', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜNDE FıNANSAL KRıZıN ETKıSı

10 Kasım 2007 Cumartesi

TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜNDE FıNANSAL KRıZıN ETKıSı

GİRİŞ

Günümüzde bankaların para-kredi, sermaye konularına giren konularda önemli görev ve fonksiyonları bulunmaktadır. Ticari hayatta hem yurt içi hem de yurt dışı işlemlerin düzenli olarak yürümesi, bankaların bulunmadığı bir ortamda çok zordur. Bu nedenle, bankalar ekonomik hayatın en önemli temel taşlarından biri Bankalar; kişilerin tasarruflarını güvenle saklar, tasarruflarından gelir elde edilmesini sağlar. Finansman ihtiyacı olan kişi ve kurumların bu ihtiyaçlarını karşılar. Havale, senet tahsili, çek gibi bankacılık hizmetleriyle müşterilerine hizmet verir.

Bankacılığın tarihi gelişimi, para kavramındaki gelişmeyle paralellik gösterir. Paranın fonksiyonları arttıkça, bankacılık gelişme ı günümüzdeki modern bankacılık aşamasına ulaşmıştır. Ülkemizde bankacılık, Avrupa ülkelerine göre daha yavaş gelişmiştir. Bunun önemli nedenleri; Osmanlı imparatorluğu döneminde Türklerin daha çok askerlik ve yöneticilik gibi işlerle uğraşmalarının yanında. Batı Avrupa’da gerçekleştirilen sanayi devrimine ayak uyduramamasıdır. Günümüzde Türk bankaları, bankacılık tekniği ve yetişmiş eleman, otomasyon gibi kriterler gözönüne alındığında Avrupa ülkelerindeki bankalarla rekabet edebilecek güçtedir.

Türk bankacılığı özellikle. 1980 yılından sonra ekonomideki liberizasyon ve dışa açılma politikalarının etkisiyle önemli gelişmeler göstermiştir. Bunun yanında 1994 yılından sonra birçok banka kötü yönetim ve banka sahiplerinin banka kaynaklarını kendi lehine kullanmaları nedeniyle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilmiştir. Bu . Türk bankalarının hem yurt içinde hem de yurt dışında imajlarının olumsuz yönde etkilenmesine neden olmuştur.[1]


I. BÖLÜM

BANKACILIĞIN TANIMI, TARİHİ GELİŞİMİ ve İLKELERİ

Banka teriminin İtalyanca ‘banco” aslından türetildiği tahmin edilmektedir. Bankalar gerçek ve tüzel kişilerin tasarruflarını toparlayarak bunları gelir sağlayıcı işlere kredi yoluyla kanalize eden, ödemelerde aracılık yapan. para nakli, senet tahsil, emanet kabulü gibi çeşitli hizmetler gören işletmelerdir. Ancak bugün, işletmelerin ve piyasa araçlarının çok çeşitli ve karmaşık olması çağdaş bankaya ekonomilerde çok seçkin ve etkin bir nitelik kazandırmıştır.

Banka işletmelerinin faaliyetleri. diğer işletmelerin faaliyetlerinden farklı olmakla birlikte, dört safhadan oluşur. Bunlar:

1. Sermaye koyma. teşkilatlandırma. hizmet birimlerinin tamamlanması ve kamuya duyurma (tedarik).

2. Mevduat toplama, kaynak oluşturma.

3. Kredi verme, kaynak kullandırma,

4. Faaliyetlerin denetimidir.

Banka işletmeciliği. kendine mahsus para. kredi ve sermaye işleriyle ilgilenen iktisadi birimlerin, yönetim. denetim, kuruluş ve mali kayıtları konusundaki kanun, kural ve tüzükleri içeren bir işletmecilik dalıdır. Banka işletmeciliğinin kapsamı dört unsurdan oluşur. Bunlar:

1. Banka Hukuku,

2. Banka Tekniği.

3. Banka Muhasebesi,

4. Yönetim Bilimi’dir.

Tarihte bankacılık faaliyetlerinin başlangıcı. M.Ö. 3500 yıllarına kadar uzanmaktadır. Mezopotamya’da yapılan kazılarda Sümer ve Babillerin bankacılık yaptığım gösteren belgeler bulunmuştur.

Bankacılığın ilk ve orta çağlardaki en büyük temsilcileri Romalılar ve Yunanlılar olmuş. Avrupa’da ise Lombard’lar bankacılığın öncülüğü nü ve öğreticiliğini yapmışlardır.

Modern bankacılığın başlangıcı 1609 yılında Amsterdam Bankasının kurulması ile başlamış, 1694 yılında kurulan İngiltere Bankası ve 1907’de ABD’de kurulan Federal Reserve Bank ile olgunluğa ulaşarak modern banka sisteminin iskeletini oluşturmuşlardır.

Modern ulusal banka sisteminde, finansal istikrarı sağlamayı amaçlayan ve bu konuda çeşitli işlevler icra eden merkez bankaları ve merkez bankaları ile zorunlu yasal ilişkileri olan, kaydi para yaratan ve çeşitli piyasa işlemleri gerçekleştiren diğer bankalar ve yasal düzenlemeler yer almaktadır

Yüzyılımızda banka sistemi giderek ulusal olma özelliğini kaybederek uluslararası nitelik kazanmıştır. Özellikle I. ve II. Dünya savaşların dan sonra ortaya çıkan ekonomik buhranlar, toplumların ekonomik refaha ulaşmasında ortak hareket etmeleri gerektiği fikri. o dönemlerin ünlü İktisatçıları M.Keynes ve H.Whlte tarafından ortaya atılarak, yüzyılımızın banka sisteminin temel taşlarının Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonunun olduğu belirtilmiştir.

Bankacılığın Batıda gösterdiği tarihi gelişime İslam dünyasında rastlanmamıştır. Batıdaki bankacılık prensiplerinin, islâmi anlayışa uygun olmaması bundaki en büyük etkendir. İslâm’da faizli kredi avansları ve faizli mevduat oluşturmak yasak olduğu için, “Bir şahsın başkasına, karın aralarında paylaşılması veya belirli bir kar payının verilmesi şartıyla sermaye vermesi” anlamına gelen Mudaraba uygun görülmüştür Bu anlamda ‘şahbaz” denen Müslüman tacirler halktan para toplayarak yatırım yapmışlardır. İslâmi Bankacılığın rağbet gördüğü ilk dönem Abbasiler dönemi olmuştur. İslâm dünyasında bugünkü anlamda bilimsel manada ilk faizsiz bankacılık araştırmalarını 1955 yılında Muhammed Üzeyir yapmış, 1975 yılında Kral Faisal’ın desteği ile İslâm Kalkınma Bankası kurulmuştur.

Bankacılık tarihi incelendiğinde bankaların ekonomide geçerli ve et kin kurumlar olduğu, geçirilen her ekonomik aşamada üstlendiği her görevi dönemin özelliklerine uyum sağlayarak yerine getirdiği görülür. Bu görevleri yerine getirirken de para kavramı ile karşılıklı etkileşim içerisinde olmuştur Bankacılığın, hiç değişmeyen: her zaman geçerliliğini koruyan fonksiyonu bir “şey” in emanet olarak alınıp, verilmesi ve yasaklanması olmuştur.

Bunun ötesinde bankacılık faaliyetleri. içinde bulunduğu dönemin ihtiyaçlarına ve özelliklerine göre farklılıklar göstermektedir. B faaliyetlerinin değişiklik göstermesi itibariyle üç nedene dayandırılabilir. Bunlar;

1- Yasal düzenlemeler,

2- Bankacılı endüstrisindeki trerıd,

3- Para ve sermaye pazarlarındaki değişmenin etkisidir.

Teknolojinin gelişmesi ve bankacılığın giderek uluslararası nitelik kazanması bankaların sunduğu finansal hizmetlerin yeniden tanımlanmasını gerektirmiştir. Örneğin factoring, swap, vb. yeni finarısal hizmetlerin sunulması, bu kavram1ar kanunlar ile tanım1anıı gerektirmekte yapılan bu düzenlemeler ile bankaların faaliyetleri de değişmektedir. Diğer taraftan para pazarları. komisyoncu firmalar ve mevduata dayalı olmayan finansal kurumlar arasındaki artan rekabet yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğini o koymuştur. Ayrıca rezervler üzerinden yapılan faiz ödemeleri, bankaların kliring zaman limitleri ve aktif-pasif yapısına ilişkin ortaya kon kurallar, bankaların faaliyetlerinin zaman içinde yasal düzenlenmesini gerektirmektedir.

Bankacılık endüstrisinin gösterdiği gelişme trendi ve içinde bulunduğu durum, bankacılık faaliyetlerini d Bankacılık sistemin ekonomik ve yasal düzenlemeler karşısındaki esnekliği, teknolojik yeniliklerin banka sistemi üzerindeki olumlu veya olumsuz etkileri (maliyet ve rekabet artarken, hız ve verimliliğin yükselmesi gibi), kamuoyunun bankacılık sistemine bakış açısı, bank faaliyetlerini ve çalışma biçimini değiştirebilmektedir. Örneğin II. Dünya Savaşından sonra. bankalar kamuoyunun gözünde sadece par güvenle sakladık1 kasa gibi görülmekte. bankacıların prestiji i sağladıkları güvence ile ölçüle bilmekteydi. Oysa günümüzde 1990’lardan itibaren bankaların aygınlığı: düşük komisyon ve ücretlerle. yüksek kaliteli kredilerle, eğitilmiş personel ve temiz hizmetlerle ve banka yönetiminin risk yönetimindeki başarısı ile ölçülmektedir.

Banka faaliyetlerinde değişikliğe neden olan diğer bir gelişme ise para ve sermaye pazarlarındaki değişimdir. Para ve sermaye pazarlarındaki globalleşme, orta ve büyük boy firmaların finansman ihtiyaçlarını banka kredileri yerine kendi özkaynaklarından karşılamaya yöneltmiştir. Bu da ban1 para ve sermaye pazarlarından bu tür firmaların finansmanında kullanılan fonlardan aldığı payı azaltarak bankaların faiz spreadini azaltmıştır. Diğer taraftan para ve sermaye piyasalarında yeni geliştirilen menkul kıymetler ve oluşturulan yeni ikindi pazarlar, banka faaliyetlerinin değişmesinde etken olmuştur. Örneğin, bankaların hisse senedi ve tahvil üzerine yaptığı işlemlerin yanısıra. bankanın varlığa dayalı menkul kıymet ihraç ederek kendisini finanse etmesi ve ikincil pazar oluşturması, bankaların yeni bir anlayışla idare edilmesini gerektirmiştir.

Bankacılık faaliyetlerinin, çeşitli nedenlerle, dönemler itibariyle farklılıklar göstermesi, bankacılığın temel ilkelerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Bankalar her dönemde bankacılık faaliyetlerini yürütürken, likidite, emniyet ve k olmak üzere üç temel ilkeye uymuşlar dır.

Bankacılıkta likidite bir bankanın minimum zarar ile, olabilecek mevduat çekimlerini ödeyebilme ve aynı anda piyasanın kredi ihtiyacını karşılayabilme gücüdür Diğer bir deyişle likidite bankanın borçları ile alacakları arasında vade bakımından uygunluk sağlayarak bankanın kamuoyundaki güvenirliliğini korumak ve bu arada da, fazla likidite tutmayarak doğabilecek alternatif maliyetleri minimuma indirmektir. Bankaların ilişki içinde oldukları ekonomik birimlere karşı sorumluluklarını yerine getirememesi, mevduat sahiplerinin taleplerini karşılaya maması veya yüksek alternatif maliyetlere maruz kalma ihtimali likidite riski olarak tanımlanır.

Bankacıhkta emniyet: özsermayenin yeterli ve aktiflerinin kaliteli şeklinde iki yönlüdür. Özsermayenin yeterli olması mudilerin bankaya olan güvenlerini, bankanın kredi müşterisinin kalitesi ise ban kanın emniyetini ilgilendirir. Bankaların kredi verirken, kredi müşterisinin, özelliklerini araştırarak. kredinin geri dönmesini garanti altına al maya çalışması: mudinin ise tasarrufunun batmaması için bankanın mali gücünü incelemesi, emniyet prensibinin gereğidir. Bankaların verdiği kredinin geri dönmeme ihtimali kredi riski olarak tanımlanır. Kredi riski ile bankaların k arasındaki negatif yönlü ilişki nedeniyle, kredi müşterilerinin sağlıklı analiz edilmesi gerekmektedir.

Bankalar birer ticari işletmedir ve kâr amacıyla çalışırlar. Bankanın kârı, kredi müşterisinden aldığı faiz ile mudisine ödediği faiz arasındaki farktır. Bu nedenle bankalar, k artırmak için faiz gelirle ri ile faiz giderleri arasındaki farkı maksimum yapmak zorundadırlar. Ancak yüksek Enflâsyon ve sürekli müdahaleler nedeniyle faiz oranlarının değişkenlik göstermesi, bankayı muhtemel bir zararla karşı karşıya bırakabilir ve bu faiz oranı riski olarak tanımlanır. Faiz oranı riski swap vb. tekniklerle etkisiz hale getirilebilir.

