigi Millî Mücadele zaferi, milletler arasi bakimindan da bu antlaşma ile teyit edilmiştir.

Misak-i Millî'nin öngördügü tam bagimsizlik fikrinin askerî ve siyasî başarilar neticesinde elde edilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti,bagimsizlik anlayişimizin korunmasi ile ilelebet yaşayacaktir.

c-Millî Birlik:

"Millî birlik ve beraberlik, milletçe, bir arada yaşamayi ve bütünlügü ifade eder. Millî birlik ve beraberlik, Türk devletini oluşturan kişilerin karşilikli sevgi ve saygi ile birbirine baglanmasini, ortak amaçlara yönelik olarak varligini devam ettirmesini belirtir.

Millî birlik ve beraberlik, milliyetçilik ilkesinin dogal bir sonucu, milliyetçilik ilkesinin öngördügü ortak amaçlarin bir görünümüdür. Millî birlik ve beraberlik, milletçe birligi ve beraberligi ve bütünlügü de ifade ettiginden millî devletin bir yönden de gerçekleşme vasitasidir".

Mustafa Kemal Paşa, millî birligin taşidigi anlami şu şekilde ifade etmiştir:

"Bir yurdun en degerli varligi, yurttaşlar arasinda ulusal birlik, iyi geçinme ve çalişkanlik duygusu ve kabiliyetlerinin olgunlugudur. Ulus varligini ve yurt erginligini korumak için bütün yurttaşlarin canini ve her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir ulusun en yenilmez silâhi ve korunma vasitasidir. Bu sebeple Türk ulusunun idaresinde ve korunmasinda ulusal birlik,ulusal duygu,ulusal kültür en yüksekte göz diktigimiz idealdir".

"Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri güvenli çalişmada, ilerleme hevesinde millî birlik ve millî irade şeklinde daha iyi gözlere çarpmaktadir. Bu bizim için çok önemlidir; çünkü, biz, esasen millî mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz".

Görüldügü gibi Mustafa Kemal Paşa, yeni kurdugu devletin de ancak bütün fertleri ile birlikte modernleşmenin gerçekleştirilebilecegini daima vurgulamiştir.

Bunun yaninda millet bilincinin ve millet olma duygusunun kuvvetlenmesi ise ancak Türk kültürünün, Türk tarihinin millî bir zemine oturtulmasinin gerçekleştirilmesi ile başariya ulaşacagina inanmaktadir. O'na göre Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür.

Millî birligin gerçekleşmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatisi altinda toplanan insanlarin önce ne olduklari bilincine varmalari, hangi ortak kültürden geldiklerini bilmeleri lazimdir. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm vatandaşlari; hangi irktan, hangi dinden, hangi mezhepten gelirse gelsin birlik ve bütünlük içinde hepsi Türk'tür. Bu anlayiş ise Türk milliyetçiliginin temelini oluşturur.

d-Atatürk Ilkeleri

Cumhuriyetçilik; Cumhuriyet kelimesi dilimize Arapça "Cumhur" kelimesinden girmiştir. Bu kelime halk, ahali, büyük kalabalik anlamina gelir. Cumhuriyet veya cumhurî devlet iktidarin millete, umuma ait oldugunu öngören devlet şekli demektir.

Cumhuriyet dar ve geniş anlamda kullanilir. Geniş anlamda cumhuriyetle egemenlik toplulugunun bütününe, millete aittir. Dar anlamda cumhuriyet ise sadece devlet başkaninin dogrudan dogruya veya dolayli olarak halk tarafindan belirli bir süre için seçilmesi anlamina gelir.

Türkiye'de Cumhuriyet, Millî Egemenlik ilkesinin benimsenmesinin bir neticesi olarak 1921 Teşkilât-i Esasiye Kanunu'nda yapilan 29 Ekim 1923 tarihli degişiklik sadece yönetim biçimi olarak kabul edilmiştir.1924,1961 ve 1982 anayasalarimizda da bir yönetim biçimi olarak ta kabul edilmiştir.