Piyasa kuralları çerçevesinde faaliyet gösteren ve ticari bir işletme olan bankaların nihai amacı, emniyet ve likidite sağlayarak kârını maksimum yapmaktır Ancak bu üç prensibin birbiri ile kolayca bağdaşmadığı da bir gerçektir.

RS. Sayers’e göre modern bankacılık bazı ulusal farklılaşmalar olmasına rağmen, bankacılık sisteminin müşterek noktalarda dünya çapında bir araya getirilmesidir. Bu anlayış 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere’de rağbet görmüş ancak yapısal değişimler yarım yüz yıl sonra yapılmaya başlamıştır.

1960 öncesi geleneksel bankacılık yapısında üç temel özelliğin bas kın olduğu görülmektedir. Birincisi, tıpkı İngiltere Bankacılığında olduğu gibi, Almanya. Japonya ve Fransa gibi dönemin gelişmekte olan ülkelerinde yoğun bankacılık an1 hakim olmasıdır - İkincisi, bankacılığın ulusal anlamda gelişmesi ve organize olması, üçüncüsü ise bankacılık prensiplerinin beynelminel nitelik kazanmaya başlamasıdır.

Bu üç özellik çerçevesinde işleyen 1960 öncesinin bankacılık siste mi, bu tarihten sonra yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Değişim: banka Bilânço kalemleri açısından, Bilânço dışı kalemler açı ve bankacılık endüstrisi açısından olmak üzere üç şekilde oluşmuştur

Bilânço Ka1em1 Açısından Meydana Gelen Değişim: 1960’lardan sonra büyük hacimli finansal işlemlerin gerçekleştirilerek. Marshal Planı çerçevesinde Avrupa’nın teknolojik gelişmesini sn gayreti:

Euro-Para Piyasası. Euro-tahvil piyasası. Euro-hisse senedi piyasası. interbank para piyasası, offshore piyasalar ve son zamanlarda ortaya çıkan Yankee piyasası, Samurai piyasası, Shogun piyasa gibi toptancı piyasaların doğmasına neden olmuştur Toptancı piyasaların doğuşu bankaların Bilânço kalemlerinin dağılımında ve yönetiminde farklılaşmanın doğmasına neden olmuştur. Özellikle 1960’lara k Avrupa ve ABD’de bankalar topladıkları mevduatın büyük bir kısmını devlete borç vererek, bir nevi mudilerini garantiye almak gayreti içinde olmuşlardır. Oysa toptancı piyasaların gelişmesiyle. banka Bilânçolarında bu piyasa da işlem gören menkul kıymetlerin yer aldığı görülmüştür. Bu bağlamda toptancı piyasalarda çalışan ve yaptığı finansal işlemin hacmine göre “toptancı bankacılık” ve “perakendeci bankacılık” şeklinde iki bankacılık anlayışı ortaya çıkmıştır.

Bilânço Dışı Kalemler Açısından Meydana Gelen Değişim: Bankacılık alanındaki gelişmelerin en önemlisi ve önemli olduğu kadar da belgelenebilmiş olanı Bilânço dışı kalemler açısından meydana gelen gelişmedir. Banka Bilânçolarında henüz yer almayan ancak, taahhütler (re po, overdraf işlemler vb.) garantiler (banka kabulleri, kredi mektupları. vb.). yabancı para ve faize ilişkin işlemler (forward. future, opsiyon ve swap) ve menkul kıymet taahhütleri olarak dört ayrı grupta incelenebilen bu değişim “bankacılığın pazarlanması” kavramını doğurmuştur Bu kalemler çalışmanın ileriki bölümlerinde incelenmektedir..

Bankacılık Endüstrisi Açısından Meydana Gelen Değişim: ‘Bankacılığın Pazarlanması” kavramı bankacılığın uluslararasılaşmasını doğurmustur. Bankacılık endüstrisindeki Bilânço dışı kalemlerin (faaliyetlerin) artması bankacılık sisteminin ulusal sınırlar içerisirıde faaliyette bulunmasını zorlaştırmış ve bankacılığın hem ulusal sisteme hem de uluslararası sisteme uyumlu olarak gelişmesine zemin hazırlamıştır.

Bu çerçevede 1960’ yılların ortalarından itibaren Avrupa ve ABD bankaları, dış ülkelerde: bir yandan yeni şube ve temsilcilikler açarak yaygın bir hizmet ağına ulaşmayı hedeflerken. bir yandan da yabancı bankalarla bir araya gelerek büyük hacimli uluslararası projeleri konsorsiyum şeklinde finanse etmeyi amaçlamışlardır. Bankaların ulusrasılaşma eğilimi göstermelerinin başlıca göstergesi. yabancı para işlemlerinin önemli ölçüde artış göstermiş olmasıdır.

Uluslararası bankacılığın gelişme sistemi incelendiğinde, daha önce belirttiğimiz. Keynes ve White’ın banka sistemi anlayışının hakim olduğu görülmektedir. Uluslararası talebinde bulunanlar ihtiyaçlarını direkt olarak uluslararası finans kurumlarından sağlayabilecekleri gibi, toptancı piyasa işlemleri yapan bankalardan da karşılayabilirler. Uluslararası bankacılık sisteminin katılımcıları: uluslararası finans kurumları, ülkelerin merkez bankaları, ülkelerin ticari bankaları (perakendeci bankalar), toptancı bankalar (tacir bankalar, yatırım bankaları, kıyı bankaları vb.), uluslararası fon arzedenler ve fon talep edenler olmak üzere altı grupta toplanabilirler

1960’lardan sonra bankacılığın uluslararası nitelik kazanmasını etkileyen başlıca faktörlerin: uluslararası ticaret hacminin genişlemesi, interbank para piyasalarının gelişmesi, Euro-para ve sermaye piyasalarının ortaya çıkması, offshore piyasalarının doğması, elektronik bankacı lığın önem kazanması ve konjonktürel nedenler olduğu söylenebilir

Bu nedenlere bağlı olarak dünya ekonomisinde meydana gelen gelişmeler, uluslararası bankacılık faaliyetlerinde: yoğunlaşma. işbirliği, şube ağını genişletme ve uzmanlaşma şeklinde dört temayülün ortaya çıkma sına neden olmuştur

Türkiye ‘de Bankaların Tarihi Gelişimi

Türkiye’deki ilk banka 1847 yılında İstanbul’da kurulan İstanbul Bankası (Banque de Constantinople)’dır. Bu banka faaliyetlerini 1852 yılına kadar kambiyo işlemleri esasına ckiyalı olarak sürdürmüştür .

Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra 24 Mayıs 1856 yılında İngiliz sermayesi ile Osmanlı Bankası (Ottoman Bank, Bank-ı Osmani) kurulmuştur. Bu bankanın merkezi Londra’da olup. İzmir, Selanik ve Beyrut’ta şubeler açmıştır. 5 Şubat 1863’tt Banık-ı Osmani-i Şahane adını alan bu banka halen ülkemizde Osmanlı Bankası olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Bundan başka bir kısım Galata Bankerinin Osmanlı Hükümetinden Mali Birlik adıyla bir şirket kurma izni almışlar ve buna dayanarak da 1860 yılında Türkiye Bankasını kurmuşlardır. bunların amacı Osmanlı Devleti’nin resmi emisyon bankası olmaktı.

Yukarıda sözedilen bankalardan başka Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulmuş bankalar ise şunlardır:

1 86 yılında Ziraat Bankası

1866 yılında Emniyet Sandığı

1914 yılında Adapazarı İslam Ticaret Bankası

1914 yılında Milli Aydın Bankası

- 1919 yılında Adapazarı Emniyet Bankası

1923 Cumhuriyetin ilanından sonra ise modern bankacılığın ilk adımları atılmış ve yeni bankalar kurulmuştur.. Bunlar:

1924 Türkiye İş Bankası

1924 Akhisar Tütüncüler Bankası

1927 Türkiye Emlak Kredi Bankası

1927 Denizli İktisat Bankası

1927 Eskişehir Bankası

1927 Kocaeli Halk Bankası

1928 Türkiye İmar Bankası

1929 Lüleburgaz Birlik Bankası[2]

2. TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜ

5-9 Mayıs 2004 tarihlerinde İzmir’de düzenlenen 2004 Türkiye iktisat Kongresi için Mali Piyasalar Çalışma Grubu tarafından hazırlanan Türk Finans Sektörü Raporu’nun eki rapordur.

İstikrar içinde, sürdürülebilir ekonomik büyümenin sağlanmasındaki temel etkenler, nüfus artışı ve doğal kaynaklar yanında teknolojik yenilikler ve sermaye birikimidir. Finansal sektör büyüme sürecinde önemli bir rol oynar. Çünkü sermaye birikiminin sağlanması; hem finansal kaynakların toplanmasının ve kullandırılmasının hem de yeni teknolojilerin yaratılmasının önemli bir parçasıdır.

Finansal sektörün varlığı bilginin ve kaynakların toplanması, değerlendirilmesi ve - aktarılmasının maliyetini düşürt , tasarruf sahipleri ve yatırımcılar için etkinliği ve verimliliği sağlarlar; bu da büyümeyi olumlu yönde etkiler. Finansal sektör birçok ekonomik işlevi daha düşük maliyetle ve daha etkin olarak görür.

Finansal sektör tarafından verilen hizmetler dört grupta toplanabilir: tasarrufların harekete geçirilmesi, riskin dağıtılması, kaynakların kullandırılması, kullandırılan kaynakların izlenmesidir.

a. Kaynakların harekete geçirilmesi: Bireylere ve kurumlara ait tasarruflardan oluşan fınansal kaynakların aracı kurumlarca toplanarak belli bir ölçeğe getirilmesi yatırımların büyüklüğünü etkiler, aksi durumda ölçek yapıları çok daha küçük kalır. İyi organize olmuş bir fınansal sektör çok küçük miktarlardaki kaynakları toplar. Böylece ekonomik olarak karlı yatırımlar yapılabilir; bu da yatırımların etkinliğini artırır, dolayısıyla da girişimcinin yatırım tercihini olumlu etkiler. Sonuçta büyüme olumlu etkilenir.

b. Risklerin dağıtılması: Finansal sektör bireysel ve kurumsal yatırımcılar için beklenmedik, öngörülmedik veya hesaplanması çok kolay ve ucuz olmayan riskler içi.n özel bir sigorta sağlar. Böylece bireysel yatırımcı hem yatırımları için getiri el de eder hem de likidite riskini çok düşük düzeye indirmiş olur. Sonuçta, getirili ve uzun dönemli, geri dönüşlü projeler fınanse edilebilir. Hizmetlerin farklılığı riskin fiyatlanmasına ve yönetilmesine yardımcı olur; bu durum bireysel risklerin daha i yi dağılmasını Sağlar. Büyüme ve yatırımlar daha yüksek getirili ve dolayısıyla hesaplanabil ir riskli projelerin fınansmanının sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. Burada üzerinde hassasiyetle durulması gereken konu risklerin ölçülebilmesi, yönetilebilmesi ve doğru fiyatlanabilmesidir.

c. Kaynakların yeni projelere sunulması: Bireysel tasarruf sahipleri açısından yeni projeler için bilginin toplanmasının ve değerlendirilmesinin maliyeti fınansal aracılık işleminin olmadığı durumlara göre oldukça yüksek olabilir, bu nedenle getirisi yüksek çok değerli projelere finansman sağlanamayabilir. Oysa, finansal aracılar bilginin toplanması ve değerlendirilmesinde uzman kuruluşlardır, küçük tasarrufların düşük maliyetle yüksek getirili yeni projelerin finansmanında kullanılmasını sağlayabilirler. Tasarrufların verimli ve yüksek getirili yeni projelerin kullanılmasında etkinliğinin sağlanması büyümeye katkıda bulunur.

d. Kaynakların izlenmesi: Finansal sektör aynı zamanda yatırımların izlenmesi hizmetini görür, bu da kaynakların kötü kullanılmasının riskini azaltır. Finansal sektörün varlığı yatırımların tasarrufçular veya yatırımcılar tarafından gruplar oluşturularak izlenmesinin maliyetini azaltır. Finansal kurumların fonksiyonel ve bölgesel anlamda gelişen uzmanlıkları izlenme maliyetini dolayısıyla aktarma maliyetini düşürür.

Finansal sektörün yukarıda sayılan işlevleri başarıyla yerine getirebilmesi bu kurumların çalışma koşulları ile ilgili çerçevenin doğru oluşturulmasına bağlıdır. çünkü fınansal kurumların performansları faaliyet gösterdikleri ortamın riskine, üstlendikleri risk miktarına, bu riskleri yönetebilme becerisine ve beklenmedik gelişmelere dayanabilme, karşı koyabilme, güçlerine bağlıdır. Bu çerçevede istikrarı temin eden makroekonomik yapı, ekonomi politikası uygulamaları, borç veren ve hisse senedi sahiplerinin ilişkilerini ve haklarını düzenleyen hukuki düzenlemeler, icra ve iflâs sistemi, ticaret kanunu, rekabet kanunu, fınansal kurumların faaliyetlerine ilişkin düzenleme, gözetim ve denetim sistemi yer almaktadır.[3]

3. TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜNÜN GENEL ÖZELLİKLERİ

Türk bankacılık sisteminin genel özelliklerine bakıldığında ilk görülen sistemin eksik rekabet şartlarından oligopol yapısına uygun bir görünüm arz etmektedir. oligopol piyasaların özelliklerine bakıldığında oligopolün varlığı için iki temel şart öne sürülebilir. Bunlardan ilki, piyasada yalnız birkaç firma bulunmasıdır. İkincisi ise bu az sayıda firmanın kendi davranışlarını seçerken öteki firmaların hareketlerini gözlemeye mecbur oluşlarıdır.

Türk bankacılık sistemi yukarıdaki şartlara uygun bir görünümdedir. Çünkü ilk şarta karşılık sistem birkaç bankanın kontrolü ve yönlendirilmesi altındadır.

Tablo 1’den de görüleceği üzere sistemdeki ilk beş banka sistemin büyük kısmına hakim durumdadır. Diğer taraftan ikinci şartta oligopol piyasada firma, fiyatını yükseltmekle kârını artıramaz. Diğer firmalar da fiyatını değiştirmeyeceği için satış süratle düşer. firma fiyat düşürmekle de kârını arttıramaz. Bu durumda, diğer firmalar fiyatlarını artıracaklar ve bu yolla sağlanacak kârı önleyeceklerdir. İşte bu şartlarda firmalar birbirlerini dikkatle izleyecekler ve davranışlarını ona göre ayarlayacaklardır. Zaten bankacılık sistemi söz konusu olduğunda fiyat artışı yönündeki bir davranış bankada sadece riskli müşterilerin kalmasına yol açacaktır. Ayrıca piyasaya giriş çıkışın yasalarla sınırlandırılması da piyasanın oligopol yapısını destekler niteliktedir.

Türk bankacılık sektöründe fiyatlar (faizler) genel olarak birbirine yakın oluşmakta ve rekabetin fiyat dışı alanlara yöneldiği (reklam gibi) görülmektedir. Zaman zaman bankacılık sisteminde yüksek fiyat politikalarıyla aşırı risk alınarak, büyümeye çalışan bankalar ortaya çıkmaktadır.

Bunun sebebi ise mevduata sağlanan % 100 garanti ve verdikleri yüksek faizlerin de etkisiyle bu bankaların zorlanmadan para bulabilmesidir. Verilen yüksek faizlerin el yaktığı bir ortamda bu bankaların daha riskli alanlara kaymaktan başka çareleri kalmamaktadır. Ayrıca Türk bankacılık sistemindeki bankaların öz sermayelerinin yetersiz olması da bu bankaların dolayısıyla da sistemin riskini artıran bir unsur olmaktadır. Parasal sermayenin üretim ve yatırım kararları üzerinde önemli bir kısıtlayıcı etkiye sahip olduğu ekonomilerde “bankalar” fon ihtiyacının karışandığı en önemli kuruluşlardır. Böyle bir durumda sistem ekonomik büyüme için bankalara sahip olmayı yani holding bankacılığını da teşvik eder görünümdedir.söz konusu durum bankaların etkinlikten uzaklaşarak kredi potansiyelini kendi grup bünyesindeki firmalara yönlendirmesine neden olmaktadır. Bu eğilim kamu bankalarının devleti finanse etmesiyle aynı etkiyi beraberinde getirmektedir. Yani reel sektörde gerçekten verimli alanların yeterince parasal kaynak bulamamasına ya da buldukları kredinin çok pahalı olmasına neden olmaktadır.

Herhangi bir endüstride piyasa yapısının niteliği o endüstrideki rekabetçi yapı üzerinde belirleyici olacak, dolayısıyla kaynakların optimal kullanımı, genel fiyat düzeyini ve ekonominin verimliliğini etkileyecektir. Ekonomik açıdan tasarrufçular ve yatırımcılar için optimum refahın sağlanması bankacılık sisteminin yeterli rekabetçi yapıya kavuşmasıyla mümkün olabilecektir. Tabi bankacılık sisteminin tam rekabet şartlarına mümkün olduğunca yaklaşması Türkiye ekonomisinin gelişmesinin daha hızlı olmasını sağlayacaktır.

Türkiye’de büyümekte olmasına karşılık bankacılık sektörünün aktif büyüklüğünün GSYH’ya oranı (1977 yılı itibariyle Türkiye % 67.20, AB % 244.23) AB ortalamasının oldukça altındadır. Türk finans sektörünün büyük ölçüde bankacılık sektöründen oluştuğu dikkate alınırsa, bu oranlar açıkça, Türkiye’de finansal derinliğin bulunmadığını göstermektedir.

Tablo – 1: Bankacılık sisteminde Yoğunlaşma* (Yüzde)

Toplam Aktifler

Toplam Mevduat

Toplam Krediler

Eylül

Aralık

Eylül

Eylül

Aralık

Eylül

Eylül

Aralık

Eylül

İlk Beş Banka

45

46

47

49

50

50

41

42

39

İlk On Banka

67

68

68

71

69

67

66

73

70

* Toplam Aktiflere Göre. Kaynak: Bankalar Dergisi “Türk Bankacılık Sistemi Eylül 2000”, Sayı 15, 2000, s. 1-11.

Görüldüğü gibi Türkiye’de bankacılık sektörünün genel olarak ölçeği küçüktür. Bu durum bankalarımızın ölçek ekonomilerinden yararlanmasını engellemektedir. Bunun doğal sonucu, genelde işletme giderleri varlık toplamına göre, Batı bankalarına oranla yüksek düzeyde olmaktadır. Büyük ölçekte faaliyette bulunmama, bankalarımızın finansal verimliliği ve karlılığı üzerinde olumsuz etki yapmaktadır (Akgüç, 2001, s.18-19). Türk bankacılık sektörü hürün diğer alanlarda olduğu gibi öz sermayesi konusunda da Batı bankalarına oranla daha yetersiz düzeydedir. Yetersiz olan öz sermayelerin donuk aktif veya donuk kredilerde kalması da bankaların çalışma sermayelerinin çok küçük olmasına yol aç ataktadır.

Konunun sektörde işgal ettiği yer sektörü müdahalelere açık bir konumda tutmaktadır. Dolayısı ile Türk bankacılık sektörünün rekabetçi bir piyasada çalıştığını söylemek güçtür. Kamu bankalarına, asal ve yönetsel farklılıklarından domayıverilen bir takım ayrıcalıklar ve yükümlülükler sektörde haksız rekabete yol açmaktadır (Dönmez, 2000, s.62-77). Tablo 2’den de görüleceği üzere Kamu bankaları Fon’daki bankalarla birlikte Toplam Aktiflerde sektörün 04 43’ünü, Toplam Mevduatın % 53’ünü, Toplam Kredilerin % 34 ‘ünü kontrol etmektedir. Bu durumda sektörün aşağı yukarı % 40’ının devletin elinde bulunduğunu söylememiz yanlış olmaz. Tabi böyle bir durumda bankacılık sektörünün gelişiminin önündeki en önemli engellerden bir tanesini oluşturmaktadır.

Tablo – 2: Grupların Sektör Payları (yüzde)

Toplam Aktifler

Toplam Mevduat

Toplam Krediler

1990

1999

2000

1990

1999

2000

1990

1999

2000

Ticaret Bankaları

91

95

96

100

100

100

88

90

91

Kamusal Sermayeli

45

95

34

49

40

40

45

28

27

Özel Sermayeli

46

49

47

49

46

44

40

55

54

Fon’daki Bankalar

-

6

9

-

11

13

-

4

7

Yabancı Sermayeli

3

5

5

2

3

3

3

3

3

Kalkınma ve Y. Bank

9

5

4

-

-

-

12

10

9

Sektör

100

100

100

100

100

100

100

100

100

*Kaynak: Bankalarımız 2000, TBB Yayınları No: 223.

Mali sistemin ekonomik fonksiyonu genellikle mali aracı kuruluşlar, özellikle para ve sermaye piyasaları aracılığıyla elinde fon kaynağı bulunduranlarla bu kaynağa gereksinimi olanlar arasında ekonominin daha iyi çalışması için bir köprü görevi yaparlar. İşte bu kurumlar arasında en önemlileri bankalardır. Çünkü bir taraftan ekonomide fon alımlarının büyük kısmı bankalar sisteminden geçerken diğer taraftan bankaların bir kısmı kendileri de fon üretebilir. Türk mali sistemi içinde büyük bir ağırlığa sahip olan bankaların rekabetçi veya işbirlikçi eksik rekabet içindeki yapısı gerek bankacılık sisteminin gerekse buna bağlı olarak reel sektörün etkinliğini düşürmektedir.[4]

4. TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜNDEKİ GELİŞMELER

4.1. Bankacılık Sektöründeki Temel Sorunlar

Türkiye’de fon akımlarının önemli bir bölümü bankacılık kesimi üzerinden yapılmaktadır. Son yıllarda banka dışı mali kurumların sayı ve büyüklüğü artma eğiliminde olmakla birlikte, bankacılık sektörü toplam mali sektör aktifleri içinde yüzde 75 civarında paya sahip bulunmaktadır. Banka dışı diğer mali kuruluşların önemli bir kısmının bankaların iştirakleri olduğu göz önüne alındığında mali sektörde bankaların ağırlığının daha da yüksek olduğu görülmektedir.

Türkiye’de bankacılık alanındaki yasal ve kurumsal düzenlemelerin değişen koşullara ve uluslararası standartlardaki gelişmelere uyumu konusunda da önemli adımlar atılmıştır. Bu çerçevede, Haziran 1999’da yürürlüğe giren 4389 sayılı Bankalar Kanunu önemli bir dönüm noktasını ifade etmektedir. bu kanun ile uluslararası uygulamalara paralel olarak bankacılık sektörünün düzenleme, gözetim ve denetimi idari ve mali özerkliğe sahip Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’na devredilmiştir. 19 Aralık 1999 tarihli 4491 sayılı yasa ile, bankalarla ilgili olarak kuruluştan tasfiyeye kadar olan süreçte alınması gereken kararların tamamı Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulunun yetkisine bırakılmış, BDDK’nın özerk statüsü sağlamlaştırılmıştır. Bankacılık sektörünün gözetim ve denetiminden sorumlu kamu birimleri Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu bünyesinde birleştirilerek Kurum 31 Ağustos 2000 tarihinden itibaren fiilen çalışmaya başlamıştır. Belirtilen Bankalar Kanunu ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunu ilerde ayrıntılı bir şekilde açıklayacağım. Ama önce bankacılık kesiminin genel bir görünümüne ve sorunlarına bakalım.

Bankacılık sektörünün mali aracılık fonksiyonunu etkin bir biçimde yerine getirememesinde aşağıda sıralanan faktörler etkili olmuştur.

4.1.1. Makroekonomik İstikrarsızlık

1990’lı yıllarda yaşanan yüksek ve değişken Enflâsyon, büyüme hızındaki dalgalanmalar ve sermaye hareketlerinin kırılgan yapısı geleceğe yönelik belirsizlikleri artırmak suretiyle ekonomik birimlerin kısa vadeli bir bakış açısıyla hareket etmelerine ve Türk Lirasına olan güveni zayıflatarak para ikamesinin hızlanmasına yol açmıştır. Bu sürecin bir sonucu olarak, günümüzde bankaların kaynaklarının vadesi önemli ölçüde kısalmış ve döviz cinsinden yükümlülüklerin toplam kaynaklar içindeki payı belirgin bir biçimde artmıştır.

4.1.2. Yüksek Kamu Kesimi Açıkları

Kamu kesimi açıklarındaki artış ve bu açıkların yüksek reel faizler ile yurtiçi piyasalardan finansmanı bankaların reel ekonomiye kaynak sağlamaktan uzaklaşarak kamu açıklarını finanse etmeye yönelmelerine yol açmıştır. Yüksek reel faizlerin ortaya çıkardığı arbitraj imkanı bankacılık kesiminin yurtdışından borçlanarak kamu açıklarını finanse etmelerini cazip hale getirmiş, bu durum bankacılık sektörünün döviz açık pozisyonlarının artması ile sonuçlanmıştır. Bu eğilim sonucunda, devlet iç borçlanma senetlerinin mevduat bankalarının toplam aktifleri içindeki payı 1990 yılında yüzde 10’dan son yıllarda yüzde 25 civarına çıkmıştır.