Atatürk'ün, Cumhuriyeti devletin siyasî bir rejimi olarak seçmesinin en önemli nedeni; Türkiye'yi modernleţtirme çabalarina cevap veren tek rejim biçimi olmasidir. Cumhuriyeti fazilet olarak niteleyen Atatürk, Ekim 1924 tarihli bir konuşmasinda Cumhuriyeti şu şekilde tanimlamaktadir: "Türk milletinin tabiat ve şiarina en mutabik olan idare Cumhuriyet idaresidir".

1937'de, 1924 Anayasasi'nda yapilan degişiklikle devletin özellikleri arasinda "Cumhuriyetçilige" de yer verilmiştir.

Cumhuriyetçilik,devletin siyasî rejimi olarak Cumhuriyeti benimseme ve onu fazilet rejimi olarak tanimlama ve degerlendirme demektir.

Cumhuriyetçilik ilkesi, Atatürk'ün devlet anlayişinin temellerinden birini oluşturan Millî Egemenlik ilkesiyle çok siki ilişki içindedir. Millî Egemenligin korunmasi ve gözetilmesi Cumhuriyet rejimi ile mümkündür.

Atatürkçü düşünce sistemi içerisinde degerlendirdigimiz cumhuriyet ilkesi, fertlerin degil, milletin bütününün benimsedigi bir ilkedir ve Türk milletine aittir.

Cumhuriyetçilik ilkesinin öngördügü Cumhuriyet rejiminin demokrasi ile ilgisi vardir. Hatta Cumhuriyet, demokrasinin en gelişmiş şeklidir. Atatürk de bunu "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet ţekli demektir" diyerek ifade etmiţtir.

Türkiye'de Cumhuriyet cumhuriyetçilik ilkesinde de öngörülen modern anlamda devlet ţekline ulaţma idealine uygun bir geliţme seyri takip etmiţtir.

Türkiye'de Cumhuriyet, irk, din, dil ve cinsiyet farki gözetmeksizin, bütün vatandaşlarin paylaştiklari ve yararlandiklari siyasî rejimin adi olmuştur. Eşitlik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin özünü teşkil etmiştir.

Devlet ţekli Cumhuriyet olan yeni Türk devleti, Misak-i Millî ile çizilen, Millî sinirlarin üzerinde millî devlet anlayişini, millet ve devlet birligini, bütünlügünü ifade eder.

Bu bütünlügü Atatürk Izmir'de 14 Ekim 1925'te yaptigi konuşmada şu şekilde degerlendirmiştir: "Bugünkü hükûmetimiz, teşkilât-i devletimiz dogrudan dogruya milletin kendi kendiliginden yaptigi bir teşkilat-i devlet ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir, millet hükûmettir."

Netice itibarıyla Cumhuriyet,en gelişmiş devlet şekli olarak Türk inkılâbının sonucudur, başarısıdır.

Milliyetçilik; Milliyetçilik, millet gerçeğinden hareket eden bir fikir akımı ve çağımızın en geçerli bir sosyal politika prensibidir. Milliyetçilik, Türk İnkılâbının bir temel prensibi olduğu kadar, Türk milletinin kaderini tayin eden bir temel ilke, bir yüce ülkü, milleti huzur ve refaha yönelten bir bağdır.

Milliyetçilik ilkesi, millet ve milliyet kavramlarına dayandığından bu kavramları anlamak gerekir.

Millet, objektif bir ifade ile "herhangi bir esas etrafında toplanmış insan topluluğu " olarak tarif edilebilir. Etrafında toplanılan bu "esas" insan topluluklarının özelliklerine göre değişiklik arz edebilir. Bu "esas" Fransa'da "kültür", Almanya'da "ırk", Araplarda "dil", ABD'de "tabiiyet" mefhumlarından ibaret olabilir. İnsan topluluklarının millet olabilmesi için bu bağlardan en az birinin etrafında toplanması gerekir.