Kamu Bankaları görev zararlarının zamanında ödenmemesi, ekonomik etkinliğe ters düşen müdahaleler, asli fonksiyonların dışında verilen görevler ve yönetimdeki zayıflıklar sonucunda bu bankaların mali bünyeleri önemli ölçüde bozulmuştur. Kamu bankalarının finansman ihtiyaçlarını kısa vade ve yüksek maliyetle piyasadan karşılamaları bir yandan zararlarının gittikçe artmasına, diğer yandan da mali sektörde istikrarsızlık unsuru olmalarına yol açmıştır. Bu durum, piyasalarda faiz oranlarının yüksek seviyelerde seyretmesine neden olmuştur. Sonuç olarak, kamu bankaları bankacılık işlevini yerine getiremez hale gelmiş ve bu bankalar Türkiye’deki toplam mevduatın yüzde 40’ını toplarken krediler içindeki payları yüzde 25 civarında kalmıştır.

4.1.3. Risk Algılama ve Yönetiminin Zayıflaması

Yukarıda özetlenen gelişmeler sonucunda bankacılık sistemi likidite, faiz ve kur risklerine karşı kırılgan hale gelmesine rağmen, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısında kamu açıklarının finansmanını kolaylaştırmayı gözeten makroekonomik politikalar bankacılık sektörünün bu riskleri algılamasını ve yönetimini ikinci plana düşürmüştür. Mevduat sigorta sisteminden kaynaklanan ve sistemden çıkışa ilişkin sorunlar ile gözetim ve denetim kurumlarının idari ve mali özerkliğe sahip olmaması da risk yönetimindeki zayıflıklarda etkili olmuştur. [5]

5. BANKACILIK SEKTÖRÜ YENİDEN YAPILANDIRMA PROGRAMI

1980’li yıllardan itibaren serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte Türk mali sistemi yeniden yapılanma sürecine girmiş ve gerek kurumsal gerekse yasal altyapı yönünden mali piyasalarda serbestiyi öngören önemli reformlar gerçekleştirilmiştir. Reform sürecindeki olumlu gelişmeler bankacılık sektörünü de olumlu yönde etkilemiş, bankaların daha rekabetçi bir ortamda çalışmasına olanak sağlanmıştır.

Reformlar, bankacılık ürün ve hizmetlerinin çeşitlenmesine ve yenilenmesine, kurumsal altyapı gelişmelerinin hızlanmasına ve bankacılık sektörünün mali sistemdeki payının hızla artmasına yol açmıştır. Ne var ki bir yandan ekonomik yapıda devam eden mevcut sorunların mali sektör üzerinde artan baskısı diğer yandan uygulanan makroekonomik politikaların bankaların risk algılama ve yönetim yapılarını olumsuz yönde etkilemesi ve mevduat sigorta sisteminin bankacılık sektöründe yarattığı teres yönlü teşvikler piyasa disiplinini zayıflatmış ve banka gözetim ve denetiminde uluslararası bankacılık standartlarının etkin olarak uygulanamaması sektörde önemli yapısal sorunların birikmesine yol açmıştır.

2000 yılına girerken Enflâsyonun düşürülmesi ve ekonomik büyümeye geçilmesi yönünde bütçe disiplini ve yapısal reformlara dayalı bir ekonomik programı uygulanmaya başlanmıştır. Bu kapsamda ekonomik performansı etkileyen kararlara ek olarak, mali sistemin güçlendirilmesini hedef alan ve bankacılık sektörünü doğrudan ilgilendiren çok önemli kararlar alınmış ve düzenlemeler yapılmıştır.

Programa, mali sektör reformları çerçevesinde bankaların mali bünyelerinin ve bankacılık gözetim ve denetim sisteminin güçlendirilmesi konusunda önemli adımlar atılarak başlanmıştır. 1999 Haziran ayında Bankalar Kanunu’nda yapılan değişikliklerin ardından, Bankalar Kanunu’nda Aralık ayında ikinci kez önemli değişiklikler yapılmıştır. Yeni Kanun ve yapılan diğer düzenlemeler ile bankacılık mevzuatı uluslararası düzenlemelere, tavsiyelere ve özellikle Avrupa Birliği direktiflerine önemli ölçüde yaklaştırılmıştır. Bankaların denetiminde ve denetim sonuçlarının alınmasında etkinliğin arttırılmasına yönelik düzenlemeler yanında, risk yönetiminde uluslararası standartların yakalanması ve iç denetim sistemlerinin oluşturulmasına yönelik yeni düzenlemeler getirilmiştir.

Ne var ki mevcut yapısal sorunların bankacılık sektöründe fonlamada volatiliteyi artırması ve piyasa beklentilerine duyarlı hale getirmesi ile artan kırılganlık mali sistemde Kasım 2000 ve Şubat 2001 tarihlerinde ciddi krizlerin yaşanmasına neden olmuştur. Her iki krizden az önce açıkladığımız gibi, bankacılık sektörü önemli ölçüde etkilenmiş ve sistemin birikmiş mevcut sorunlarına çözüm bulunmasına yönelik arayışlarla Mayıs 2001’de Kanun’da tekrar değişiklik yapılmıştır. bankalar Kanunu’nun yanı sıra bankacılık faaliyetlerini düzenleyen bazı düzenlemeler de yeniden şekillendirilmiştir. Bankaların ve iştiraklerinin birleştirilmesini kolaylaştırmak üzere gerekli yasal düzenleme yapılmış ve kurumsal birleşme ve devirler için önemli vergi teşvikleri getirilmiştir.[6]

6. BANKACILIK SEKTÖRÜNDE YENİDEN YAPILANDIRMA PROGRAMI

Bankacılık sektörünün içine düştüğü kriz, sadece bankaların izlediği yanlış likidite yönetimine ya da banka sahiplerinin, bankaları kendi yararına kurdukları kredi sistemine (back to back loans) dayandırlamaz. Türkiye’de bankacılık sektörünün krizde öncü rolü oynamasının altında yatan nedenleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:

Ø İktisat politikalarındaki süreksizlik ve kısa vadeli çözüm arayışlarına yönelinmesi,

Ø Bankaların pasiflerinin yabancı para ağırlıklı olması,

Ø Kredi plasmanında yapılan hatalar,

Ø Devlet İçborçlanma Senetlerine dayalı bir likidite yönetimi,

Ø Son iki politika nedeniyle karşı karşıya kaldıkları, Bilânçoların aktif kalitesinin bozulması,

Ø Bankacılık sektörünün finansal serbestleşmeyi yanlış algılaması[7]

7. BANKACILIK SORUNU ve GETİRİLEN ÇÖZÜMLER

1990-1999 yılları arasında ekonomide oluşan temel sorunlardan bir tanesi de kamu bankalarının sağlıksız yapısıdır. Kamu bankalarının mali bünyelerinin bozulmasının ise; devlet tarafından verilen tarım kesimi ve küçük ve orta boy işletmelerin desteklenmesi görevi sonucunda oluşan zararların zamanında ödenmesi, yıllardır devam eden ve ekonomik etkinliğe ters düşen müdahalelerin yapılması, kamu bankalarının iyi yönetilememesi ve kamu bankalarına asli görevleri dışında görevler verilmesi gibi nedenleri vardır. Bu nedenlerden ötürü mali bünyesi bozulan bankalar finansman ihtiyaçlarını piyasadan kısa vade ve yüksek maliyetle karşılama yoluna gittiler ve zararları giderek arttı. Bunun sonucunda ise mali sektörde bir istikrarsızlık unsuru oldular ve piyasalarda faiz oranları yüksek boyutlara ulaştı.

Büyük ölçüde bankaların mali yapılarındaki bozukluktan kaynaklanan son kriz aslında bir değişim ve yenilenme dönemine girebilmemiz için uygun bir ortam sağlamıştır. Bu değişim ve yenilenme dönemi için hazırlanan program ise daha önce benzeri krizleri yaşayan ülkelerden ders alarak hazırlanmış ve de bu yüzden başarı umudu sağlayan bir programdır. Daha önce benzer krizleri yaşamış olan ülkelerde ise belirgin bir ortak özellik vardır ki o da programın en hızlı bankacılık sektöründen tepki almış olması çünkü bankacılık sektörü bir ekonominin temel taşı gibidir. Yani bankacılık sektörü çalışmazsa diğer sektörler de çalışmaz.

Bankacılık ve finans sektörü krizden dolayı büyük bir darbe yediğinden bankacılık ile ilgili yasal düzenlemeler büyük önem taşımaktadır. yapılan uygulamaların öncelikli amacı halen ayakta kalmayı başaran bankaları ekonomiye hizmet etmelerine yardımcı olacak bir düzen içinde denetlemek ve sahiplerinden de sermaye artırmalarına gitmelerini hem özendirmek hem de onlardan bunları istemektir.

Elbette ki bu yeniden yapılanma döneminde bankacılara düşen önemli görevler var. Bu bağlamda bankacıların başlıca görevleri bankacılık sistemine ve Türk Lirasına olan güvenin yeniden oluşmasını sağlayarak Türk Lirasının yabancı para karşısındaki değerinin yükselmesine yardımcı olmak, bankacılık mesleğinin tekrar saygınlığını kazanmasıyla birlikte Türk Lisesi tasarruflarını büyütmek ve bunları en etkin şekilde değerlendirmek, temel bankacılık ilke ve kurallarına uymak, riskleri doğru tespit etmek ve yönetmektir.

Krizle birlikte görüldü ki bankaların gecelik borçlanma pozisyonları tehlikeli boyutlarda ve reel sektör ile bankacılık sektörü arasında belirgin bir uyumsuzluk söz konusu. Bu yüzden bir bankacılık reformu yapılmalı ve bu reformla daha az ancak daha iyi bankaların oluşması sağlanmalı, bunun için de özel bankacılık desteklenmelidir.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK), Kasım ve Şubat krizlerinin ardından ortaya çıkan istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak, ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmak amacıyla Hükümet tarafından uygulamaya konulan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” çerçevesinde bankacılık sektöründe de yeniden yapılanmaya gidilmesi gerektiğine karar vererek, bu çerçevede bankacılık sektöründe mali ve operasyonel yeniden yapılanma ile gözetim ve denetim çerçevesini güçlendirici, sektörde etkinlik ve rekabet gücünü artırıcı yasal ve kurumsal düzenlemeleri içeren Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı hazırlandı.

Programın temel amaçları şu şekilde özetlenebilir:

Kamu bankalarını mali sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkarmak,

Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesindeki bankaların sorunlarını en kısa sürede çözüme kavuşturmak

Yaşanan krizlerden olumsuz yönde etkilenen özel bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşmalarını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirmek.

Bu programın mali ve operasyonel yeniden yapılandırma bölümünde kamu ve fondaki bankalar ile özel bankalarla ilgili politikalar da var. Programa göre, kamu bankalarında şu düzenlemelere gidilecek:

Mlerkez Bankası ile yapılanlar dışında gecelik yükümlülüklerin ortadan kaldırılması,

Merkez Bankası’na olan gecelik yükümlülüklerin sınırlandırılması.

Bu yükümlülüklerin geri ödenerek kamu bankalarının Bilânçolarının küçültülmesi

Görev zararlarının tamamen tasfiye edilmesi ve verilebilecek yeni görevler için bütçeye önceden ödenek konulması

Sermaye yapılarının güçlendirilmesi için ek kaynak aktarılması.

Kamu bankalarının ortak ve profesyonel yönetim kurulunca yönetilmesi

Emlak Bankası’nın tasfiye edilerek Ziraat Bankası’na devredilmesi

Vakıflar bankasının özelleştirilmesi

Verimsiz şubelerin kapatılması ve personel azatlımı için emekliliğin teşvik edilmesi

Ziraat ve Halk bankalarının 3 yıl içinde özelleştirilmeleri.