Buna karşılık bu bağlardan birden fazlası veya hepsiyle birden bağlı topluluklara milliyet ismi verilir. Türkiye Türkleri için bu bağların birden fazla olduğu konusunda ilim adamlarımız arasında görüş birliği vardır. Ancak tespitler farklıdır. Yusuf Akçura bu esasları "dil"ve"soy" olarak ifade eder. Ziya Gökalp ve İ.H. Danişment bu esaslara kültür ve din mefhumlarını da ilâve ederler.

Atatürk'ün milleti tarifi ise şöyledir: "Millet, dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve içtimai heyettir".

Atatürk, Türk milletini tarif ederken bu tarifi biraz daha açarak, milleti meydana getiren unsurları, siyasî varlıkta birlik, Dil birliği, yurt birliği, ırk ve menşe birliği, tarihî yakınlık ve ahlâkî yakınlık olarak tespit etmektedir. Bu tarif Türk milletinin zengin bir kültür ve medeniyete sahip olduğunu ifade eder.

Milliyetçilik, kişiyi, topluluğu bağlayan bağ olarak "Milliyet, vatandaşlık, milliyet duygusu" şeklinde de ifade edilmektedir. Ancak, milletle, milliyetçilik arasında fark vardır. Milliyet, bir millete mensup olma, bir millete bağlı olma hâlidir. Milliyetçilik ise, bir millete mensup kişilerin, mensup oldukları millete karşı besledikleri bağlılık duygusu ve şuurudur.

Kişinin mensup olduğu kitleye karşı duyduğu bağlılık, hissi, millet duygusunu esasını, kökünü teşkil etmektedir.

Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı, özellikle Türk milletinin birliği ile beraberliğine yer ve değer vermektir. Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı birleştirici ve toplayıcı nitelikte ve millet yararınadır. Bu anlayış Türk milleti gerçeğinden hareket eder ve ona dayanır. Gerçeğe dönüktür. Türk milletinin yükselme ve çağdaş milletlere ulaşma ülküsünü ifade eder. Türk milletini meydana getiren değerleri korumayı esas alır.

Milliyetçiliği, millet sevgisi, millete güvenme aşkı olarak kabul eden Atatürk, genç nesillerin mutlaka bu duygu ve düşünceyle yetişmesini istemiştir. O, İstiklâl Harbi'ni ve inkılâplarını, bu büyük millî hisle başarmıştır.

Atatürk milliyetçiliği, hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir. Zaten gerçek milliyetçilik, medeniliğin özü olan hürriyetten doğar. Hür olmayan, esarete razı olan bir toplumda millî ruh gelişmez. Bu inanışın temeli şudur: "Türk için Türklük, hür olduğu nisbette kuvvetlidir ve kuvvetli kalacaktır.

Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı eşitlikçidir, eşitlik fikrine dayanır, bu anlayışın kaynağı ise "Millî hâkimiyet" tir. Demokrasiyi hedef alır ve buna ulaşmanın ilk aşamasını "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin kabulü ve uygulanmasıyla mümkün görür.

"Bize milliyetçi derler, fakat biz öyle milliyetçileriz ki bizimle iş birliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin gerçeklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir." Atatürk bu sözleriyle milliyetçiliğimizin milletlerarası ilişkilerde barıţçi ve diger milletlere saygili bir anlam taşidigini ifade etmektedir.

Milliyetçilik akilci, yapici, yaratici ve idealisttir. Bu özelliklere sahip olan Türk milliyetçiligi modern anlayişi ifade eder. Modern manadaki bu anlayişin başlangici bagimsizlik, sonucu ise demokrasidir.