Bankacılık düzenleme ve Denetleme Kurulunun (BDDK) açıkladığı Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programına göre yapılan çalışmalar kapsamında fondaki bankalara yönelik tedbirler şu şekilde sıralanabilirler:

Fon bankalarının ortak yönetiminin sağlanması ve birleştirilmesi

Merkez Bankasıyla yapılanlar dışında gecelik yükümlülüklerin ortadan kaldırılması ve Merkez Bankası’na olan gecelik yükümlülüklerin sınırlandırılması

Bilânço yapısının düzeltilmesi ve sermayelerinin güçlendirilmesi

Şube personel sayısının rasyonalizasyonu

Mali ve mali olmayan iştiraklerin, araç ve taşınır malların satışı,

Kötü aktiflerin Fon bünyesindeki tahsilat dairesine devredilmesi

TMSF bünyesindeki bankaların alacaklarının tahsil kabiliyetinin arttırılması

2001 sonuna kadar Fon bankalarının satış ve tasfiye yolları ile çözümlenmesi.[8]


II. BÖLÜM

1. EKONOMİK KRİZ ORTAMI

Türkiye’de yıllardır süre gelen yüksek Enflâsyon ortamının ekonomide büyük oranda tahribat oluşturması söz konusudur. Talep Enflâsyonu karakteri taşıyan bu Enflâsyonun en önemli nedenleri ise para arzı artışları ve kamu kesimi açıklarıdır. Kamu kesimi açıkları aynı zamanda para arzı artışlarını da beraberinde getirmektedir. Kamunun açıkları nedeni ile oluşan fon talebi Enflâsyonun yüksek oranlara ulaşmasını ve reel faizlerin % 40 - 50’lere varması sonucunu ortaya çıkarmak tadır. Bu sorunlar nedeniyle reel kesim gelişememiş ve bankalar da büyük ölçüde devlete fon sağlayan kuruluşlar haline gelmişlerdir (Tunca, 2000, s.19- 20). Bu şartlar altında siyasi iktidar İMF ile 17. stand-by antlaşmasını imzalayarak istikrar programını devreye sokulmuştur.

Enflâsyonu düşürmeyi amaçlayan istikrar programının ana dayanak noktası ve yumuşak karnını kur politikası oluşturmaktaydı. Açıklanan kur politikası ile TCMB geleceğin belirsizliğini azaltmayı, ekonomideki yüksek Enflâsyon beklentisini kırmayı, yabancı yatırımcılar açısından risk priminin döviz kurunun belirsizliğinden kaynaklanan bölümünü ortadan kaldırmayı amaçlamaktaydı. Bunun sonucunda ülkeye sermaye girişinin artması, reel faizlerin düşmesi, bu geliş melerin üretim maliyetini düşürerek, bu açıdan da Enflâsyon üzerinde olumlu bir katkı yapması beklenmekteydi (Akgüç, 2001, s.26-27). Bu hedeflerle ülkeye ‘sermaye girişi hızlanacak ve Türkiye için en önemli konulardan bir tanesi olan büyüme hızlandırılacak yani refah arttırılacaktı.

Ekonomi politikasını yönetenlerin dış dengeye ilişkin şu hedefleri olabilir.

a) Döviz kurunu kontrol etmek

b) Sermaye hareketlerini kontrol etmek

c) İç dengelerin gerektirdiği bağımsız bir para politikası izlemek

Açık ekonomi makro iktisadi, bu üç amaçtan sadece ikisinin bir arada bulunabileceğini ortaya koymaktadır. Buna imkansız üçlü veya trilemma adı verilmektedir (Tuncer N., 2001, s.42-51).

Burada ikinci şıkkı oluşturan sermaye hareketlerinde kontrol, az gelişmiş ülkeler için çok fazla yapılabilirliği mümkün olmayan bir durumdur. Çünkü bu ülkeler yetersiz iç sermaye birikimi nedeniyle belirli bir büyüme hedefini gerçekleştirmek için her zaman dışarıdan sermaye girişine ihtiyaç duymaktadır. Bu durumda spekülatif sermayenin ülkeye çekilmesi ise yüksek getirilerin olduğu bir ortamda gerçekleşmektedir. Bütün bu olaylar zinciri ülkelerin dış borç stoklarının günden güne artmasına ve içinden çıkılamaz bir hal almasına neden olmaktadır.

Türkiye’de de dışarıdan gelen spekülatif sermaye aynı şekilde yüksek reel faiz ve borsa spekülasyonlarından kaynaklanan yüksek kazanç (IMKB)’nin 1999 yılı sonunda birden çok yüksek oranlarda artışı) nedeniyle gelmiş ve getirdiğinden çok götürmüştür. Örneğin 1989-1999 yılları arasında Türkiye’nin birikimli cari açıklan sadece 14 milyar dolar civarında iken ülkenin dış borçları 60 milyar dolar artmıştır (Boratav, 2001, s.7-17). Bu durum Türkiye’nin günden güne soyulduğunu göstermektedir. Fakat yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı sermaye hareketlerine her hangi bir kısıt lama getirilememektedir.

Türkiye’nin döviz çapası ile ülke parasını sabitlemesi noktasında trilemma adı verilen bu amaçlardan sadece ikisi kontrol edilebileceğinden para politikasını serbest bırakmak zorunda kalmışlardır. Para politikasının döviz girişine endekslenerek otomatiğe bağlanması çeşitli yönleriyle sakıncalı olmuştur. Zaten para arzı belirsizliği üreticiler için düşük kapasiteli üretim sebebidir. Düşük kapasite kullanımı sonuç olarak düşük girdi kullanımı demektir (Eden, 1994, s.493-509). Yani ekonomideki bütün kesimlerin daha az üretmesi beraberinde gelmektedir. Uygulanan ekonomi politikasıyla Türkiye’ de para politikası esnekliğini kaybetmiş ve ekonomi likidite krizine karşı çaresiz kalmıştır. Bu aşırı değerlenmiş kur nedeniyle yurt dışından sağlanan krediler cari açığın finansmanına gitmiş ve piyasaya likidite girişinin sınırlı kalmasıyla, faizler tekrar yükselmeye başlamıştır (Paya, 2001, s.14-15).

Döviz kuru politikasında pratik amaç reel kur oranının uzun dönemde paralel pazarların yükselme oranının üzerinde olmasını ve reel olarak değerlenmesini engellemektir (Rodrik, 1992, s.87-105). Döviz kuru temelli Enflâsyonla mücadele…[9]

2. FİNANSAL KRİZ

2.1. Finansal Krizin Tanımı

Kriz kelimesi genel anlamda olumsuz durumları, ani gelişmeleri, geleceği görmenin tam olarak şekillenemediği durumlar için kullanılmaktadır.Krizin ortaya çıktığı yapıların hepsinde organizasyonlar daha önce karşılaşmadıkları bir değişim sürecinden geçmektedirler. Bununla beraber kriz süreci genel anlamda daha önceki işleyişi tehdit eder bir tarzda olmaktadır.Kriz Yunanca da “Krisis” kavramından gelmektedir. Buradaki anlamıyla kriz bir durumdan başka bir duruma geçerken ortaya çıkan kararsızlık anın ifade eder.Buradan şu sonuca varabiliriz kriz içinde olan şey eskisi gibi olamaz. Yönü ve oluşumu belli değildir.Kriz kelimesi için” Bir işin bir olayın geçirdiği karışık safha içinden çıkılması zor bir durum birden bire meydana gelen kötüye gidiş tanımları kullanılabilir. Başka bir sözlükte ise krizin şu tip bir tanımına rastlanmaktadır. “Kriz daha iyiye veya daha kötüye giden bir dönüm noktası; kati kararların verilmesi gereken kritik zamandır.Krizi rutin durumlardan ayırt eden en önemli özellik acil cevap verme mecburiyetidir. Hem cevap vermek hem de çabuk hareket etmek zorunludur. Bu açıdan kriz durumu “çabuk acele uyum sağlamayı gerektiren değişiklikler” olarak tanımlanır .Öncelikle şu belirtilmelidir ki kriz tanımımın zor yapıldığı bir bilim dalı işletmedir, çünkü işletme biliminde kriz bütünsel bir yapı arz eder yani diğer bilim dallarında olduğu gibi krizin tek taraflı yapılan tanımı söz konusu olmaz.Kriz konusunda yapılmış çalışmalar incelendiğinde görülecektir ki krizin belli bir tanımının yapılması gerçekten güçtür .Fakat bunun yanında genel bir kriz tanımlaması yapılacak olursa “Kriz kendini besleyen kısırdöngü denebilecek olağan dışı bir durumdur .Bu döngüyü bireylerde oluşturabilir sistemin kendiside Krizin büyüklüğü sistemlerin karmaşıklığıyla doğru orantılıdır.” Hoosang Kuklan göre kriz ise Organizasyonun temel amaçlarını tehdit eden ve kimi zaman yok olmasına sebep olan ve acil müdahale gerektiren gerilim durum olarak tanımlamaktadır. Başka bir tanımlama da Janet Wolhberg tarafından yapılmıştır. Wolhberg tanımında kriz. Örgütsel bir problemin etki alanın hızlı bir şekilde en yüksek noktaya ulaşmasıdır. Kriz, büyük bir rahatsızlık olarak aniden ortaya çıkar ve işletme üst yönetimi ile bölüm yöneticilerinin bütün dikkatini bu konuya vermesini zorunlu kılar.

2.2. Finansal Krizin Nedenleri

(Bugünkü finansal krizin ortaya çıkış nedenlerini üç başlık altında toparlamak mümkün: (a) Borç alanların kusurları, (b) Yatırımcıların kusurları, (c) Diğer nedenler.

2.2.1. Borçlanma kusurları

Mali sektörün zayıflığı

Kriz sonrasında yapılan değerlendirmeler fınansal krize giren ülkelerde:

Yeteri kadar ciddi bir mali sektör gözetim ve denetim mekanizmasının bulunmadığını, Mali sektöre ilişkin erken uyarı mekanizmalarının işlemesini engelleyecek eksiklikler olduğunu, Mali sektöre ilişkin kuralların ciddi olarak uygulanmadığını, Mali sektörün gereği kadar şeffaf olmadığını, ortaya koymuş bulunuyor.

Yanlış peg uygulamaları

Kore, Tayland ve Endonezya kendi paralarını asıl olarak ticari ve mali ilişkide bulundukları Japon yeni yerine dolara peg etmişlerdir.

Kore 1996’da peg uygulamasını kaldırdıysa da finansal sorunların birikimini gideremedi. Dış denge bozulmaları

Asya ülkelerinde 1 995’den itibaren dışticaret açıklan büyümeye başlamıştır. Yine aynı dönemde bu ülkelerde cari açık büyümeye yönelmiştir. Kısa vadeli dış borçların hızla büyümesi

Asya ülkelerinin özel kesim kuruluşlarının ve o arada bankalarının kısa vadeli dış borçlarında büyük artışlar ortaya çıktı.

Bu artışlar hem dış borçlar içindeki paylarda hem de GSMH içindeki paylarda oluştu.

2.2.2. Yatırımcıların kusurları

Vade uyumsuzlukları (mismatching) ve marjinalleşme eğilimi

Asya ülkelerinde kısa vadeli borçlarla uzun vadede getiri sağlayacak yatırımlar finanse edilmiştir. Borç verenler bu yaklaşımın bir mismatching yaratacağını ve riski büyüttüğünü görmeliydiler. Başlangıçta karlı alanlara kanalize olan yabancı sermaye, bu alanlar daraldıkça daha az karlı alanlara giderek riskin büyümesine neden olmuştur.

Bölgesel etki ve sürü güdüsü

Bölge ülkelerinin izledikleri politikalar, birbirleriyle ve Japonya ile olan yakın ilişkileri bütün bu ülkelerin yabancı yatırımcılar tarafından aynı pota içinde kabul edilmesine yol açtı. Dolayısıyla yabancı yatırımcılar, aynı bölgede yer alan ve ekonomik gücü, piyasa kuralları daha zayıf olan ülkelere portföy yatırımları ve doğrudan yatırımlarda aceleci davranışlar içine girip riski büyüttüler.

Genellikle bir piyasaya giriş ve çıkışlar yatırımcılar açısından suru güdüsü çerçevesinde gerçekleşir. Girişteki sürü güdüsü etkisi daha yavaş, çıkıştaki etki ise çok daha hızlı olur. Asya ülkeleri açısından da böyle olmuştur. Bölgesel etkiyle birleşen sürü güdüsü, portföy yatırımcılarını, bu ülkeleri aynı anda hızla terk etmeye yöneltmiş bu da krizin boyutunu daha da büyütmüştür.

Yabancı yatırımcıların bu şekildeki eksik inceleme ve değerlendirmeleri ve para kazanmadaki aceleciliği sonuçta önemli ölçülerde para kaybetmelerine yol açmıştır.

2.2.3. Diğer Nedenler

IMF kaynaklarının kuruması

Rusya’nın durumu aslında Asya ülkelerinden tümüyle farklı. Rusya’da Asya ülkelerindeki bütün olumsuzlukların var olduğu bilinen bir gerçekti. Dolayısıyla kriz sonrasında ortaya çıkmış olan hiç bir gelişme aslında bir sürpriz oluşturmamaktadır. Rusya’nın bugünkü kriz ortamına girmesinin ardındaki temel neden IMF’nin kaynak yetersizliği içine girmesi sonucu Rusya’ya olan desteğini askıya almış olmasıdır. IMF bu kararını açıkladığı anda Rusya krize girdi. Zira Rusya’ya giden herkes, parasal yatırımlarının günün birinde IMF tarafından kurtarılacağını düşünerek gitmiştir. Aksi anlaşılınca herkes bu piyasadan kaçmaya yöneldi. IMF yetersiz miydi?