Türk milliyetçiligi bir inanç, bir duygudur. O inanç ve duygunun içinde vatanin bütünlügü esasi vardir. Sosyal ve kültürel faaliyetlerle oluşan ruhsal bir bagdir. Sinifsiz ve imtiyazsiz bir toplumu ifade eden bu bag geçmişte ve gelecekte heyecanini daima hissettiren bir mefkûredir.

Atatürk, bu mefkûreyi millet gerçeğine dayandırarak 22 Mayıs 1919 tarihli raporunda şu şekilde ifade etmiştir: "Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır".

Atatürk'e göre milliyetçilik bir ırkçılık değil,bir vicdan ve duygu işidir. İnsan haklarına ve hürriyete dayanan,kültürel değerlere kıymet veren bir sistemdir.

Halkçılık; Dilimizde kullanılan halk deyiminin anlamı,insan topluluğudur. Eski dilde "ahali" kelimesiyle aynı manayı ifade eder. Osmanlı Devleti'nde halk deyimi aydın zümrenin dışında kalan insan topluluğunu ifade ediyordu. İlk defa Ziya Gökalp tarafından "halk"ın Türk milletini ifade ettiği savunulmuştur. Atatürk ile de millî şuurumuza yerleţmiţtir.

Türk devlet gelenegine göre devlet halk için vardir. Halka hizmet, halkin korunmasi ve halkin doyurulmasi için mevcut bir idari yapidir. Halkin taşidigi bu mana Osmanli Devleti'nin son döneminde unutulmaya yüz tutmuş iken hak ettigi ifade ve önemi Türk Inkilâbi ile tekrar kazanmiştir.

Türk inkilâbinin anlayişina göre halk ile millet arasinda bir birlik,bir eş degerlik vardir. Ancak halk milletin henüz dayanişma duygusu ile bilinçlenmemiş hâlidir. Halk dedigimiz insan toplulugunun belirli hedeflere yönelerek bilinçlenmesiyle millet ortaya çikar.

Türk halki, Türk devletinin beşerî unsurunu oluşturur. Türk milleti, Türk halkinin Türklük bilinci içinde gelişmesiyle siyasî ve sosyal alanda deger kazanmasidir. Türk milleti halklardan teşekkül etmiş degildir. Bunun sonucu olarak Türk devletinin beşeri unsurunu halklar meydana getirmez. Türk halki şehirlisi, köylüsü ile din ve irk farki dahi gözetilmeksizin vatandaşlarin bütününü ifade eder.

Halkçilik, milliyetçilik fikrinin bir sonucudur. Gerçek anlamda milliyetçilik, halkçiliga dayanir, halkçi bir özellik taşir.

"Türkiye halki asirlardan beri hür ve bagimsiz yaşamiş ve bagimsizligi yaşama geregi saymiş bir kavmin kahraman evlatlaridir. Bu millet bagimsizliktan uzak yaşamamiştir, yaşayamaz ve yaşamayacaktir" sözleriyle Atatürk halkçilik anlayişinin sömürü düzenine karşi oldugunu ifade etmiştir.

Atatürk'ün, halkçilik anlayişinda, insan toplulugunun demokratik esaslara göre birleşmiş, hür bir toplum düzeni öngörülmüştür. Bu düzende halk kendisini demokratik esaslara göre yönetir. Siyasî rejim, halk yararina kullanilir.

Modern Cumhuriyet Türkiye'sinde Atatürk'e göre halkçilik:

a-)Demokratlik

b-)Fertler arasinda imtiyaz tanimamak

c-)Sinif mücadelelerini kabul etmemektir.

Devletçilik; Atatürk inkilâplari çerçevesinde incelendiginde devletçiligin dar ve geniş anlamda iki manayi ifade ettigini görmekteyiz. Geniş anlamda ele alindiginda Türkiye'de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkinmanin özelliklerin ortaya koyan bir politik uygulamadir. Dar anlamda ise özel teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip iktisadî alandaki uygulamalardir. Ancak, Türkiye'de devletçiligin asil uygulamalari ekonomide görüldügünden,devletçilik ekonomik manayi ifade etmiştir.

Türkiye'de devletçilik,karma ekonomi şeklinde gelişme göstermiştir. Karma ekonomi devlet işletmeciligi ile özel teşebbüsün bir arada bulunmasi demektir. Ancak bu anlayiş ekonomide kati bir devletçiligin uygulanmasini ifade etmez.

Atatürk, Devletçiligi: "Türkiye'nin ihtiyaçlarindan dogmuş ve Türkiye'ye has bir sistemdir...Kişinin çalişmasini esas almakla beraber, mümkün oldugu kadar az zaman içinde, milleti refaha kavuşturmak ve memleketi geliştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdigi işlerde özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarimizdandir" şeklinde tarif etmektedir.

Atatürk devletçilikle devleti, ekonomik hayati destekleyen bir güç olarak düşünmüştür. Devlet yatirimciya, üreticiye, dagitimciya, tüketiciye yön vermek ve bu tür konulari denetlemekle yükümlüdür.

Atatürk, devletçiligi tamamiyla demokrasi ve hürriyet rejimi içinde degerlendirmiş, devletin iktisadî sahada rehberligini ön plânda tutmuştur. Ancak bu rehberlik her şeyi devlet yapar anlaminda degildir.

Atatürk, 1936 yilinda devletçilik konusunda şunlari söylüyor: "Devletçiligin bizce manasi şudur : Fertlerin hususi teşebbüslerini ve şahsî faaliyetlerini esas tutmak;fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarini ve çok şeylerin yapilmadigini göz önünde tutarak memleket iktisadîyatini devletin içine almak"

"Devletçilik bilhassa sosyal, ahlaksal ve ulusaldir. Devlet ve fert (özel teşebbüs) birbirine karşit degil, birbirinin tamamlayicisidir".

Görüldügü gibi Atatürk ekonomik kalkinmanin temelinde "ferdî teşebbüs ve menfaatin" bulunmasin dogal bir olgu olarak kabul etmektedir. Ferdin teşebbüsünün ekonomik faaliyetine sinir çizilmesini,hükûmetin görevi saymakla birlikte,bu sınırın zaman içinde değişebileceğini düşünmektedir.

Lâiklik; Lâik kelimesi latince-laicus- aslından alınmış Fransızca bir kelimedir. Fransızca'da -laic, laique- şeklinde kullanılmıştır. Manası ise ruhanî olmayan kimse, dinî olmayan şey, fikir, müessese, prensip demektir. Katolik dünyasında din adamlarından meydana gelen ruhaniler sınıfına -Clerge- adı verilmiş, bu sınıfa dahil olmayan Hristiyanlara ise -laic- denilmiştir.

Lâik olma, "dünya işlerinin,din işlerinden, dini otoriteden ayrı olarak ele alma" şekliyle tarif edilmektedir. Bugün hukukî manada lâiklik; devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin vicdan hürriyetinin gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Değişik bir ifadeyle; devletin Allah ile kul arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine karışmaması yani akıl ile imanın yetki alanlarının birbirinden ayrılmasıdır.

Lâiklik kelimesi bize ilk defa Meşrutiyet dönemine "lâdini", "lâruhbani" şekliyle girmiş ve kullanılmıştır. Ancak lâik kelimesi ifade edilmeksizin bu anlayışın bugünkü modern manada olmasa da Türklerde mevcut olduğu söylenebilir. Günümüzdeki lâik kelimesinin ifade ettiği modern manaya kavuşması,Tanzimat'la birlikte başlar. Gülhane Hattı Hümayunu'nda din ve mezhep hürriyeti öngörülmüş, 1876 "Kanun-i Esasi"nin on birinci maddesiyle lâikliğe doğru yöneliş, anayasa teminatı altına alınmıştır. 1909 tarihli Kanun-u Esasi ile bu durum aynı şekilde muhafaza edilmiştir. Yeni Türk Devleti.1921 tarihli "Teşkilât-ı Esasiye Kanunu"nda millî hâkimiyet ilkesi ön plânda tutulmak suretiyle lâiklik anlayışının gerçekleşmesinde bir adım daha atılmıştır. Nihayet gerek Osmanlı Devleti anayasalarında,gerekse yeni Türk Devleti'nin 1921,1924 anayasalarında mevcudiyetini muhafaza eden "devletin dini İslâm'dır" ibaresi 10 Nisan 1928 tarihli 1222 sayılı kanunla yapılan bir anayasa değişikliği ile kaldırılmış, 5 Şubat 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla "lâiklik" bir anayasa ilkesi olarak yerini almıştır.