Krizin büyümesiyle birlikte IMF eleştirilerinin dozu da yükselmeye başlamıştır. Bu eleştirilerin bir bölümü doğrudur. IMF’nin, ülkelere yaptığı önerilerin yanlışlığından çok yatırımcıların yanılmasında oynadığı dolaylı rolün eleştirilmesinin daha haklı bir yaklaşım olduğu kanısındayım. Çünkü IMF’nin önerileri zorlayıcı değildir. Ancak çok zor durumda olan ve IMF’nin maddi desteği olmaksızın ayakta duramayacak olan ülkelere karşı bir yaptırım gücü vardır. Buna karşılık IMF’nin, önerilerini uy ülkeleri bütün dünyaya çok daha etkin yollarla ilan etmesi gerekirdi. Nitekim bu yolda yeni düzenlemeler yapılmıştır.

2.3. Krizin Bugünkü Görünümü

Finansal krizin bugün ulaştığı görünüm piyasalara duyulan güvensizlik ortamından kaynaklanan ihtiyat güdüsüne dayalı likidite talebinin ulaştığı yaygınlık nedeniyle bütün ülkeleri etkilemeye yönelmiş olması şeklindedir. Uluslararası borç verilebilir fonlar piyasası söz konusu likidite talebi nedeniyle büyük ölçüde kurumuştur. Krizin bugün aldığı görünüm olumlu ve olumsuz beklentilerin yan yana olduğu bir durumu ifade etmektedir. Ancak şunu da belirtelim ki bugünkü durumda olumlu beklenti sahiplerinin sayısı olumsuz beklenti sahiplerine göre her geçen gün artmaktadır. Bu havayı yansıtabilmek için bazı konular üzerinde durmak istiyoruz:

Çeşitli ülkelerde % 10 - 20 arasında dolar getirisi sağlayan uluslararası sermayenin getirisi % 4- 5lere düşmüştür. Yüksek getiri ve karlılıklara alışmış bulunan uluslararası sermayenin uzun süre bu kaybı göze alması kolay değildir. Bu nedenle havanın pozitife dönmesiyle birlikte uluslararası sermayenin, kriz öncesindeki miktarlar ve faizlerle olmasa bile yavaş yavaş gelişen pazarlara dönmesi beklenmektedir.

Finansal krizin bütün dünyaya yayılması ve global bir çöküntüye yol açması şeklindeki kötümser beklenti gerçekleşmemiştir. Bütün dünyada bir daralma ortaya çıkacağı beklenmekte ancak bunun 1929 benzeri bir çöküntü yaratacağına inananların sayısı azalmaktadır. Rasyonel bekleyişler teorisinin bize öğrettiği en önemli tesbit “beklenti ne yönde ise gerçekleşme o yönde çıkar” tezidir. Bu tez bu kriz sürecinde “olumsuz beklentilerin olumsuz gerçekleşme yaratması şeklinde” bir kez daha doğrulanmış görünüyor. Önümüzdeki günlerde bir daha doğrulanıp doğrulanmayacağını göreceğiz. Çünkü şimdi beklentiler iyimserliğe doğru dönmüş bulunuyor. İMF kotalarının arttırılması için ABD Kongresi engelinin aşılmış olması olumsuz beklentilerin olumlu bir havaya girmesine oldukça yardımcı olmuş gibi görünüyor. IMF, bu kota artırımıyla elde edeceği ilave 92 milyar dolarlık kotayı krize karşı kullanabilecek konuma gelmiş bulunuyor. Bu gelişme “itfaiye aracının suyunun hiç değilse deponun yarısına kadar doldurulduğu anlamını” taşıyor. Kota arttırımı öncesinde IMF, su deposu boş bir itfaiye aracı konumundaydı ve sadece siren çalarak dolaşıyordu.

Bununla birlikte Brezilya için hazırlanan 41.5 milyar dolarlık destek paketine karşın Brezilya’nın yeterli önlemleri almakta gecikmesi, Rusya’nın durumunun henüz netlik kazanmamış olması, Japonya’nın Asya ülkelerine yönelik destek hazırlıklarının henüz sonuçlanmaması ve

Mevcut şekliyle finansal krizin dünya ekonomik büyümesini yarı yarıya düşüreceği, dünya ticaret hacmi büyüme oranını % 40 oranında yavaşlatacağı, dünya genelinde işsizlik oranını bir kaç puan yükselteceği genel kabul görüyor. Aslında böyle bir şişkinlik aşamasında ortaya çıkan bu krizin bir düzeltmeye neden olarak dünya kapitalizminin yaşaması için katkı yaptığını ileri sürenler de az değil.

2.4. Sistemik Risk ve Sistemik Kriz

Sistemik risk finansal piyasaların en üretken yatırım fırsatlarına uyumlu para aktarmalarını sağlayan bilgi girdisinin bozulmasına neden olan beklenmeyen ve istenmeyen bir olayın meydana gelme olasılığıdır.

Diğer bir tanıma göre sistemik risk kredi piyasasında finansal aracıların iflâsı tehlikesine kadar uzanan ve sözkonusu durumun yayılarak finansal sistemin sermaye tahsisi kapasitesini kesintiye uğratabilecek boyutta olan ve fiyatlarda ani değişmeler yaratan finansal piyasalardaki bozulmaları içermektedir. Örneğin piyasa genelilndeki mevduat sahiplerinin panikle çok sayıda bankaya mevduatlarını çekmek üzere tahaccüm etmesi durumunda ortaya çıkabilir.

Sistemik risk dolayısıyla Sistemik krize yol açmaktadır. Sistemik kriz: finansal sistemin varlık değerlemesi, kredi tahsisi ve ödemeler gibi önemli fonksiyonlarına sekte vuran bir şok olarak tanımlanabilir. Sistemik Kriz aynı zamanda sistemin çalışmasını olumsuz olarak etkiler, bozar ve son aşamada da sistemde bir çöküşe neden olabilir.[10]

3. FİNANSAL KRİZ TÜRLERİ VE KRİZ MODELLERİ

Ağustos 1982’de Meksika’nın dış borç ödemelerini durdurmasıyla başlayan ve kısa sürede diğer Latin Amerika ülkelerini de içine alan dış borç krizi, dünya ölçeğinde uzun süredir yaşanmayan büyüklükte ve önemde ilk kriz niteliğindedir. Latin Amerikan dış borç krizinin nedenleri, tutarsız iç ekonomik politikalar ve negatif dışsal şoklar olarak özetlenebilir. Dış ticaret hadlerinde ortaya çıkan aleyhte gelişmeler, dünya genelinde yükselen faiz oranları, dünya mal üretim artışında görülen yavaşlama gibi uluslararası ekonomik ortamdan kaynaklanan şokların yanı sıra, ulusal ekonomilerdeki yüksek bütçe ve ödemeler Bilânçosu açıkları, 1982 dış borç krizinin önemli iç ve dış nedenleri olarak ortaya konmuştur. 1990’lı yıllar ise dünyanın çeşitli bölgelerinde oldukça güçlü etkileri olan finansal krizlerin ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Bölgesel olmaktan da öte global etkilere yol açan bu krizler, 1923-93 yıllarında Avrupa Döviz Kuru Mekanizmasında (LRM) ortaya çıkan para krizi, Latin Amerika’da 1994-95 yıllarında ortaya çıkan Tekila krizi ve 1997 yılında Tayland’dan başlayarak yayılan Güneydoğu Asya Krizi’dir. 1990’larda yaşanan bu krizler, birçok ortak özellik taşımakla birlikte ülkelere ve bölgelere özgü özelliklere de sahiptir.

3.1. Kriz Türleri

Para, bankacılık ya da ödemeler dengesi gibi finansal sistemin alt sektörlerinin herhangi birinde yaşanan krizler, zaman zaman diğer alanlara sıçramadan kontrol altına alınabilmekte, diğer sektörlere etkileri sınırlı olabilmektedir. Bu durumda finansal sistemin tümünü kapsayan bir terim olarak “finansal kriz” daha geniş bir anlam kazanmaktadır. Dolayısı ilefinansal kriz, yaşanan sorunlardan tüm alt sektörlerin etkilenmesini içeren bir anlamasahip olmaktadır. Bu tanımdan hareket edilirse, etkilerinin etkilerinin sınırlı olması n büyük bir sorun doğurmayan ERM krizi, bir para krizi olarak kalmaktadır. Meksika ve Güneydoğu Asya krizlerini ise finans .nen alt sektörlerinde ağır sonuçlara yoi açması iz olarak değerlendirmek mümkün olmaktadır.

3.1.1. Para Krizleri

Son yıllarda en çok konuşulan kriz türü para krizi (currency crisis) dir. Para krizi genellikle spekü1latif amaçlı hareketler sonucunda ülke parasının kısa bir zaman aralığında önemli oranda değer kaybetmesi ile sonuçlanan krizdir. Ulusal paranın değer kaybetmesi söz konusu olmasa bile uluslararası rezervler önemli ölçüde harcanarak, faiz oranları hızla yükseltilerek. ulusal paralar .aşırı değer kaybından korunmaya çalışılır. Para krizi tanımı sadece sabit döviz kuru sisteminin geçerli olduğu ülke paralarına yönelik saldırıları değil, ulusal paranın, belirli bir bandın dışında daha büyük boyutlarda değer kaybına yol açan spekfllatif4saldırıları da kapsamaktadır. Para krizinin en önemli göstergeleri döviz kurunda ani hareketler ve sermaye hareketlerinde ani yön değiştirmelerdir.

Ülke parasının değer kaybetmesinin çeşitli nedenleri olabilir. Uluslararası rezerv kaybı, ödemeler Bilânçosunda sorunlar yaşanması, merkez bankası tarafından yaratılan iç kredi genişlemesinin sabitlenmiş döviz kuru ile tutarlı olmaması gibi nedenler bunların arasındadır. Merkez bankasının yarattığı iç kredi genişlemesi, genellikle bütçe açıklarının para basılarak finanse edilmesi yönünde bir politika güdülmesinden kaynaklanır.

Her şeye rağmen. para krizleri sadece sabit kur rejimine özgü bir olgu değildir. Esnek döviz kuru rejimine sahip bir ülkede cari işlemler fazlası verilmiş olsa bile,döviz kurunda ani ve önemli sıçramalar gündeme gelebilmektedir. Bir ekonomide kısa dönem döviz cinsinden borç. sahip olunan kısa dönem döviz fazla olabilir. Böyle bir ekonomi, gelecekte elde edeceği ihracat gelirleri ile borçlarını deme kapasitesine sahip 4olsa bile, mevcut durumda borç servisi yapabilecek uluslararası rezerve sahip olmayabilir. Dolayısı ile ulusal paranın değerinde ciddi değişmeler ortaya çıkabilmektedir.

Bütün bunların dışında domino etkisi nedeniyle de bir ülkede para krizi ortaya çıkabilir. Bunun en önde gelen nedeni ülkeler arasındaki bağlar ve ilişkilerdir. Herhangi bir ülkedeki para krizi, diğer bir ülkedeki ekonomiyi yapısal olarak olumsuz etkileyebilmektedir. Doğu Asya ülkelerinin spekülatif saldırılara maruz kalmalarının bir nedeni dünya pazarlarına benzer ürünleri ihraç etmeleridir. Dolayısı ile bölgede öncelikle bir ekonomide görülen ulusal paranın büyük oranda değer kaybı, diğer bölge ekonomilerinin ihracatları üzerinde baskı unsuru oluşturmuş ve zamanla bu ekonomileri de krize sürüklemiştir. Ayrıca ülkelerarası ticari bağımlılıklar düşünüldüğü kadar güçlü olmasa bile, yatırımcıların portföy stratejilerinden kaynaklanan “bulaşıcı etki”, ulusal para üzerinde bir baskı yaratabilmektedir. Ülkede yeterli rezerv mevcut değilse paranın değer kaybı önlenemeyecektir.

3.1.2. Bankacılık Krizleri

Bankacılık krizi (banking crisis) bir diğer kriz türüdür. Bankacılık sektörünün sorunları. .hem de bütünleşmenin arttığı uluslararası piyasalarda yayılma etkisi doğurduğundan özel bir ilgi gerektirmektedir. Çünkü bankacılık sisteminin yaşadığı güçlüklerin yarattığı negatif etkiler, bankacılık dışı sektörlere kıyasla daha’ ciddi sonuç doğurmaktadır. Bankacılık krizlerinin kökenleri arasında. makroekonomik dalgalanmalar. banka pasiflerinin vade ve nakit uyumsuzlukları taşıması, yoğun hükümet müdahaleleri sonucunda kredilendirme faaliyetlerinde kontrolü yitirmek gibi faktörler sayılabilmektedir. Kredilendirilen firmaların batışı veya aktif kalitesinde kötüleşene de bankacılık krizini başlatabilmektedir.

Bu iki kriz türüne. yabancı sermaye akımlarının bileşiminin genellikle kısa vadeli sermaye lehine bozulmasıyla, bir ülkenin kamu veya özel dış borçlarını ödeyemez duruma gelmesi sonucu oluşan dış borç krizlerini. kredi verenler arasında eşgüdüm başarısızlıklarını ön plana çıkaran dizensiz işleyiş (disorderly workout) krizlerini ve alınmış olan garantilerden dolayı kaynakların aşırı risk içeren alanlara aktarılmasıyla oluşan asimetrik bilgi teorileri kapsamında “tersine seçim ve ahlaki tehlike” krizlerini de eklemek mümkündür.

Farklı nedenlerden kaynaklansa da, finansal krizler bazı ortak noktalar içermekte ve çeşitli türleri bir arada görülebilmektedir. Güneydoğu Asya krizinde ve Meksika’da olduğu gibi para. banka ve dış borç krizleri bir arada ortaya çıkmıştır. Sürdürülemez ekonomik dengesizliklerin artması ile yaşanan krizler, bu dengesizliklerin daha da artması, ülke parasına ve bankacılık sistemine olan güvenin yok olması ve ülkeye dış kaynak girişinin azalması sonucunu vermektedir.

Gelişmekte olan piyasalarda ortaya çıkan krizlerde dış etkenlerin de önemli rolleri bulunmaktadır. Bunların en önemlileri dış ticaret hadleri ile dünya faiz oranlarındaki değişmelerdir. Örneğin Güneydoğu Asya krizinde, yarı iletken fiyatlarındaki ani düşüşler, yerli firmaların borç ödeme kapasitelerinin azalmasına neden olmuş, bu da bu firmaları kredilendiren bankaların aktif kalitesinde bozulmaya yol açmıştır.

3.2. Finansal Kriz Modelleri

3.2.1. Birinci Nesil Kriz Modelleri

Bu modeller, petrol ve enerji fiyatlarının olağanüstü artmaya başladığı 1973 yılında başlayan. 1982 Meksika moratoryumu ile tetiklenen ve genellikle Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan dış borç ve ödemeler dengesi krizlerini açıklamak için geliştirilmiştir. Krizlerin nedenleri arasında. döviz kuru dengesizliği. bütçe açığı ve ödemeler dengesi gibi temel ekonomik etkenler esas alınmaktadır. Bu modellerdeki ana tez, hükümetlerin bütçe açıklarını kapatmak için kullandıkları açık finansman yolunun ve genişletici makroekonomik politikaların. sabit döviz kuru politikasının sürdürülebilmesi olanağını ortadan kaldırmasıdır. Hükümetler ayrıca, zayıf bankacılık kesimine kaynak sağlamakta ve mali açıkların finansmanı nedeniyle parasal genişlemeler, iç kredi hacmini sürekli büyütmektedir. Bozulan faiz oranı - parite koşulu nedeniyle de ülkeden sermaye çıkışları yaşanmakta ve uluslararası rezervler erimektedir. Rezervlerin, spekülatif saldırıların başlayacağı bir düzeye inmesi ile birlikte sabit döviz kurunu sürdürmek olanaksız hale gelmektedir.

Birinci nesil kriz modellerinin genelde kabul edilen eksikliği, bazı manevralara izin verse de, hükümet politikalarının mekanik bir biçimde tanımlanmasıdır. Politika uygulayıcılarına, piyasaların beklentilerinden alınan ipuçlarıyla. spekülatif saldırıları bertaraf etmek için yeterince şans tanınmamaktadır.

3.2.2. İkinci Nesil Kriz Modelleri

Birinci nesil modellerde. hükümetlerin sürdürülemez ekonomi politikaları ve yapısal dengesizlik gibi temel makroekonomik (dışsal) nedenlere bağlanan çeşitli türdeki krizler, ekonomik grupların birbirleri ile etkileşimlerini ve ekonomide son derece önemli hak gelen beklenti ve davranışları dikkate almayan bir biçimde modellenmiştir. Bu nedenle de, özellikle kronikleşen cari işlemler dengesizliği ile tetiklenen borç birikimi ve sonrası gelen para ve borç krizleri büyük ölçüde kolayca öngörülebilir niteliktedir.

İkinci nesil modeller olarak adlandırılan kriz modellerinde beklenen ve gerçekleşen ekonomik büyüklükler arasında ortaya çıkan farklar ve etkileşim, temel sorun olarak algılanmakladır. İkinci nesil modellerdeki bu temel anlayış. birinci nesil modellerde ortaya konan yapısal ve sürdürülemez ekonomik politikalardan kaynaklanan kriz nedenleri ile bağdaştırılmaya çalışılmaktadır. Örneğin, ikinci nesil modellere göre. makroekonomik göstergeler ışığında devalüasyon beklentileri ortaya çıkmış ise, beklentilerde ortaya çıkan böyle bir kayma. mevcut sabitlenmiş döviz kurunu sürdürebilmenin maliyetlerini artırmakta ve bir süre sonra devalüasyona yol açmakta veya devalüasyonu zorunlu hale getirmektedir.

Genel1ikle, birden fazla dengenin olabileceğine dikkat çeken ikinci nesil modellerde, hükümetlerin kur politikasını değiştirmeleri, yurtiçi piyasalarda baskı yaratıcı reel bazı dinamiklerin ortaya çıkıp çıkmamasına bağlıdır. Büyük miktarlara ulaşan ve sabit kur ile bağlantılı olduğu düşünülen iç borçlanma bu reel dinamiklerden en önemlisidir. Bir diğeri ise katı, esnek olmayan ücret yapısına bağlı olarak yaşanan yüksek oranlı işsizliktir. Bunlarla karşı karşıya olan hükümetlerde. piyasa aktiflerinin güveni, iktisadi rejimin sürdürülebilmesinde hayati bir önem taşımaktadır. Güvensizlik sonucu tahvil faizlerinin yükseltilmesi ya da yüksek oranlı ücret artışları talep edilmesi, sistemin maliyetlerinin daha da artması sonucunu vermekte, bu da sabit kut uygulamasından vazgeçilmesi sürecini beklentiler yoluyla hızlandırmaktadır.

Rasyonel davranan piyasa aktörleri ile hükümet arasındaki etkileşim biçimi ikinci nesil kriz modellerinde özellikle vurgu yapılan bir konudur. Buna göre piyasada oluşan spekülatif beklentiler hükümetin davranışına bağlı iken aynı şekilde hükümet de bu beklentilerden etkilenmekte, tavrını bunlara göre değiştirebilmektedir. Bu dinamik etkileşim, reel bazı baskılar süz konusu olsa da, ekonomik temeller bazında normal şartlarda belki de gerçekleşmeyebilecek bu krizi, piyasa aktörlerinin beklentileri nedeniyle kaçınılmaz olarak yaşayacaktır. Modele göre piyasada oluşan devalüasyon beklentileri faizleri artırmakta, bu da hükümetin tercih edilebilir bir düzenleme yapabilme gücünü zayıflatmaktadır. Eklemek gerekir ki, hükümetin stratejik müdahaleleri de krizin olasılığını ya da şiddetini değiştirebilmektedir. Dolayısı ile piyasa aktörlerinin davranışlarının da modeller alınması önem kazanmaktadır. Ohsfeld (1994), bu tür modellemelere geçişte öncü çalışmalardan biridir.

İkinci nesil modellerde krizlerin açıklanmasında ortak bir teorik çerçeve bıılunınaıı1 BU konudaki çalışmalar, genellikle birden fazla dengenin ve bazen de üçüncü nesil krizler olarak da adlandırılan kendi kendini besleyen spekülatif saldırıların özelliklerini açıklamakta. ya da bulaşma etkisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yukarıda açıklanan, devalüasyon beklentileri ve hükümetin borç kompozisyonunu temel alarak kuruları modellerin dışında, işsizlik - istihdam, sendikalar ve ücretler ya da ahlaki tehlike ve tersine seçim gibi nedenlerden hareket edilerek kurulmuş asimetrik bilgi modelleri de mevcuttur.

Bu çeşitliliğe rağmen, bu modellerin genel kabul gören iki özelliği, hükümetin fayda fonksiyonu maksimize eden bir birim olduğu ve ekonomide birden fazla denge durumunun olanaklı olduğudur.

İkinci nesil modellerin tartışmalı konuları arasında sayılan, kendi kendini besleyen kriz modellerine göre, ekonomik temellerde herhangi bir kötüleşme olmayabilir. Hatta olumlu gelişmeler bile söz konusu olabilir. Ama en azından bu trendi tersine çevirecek bazı politika değişiklikleri ihtimali vardır. Diğer bir deyişle, hükümetin, spekülatif bir saldırıyla karşı karşıya kalması durumunda, sabit kur politikasını sürdüremeyeceği şüphesi güçlenmeye başlamıştır.

Piyasa beklentilerinde değişiklikler yaratan bu etkenler herhangi bir ekonomiyi spekülatif bir saldırıyla karşı karşıya bırakabilecektir. Böyle bir durumda ortaya çıkacak kriz, o ülkedeki pozisyonlarını bir an önce kapatma kaygısıyla hareket eden uluslararası yatırımcıların da kaçışıyla büyüyecek, kendi kendini besleyen bir sürece girilecektir. Krizin kesin kaynağı, bireysel ve kurumsal tüm yatırımcıların paralarını yurt dışına çıkarmaları yönündeki beklentinin güçlenmesidir. Sonuçta bu beklenti, piyasa yönlü olmayan politik tercihlerle de birleşince kendi kendini besleyecek; ekonomiler, iktisadi temeller8i olmayan bir krizle yüz yüze gelebileceklerdir.

Ekonomik temelleri sürekli kötüye giden ülkenin eninde sonunda krize yakalanması kaçınılmazdır. Buna rağmen iktisadi temellerin büyük ölçüde sağlam olduğu bir ekonomide dahi, bu tür bir krize yol açan spekülatif saldırılar olabilir.

Hem birinci nesil hem de ikinci nesil kriz modellerinin ilk versiyonları, para piyasalarında varolan bilginin en iyi şekilde değerlendirildiği varsayımına dayanmaktadır. Kendi kendini besleyen kriz modellerine göre ise, piyasaların bu şekilde davrandıkları yönünde yeterli bilgi mevcut değildir. para piyasalarını etkin bir şekilde davranmaktan alıkoyan etkenlerin başında toplum psikolojisi gelmektedir. Buna göre değerli bir varlığın elden çıkarılmasının ana nedeni, fiyatının daha da düşeceği şeklinde piyasada var olan yaygın kanaattir. Para krizleri açısından bakıldığında, hangi nedenden kaynaklanmış olursa olsun, bir satış dalgası, kritik durumlarda çok daha büyük miktarlara ulaşmakta ve toplum psikolojisi o paradan toplu çıkışlara yol açabilmektedir.

Buna rağmen her ülkenin spekülatif saldırılara maruz kalmayacağı da vurgulanmalıdır. Spekülatif saldırılar, döviz rezervlerinin azaldığı ve hükümetlerin sabit kuru sürdürme konusunda kararsız kaldığı durumlarda başarılı olabilmektedir. Ancak başarısız spekülatif saldırılar da mümkündür. Piyasaların, hükümetlerin tercihleri konusunda yeterli ve tatminkar bilgiye sahip olmaması durumunda, sınama niteliğinde spekülatif saldırılar da gözlenebilmektedir. Başarısız olan bu sınamalar sayesinde piyasa aktörleri yetkililerin politika tercihleri konusunda bilgi sahibi olmaktadırlar.

Son olarak bulaşma kavramından da bahsetmek gerekmektedir. Kısaca, bulaşmanın en basit açıklaması, ülkeler arasındaki bağlar ve ilişkilerdir. Yani bir ülkedeki para krizinin, diğer bir ülkenin ekonomisini etkilemesidir. Bunun ilk düşünülebilecek nedeni, ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerdir. Herhangi bir ülkedeki para krizi, diğer bir ülkedeki ekonomiyi yapısal olarak olumsuz etkileyebilmektedir. Örneğin, benzer ihracat pazarlarına sahip ülkeler arasında böyle bir etkileşimin olasılığı daha yüksek olacaktır. Bir ülkede görülen ulusal paranın büyük oranda değer kaybı, ihracat mallarının ve pazarlarının benzer olduğu diğer bir ülkenin ihracatı üzerinde baskı unsuru oluşturacak ve zamanla bu ülkenin kriz riskini arttıracaktır. Bulaşıcı etki aynı zamanda ülkeler arası ticari bağımlılıklar haricinde, yatırımcıların portföy stratejileri gibi bir nedenle de ortaya çıkabilmekte ve ulusal para üzerinde değer kaybetme yönünde bir baskı oluşturabilmektedir.

3.3. Ampirik Modeller ve Öncü Göstergeler

Farklı türdeki ve farklı coğrafyalardaki krizlerin açıklanması ve tahmin edilmesi için geliştirilen modellerde kullanılan açıklayıcı değişkenler oldukça geniş bir yelpaze içerisinde değerlendirilebilir. Ekonominin mümkün olduğunca çok kesiminden ipuçları elde etmeyi amaçlayan bu modellerde, göstergeler temel olarak altı değişik sektörden alınmaktadır. Bu sektörler; dış ekonomik ilişkiler, finansal sektör, reel sektör, kamu maliyesi, kurumsal-yapısal değişkenler ve politik değişkenlerdir. Yapılan çalışmalarda, kamu maliyesi ile ilgili olarak, bütçe açıkları, kamu harcamaları, kamuya verilen krediler, kamu borcunun yapısı ile ilgili değişkenler temel olarak alınmaktadır. Finans sektörüyle ilgili olarak ise, özel sektör kredileri, parasal büyüklükler, sektörün dış borç kompozisyonu, faiz hadleri, borsa fiyatları, özel bankalara verilen MB kredileri ön plana çıkmaktadır. Dış ekonomik ilişkiler ile ilgili olarak da, cari işlemler açığı, reel döviz kuru, ithalat ve ihracat eğilimlerindeki değişmeler, iç ve dış faiz hadlerindeki farklılıklar, dış ticaret hadleri gibi göstergeler öncü olarak kullanılmaktadır. Bu değişkenlerin yanı sıra, yabancı sermaye akımlarının kompozisyonu ve vade yapısı, büyüme hızları da modellerde yer almaktadır. Ayrıca, reel faizler ve kredi genişlemesi gibi finansal liberalizasyon ölçütü olarak değerlendirilen değişkenlerle beraber pek çok çalışmada kurumsal faktörler ile politik belirsizliklerin ifadesi olarak gölge değişkenler de modellere dahil edilmektedir.

Kriz modelleri, açıklamaya çalıştığı kriz türü ve modelde kullanılan yöntem açısından gruplanabileceği gibi ortaya çıktığı bölge ve ülke gruplarına göre sınıflanabilir. Bu çalışmada, modelin kullandığı ekonometrik yöntemler bazında bir sınıflama benimsenmiştir. Bölüm, ilk olarak kriz sinyalleri yakalamaya yönelik çalışmaları, sonrasında krizin nedenleri ve kökenlerini araştıran ampirik çalışmaları ve son kısımda ise kriz olasılığını ölçen çalışmaları gözden geçirecektir.

3.3.1. Ampirik Modeller

Bu bölümde yukarıda kısaca bahsedilen ekonometrik modeller incelenecektir. Bu yapılırken, modellerdeki kriz tanımları ortaya konacak ve izlenen metodların amacı ve ayırıcı özellikleri belirlenmeye çalışılacaktır. Bundan sonra da krizlerin öngörülmesindeki nitelikleri değerlendirilecektir.

3.3.1.1. Sinyal Yakalama Metodu İle Yapılan Çalışmalar

Sinyal yakalama (signal exraction), kriz göstergesi olarak kabul edilen değişkenin belirli bir eşik değerinin üzerine çıkması durumunu kriz sinyali (S), periyodunda J değişkeni için kriz sinyali, 1 veya 0 değerleri alan binom değişkene dönüşmektedir. Dolayısı ile:

{S/=1} = {S/.|X/|>|X/|}

Eğer sinyal yoksa:

{S/ =0} = {S/.|X/|>|X/|}

olacaktır.

Burada üzerinde durulması gereken, eşik değerlerinin belirlenmesidir. Modellerde kullanılan tablo üzerinden düşünülürse;

Kriz Gerçekleşti (24 ay içinde)

Kriz gerçekleşmedi

Sinyal Var

A

B

Sinyal yok

C

D

Eğer eşik değerleri yanlış sinyal oranını düşürebilmek kaygısıyla yüksek tutulursa, 1. Tip hatanın (α) artması, yani C değerinin yükselmesi sonucu ortaya çıkacaktır. Öte yandan eşik değeri, değişkenin normal hareketlerine yakın alınırsa, bu durumda da krizlerin çoğu tahmin edilse bile, aynı zamanda iç olmamış krizlerin de sinyalleri alınacaktır. Yani tip 2 hata (β) riski artacak, bu durumda B değeri yüksek olacaktır.

Bu sorunları gidermek için her göstergenin optimal eşik değeri, her ülke için ayrı ayrı belirlenmiştir. Bunun için anormal olarak kabul edilen gözlenmiş verilerin tüm verilere oranı alınmış, aşağıda gösterildiği şekliyle yanlış sinyallerin doğru sinyallere oranını (noise-to-signal ratio, w) minimize edecek bir oran kabul edilmiştir:

W = β / (1 – α)

Sinyal yakalama yöntemi kullanılarak yapılan çalışmalarda genel olarak makroekonomik temellerin zayıflığına vurgu yapılmaktadır. Modellerdeki değişkenler, ulusal ve uluslararası ekonomik gelişmeleri, finansal ve reel sektörleri de kapsayacak şekilde seçilmektedir. Bu yaklaşımda göstergeler etki derecesine göre sıralanabilmektedir. Etki derecesine göre ağırlıklandırılan göstergeler, yaşanan sorunun kökenine inebilme imkanı verebilmekte, buna bağlı olarak da krizlerin öngörülebilme ihtimalini artırabilmektedir.

Bu yöntemi kullanan çalışmalar arasında, diğer başka modellere de temel oluşturulması nedeniyle, ilk bahsedilmesi gereken model Kaminsky, Lizondo ve Rcinhart (KLR) tarafından 1997 yılında geliştirilen modeldir. Bu model, kriz öncesi dönemlerde farklı davranışlar sergilemesi beklenen seçilmiş göstergelerin izlenmesi esasına dayanmaktadır. Kriz ise, ani ataklarla, döviz kurunun aşırı değer kaybı ve döviz rezervlerinde büyük miktarda düşüşler, ya da bu iki gelişmenin bir kombinasyonu olarak tanımlanmıştır. Bu tanım döviz kuruna karşı başarılı olan ataklar kadar, başarısız olanları da kapsayacak şekilde tasarlanmıştır. Ölçüt olarak, bu iki değişkenden bir endeks oluşturularak döviz piyasası üzerindeki baskının ölçülmesi amaçlanmıştır. Oluşturulan endeks döviz kuru ile döviz rezervlerinin aylık değişiminin ağırlıklı ortalaması olarak düşünülmüş, yaşanan krizler bu endeksteki değişimlere göre değerlendirilmiştir. Model, 15 adet gösterge içermektedir. Modelde gösterge olarak seçilen ve genellikle diğer modeller tarafından da küçük varyasyonlarla kullanılan değişkenler arasında uluslararası rezervler, ithalat, ihracat, dış ticaret haddi, reel döviz kurunun normal trendinden yüzde sapması, iç ve dış reel faiz oranları arasındaki fark, reel M1 talebi ile mevcut M1 değeri arasındaki fark, M2 çarpanı, iç kredilerin GSYİH’e oranı, reel mevduat faiz oranı, kredi/mevduat oranı, banka mevduatları, M2’nin brüt uluslararası rezervlere oranı, üretim endeksi ve sermaye piyasaları endeksi bulunmaktadır.

Modele her bir gösterge için ayrı bir eşik değeri varsayılmıştır. Ayrıca tüm göstergelerin ağırlıklı ortalamasından oluşan tek bir gösterge de hesaplanmıştır. Modelde sinyal ufku 24 ay olarak belirlenmiştir ve bir göstergenin ortalamasından belli bir eşik değeri kadar sapma göstermesi sinyal olarak algılanmıştır.

Kurulan model 1994 Meksika krizi dahil olmak üzere son 25 yıla uygulandığında, 15 göstergenin 9 tanesinin anlamlı sonuçlar verdiği görülmüştür. Bunlar, reel döviz kuru ve bunun dengeden sapmasının miktarı, M2’nin brüt rezervlere oranı, ihracat artışı, uluslararası rezervlerdeki değişmeler, sermaye piyasaları endeksi, M1 parasal büyüklüğünde mevcut olan fazla, iç kredilerin GSYİH’e oranı, reel faiz oranı ve dış ticaret hadleri olarak bulunmuştur. Göstergelerin belirlenen eşik değerinden uzaklaşması kriz sinyali olarak kabul edilmiştir. Kriz sinyali alındıktan sonra da 24 ay içinde bir kriz öngörülmüştür. 1970-1995 yılları için modelin başarılı sonuçlar verdiğini söylemek mümkün olabilmektedir. Bu yıllar arasında gözlenen krizlerin yaklaşık % 70 kadarının sinyallerle yakalanabildiği görülmüştür.

Tablo 1: Sinyal Yakalama Modelleri

Model

Metot ve Veri Tabanı

Göstergeler

Bulgu

Kaminsky. Lizondo. Reinhart (1997)

Sinyal yakalama metodu ile 1970-95 yılları arasında aylık verilerle uygulanmıştır. 20 ülkedeki 79 kriz incelemeye tabi tutulmuştur

- reel döviz kuru

- M2/brüt ulus, rezerv

- sermaye piy. Endeksi

- üretim

- ihracat artışı

- M2 çarpanı

- uluslararası rez.

- M1 fazlası

- iç krediler/GSYİH

- reel faizler

- dış ticaret hadleri

En önemli sinyalleri ilk beş göstergenin verdiği kabul edilmiştir.

Kaminsky (1998)

Sinyal yakalama metodu ile 1970-97 yılları arasında aylık verilerle uygulanmıştır. 20 ülkedeki 102 kriz incelenmiştir.

- reel döviz kuru

- M2 çarpanı

- ihracat

- M2/ulus.rezervler

- uluslararası rez.

- M1 fazlası

- iç krediler/GSYİH

- reel faizler

- dış ticaret hadleri

- dışalem reel faizler

- dış borçlar

- üretim düzeyi

- kısa vadeli borçlar

- sermaye çıkışı

Modelde aynı zamanda bankacılık krizlerinin de tahmin edilmesi amaçlanmıştır. Bileşik gösterge ile hesaplanan kriz olasılığı, para kriziiçin yüksek bankacılık krizleri için ise daha düşük çıkmasına rağmen, öngörü kabiliyeti genel olarak başarılıdır.

Edison (2000)

Sinyal yakalama metodu ile Ocak 1970-Aralık 1999 tarihleri arasında aylık verilerle uygulanmıştır. 28 ülkede 94 kriz incelenmiştir

- reel döviz kuru

- M2/ulus.rezervlerde değişme

- ihracat

- tahvil endeksi

- M2 çarpanı

- uluslararası rez.

- M1 fazlası

- iç krediler/GSYİH

- reel faizler

- dış ticaret hadleri

- dışalem reel faizler

- dış borçlar

- üretim düzeyi

- ABD faiz oranı

- G-7 GSYİH

- kısa vadeli borçlar/ ulus rezervleri

- petrol fiyatları

Göstergelerin öngörü gücü değişiklikler göstermekle beraber, reel döviz kuru uluslararası rezervlerle ilgili göstergeler, ihracat ve kısa vadeli borçlar tahmin gücü açısından önemli ipuçları vermektedir. Tek tek göstergeler krizleri, yüzde 35-66 oranında öngörebilmiştir. Bileşik gösterge de kırılganlık artışını göstermesi bakımından başarılıdır. Bu değer özellikle Güneydoğu Asya ülkeleri için yüksek bulunmuştur

3.3.1.2. Krizin Kökenleri ve Yayılması Üzerine Çalışmalar

Sachs. Tornell, Velasco, (STV, 1996 ve Corsetti, Pesenti Roubini (CPR, 1998) modelleri krizin nedenlerini araştıran çalışmalar arasında yer alan iki önemli çalışmadır. STV modelinin ortaya çıkışı, Meksika krizinin diğer gelişmekte olan ülkelere olan etkisinin ölçülmesi düşüncesine dayanmaktadır. Çalışmada, Meksika krizinin etkisi 20 ülke üzerinde incelenmiştir. Bu çalışmada krizin zamanlamasından çok, global ekonominin değişmesinin gelişmekte olan ülkeleri nasıl etkilediği sorusuna yanıt aranmıştır. Modelde, aşırı değerlenmiş reel döviz kurunun, düşük döviz rezervleri olan ve zayıf makroekonomik temellere sahip ülkelerde etkisinin büyük olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca banka borçlarındaki artışın da, krizin yaşanma şiddeti ile ilişkisi anlamlı bulunmuştur.

Kriz tanımı itibarıyla, KLR ve diğer modellerdeki tanımdan farklılık göstermeyen ve krizleri doğuran faktörler üzerine yoğunlaşan CPR modele, Aralık 1996 ile Aralık 1997 tarihleri arasında