Atatürk'ün gerçekleştirdiği inkılâpların temelini teşkil eden lâiklik, Türk milletinin maddî, manevî ve fikrî yapısını modernleştirme istikametine yöneltmiştir.

Lâiklik prensibi,kongreler döneminden itibaren ortaya çıkan Millî hâkimiyet prensibinin normal bir gereği olarak yeni Türk Devletinin temel prensipleri arasında yerini almıştır.

Atatürk'e göre din bir vicdan meselesidir. Dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur. Buna en güzel delil Atatürk'ün şu sözleridir; "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz".

Türkiye'de devletin lâikleştirilmesi, toplum hayatında lâik değerlere yer verilmesi dinin, devlet hayatında siyasî bir fonksiyon ifa etmesine kesin olarak son verme şeklinde görülmüştür. Siyasî, sosyal, hukukî ve ekonomik zorunluluğun sonucu olan lâiklik, bu nedenle devlet idaresi ile birlikte hukuk, eğitim, dil alanlarını da kapsar.

"Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla,fenne,ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır".

Atatürk'ün din ve lâiklik anlayışında, millet sevgisi ile birlikte dinine saygılı olma hasletini de görmekteyiz. Onun gerçekleştirdiği Türk inkılâbında lâiklik din aleyhtarlığı şeklinde değil, toplum hayatında din hürriyetinin, serbest düşüncenin güvenilir bir teminatı olarak düşünülmelidir.

İnkılâpçılık; İnkılâpçılık ileriye, gelişmeye yönelik bir manayı ifade eder. İnkılâpçı bir toplum devamlı bir gelişme içerisindedir. Tarihî ve sosyal gelişmeler neticesinde toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kurallar koymak inkılâpçı topluma has bir özelliktir.

Atatürk bu amaçla; "Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mana ve eşkâli ile medenî bir heyeti ictimaiye hâline isal etmektir" diyerek Türk devletinin ve Türk toplumunun medenî ve insanî yaşayışının gereği, meydana gelen yeni düzenin korunmasını lüzumlu görmüştür.

Türk inkılâbını "Türk milletini son asırlarda geri bırakmış müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müessese koymuş olmak" şekliyle tarif eden Atatürk'ün inkılâpcılık anlayışı söz konusu müesseseleri korumak ve savunmaktır.

Toplumsal geliţmelerin sonucu, toplumsal ihtiyaçlari karşilayan kurallar konulurken, bilimsel arayiş, bilimin işigi altinda gelişmeleri degerlendirme, Türk inkilâbinin,inkilâpçilik anlayişinin bir geregidir.

Atatürk'ün inkilâpçilik anlayişinin ardinda dünya kültür ve medeniyetinden,Türk halkini yararlandirma çabasi yatiyordu. Ancak Türk inkilâbi daima Türk'ün karşisina çikan ihtiyaçlardan dogmasi nedeni ile bu anlayişin kendisine mahsus bir özelligi vardir.

Atatürk'ün gerçekleştirdigi alti ilke hâlinde toplanan inkilâplar Türk milletinin sosyal ve kültürel oluşumuna o kadar uygun düşüyordu ki,her inkilâp hamlesi milleti ancak bu kadar mutlu kilabilirdi.

0 yorum: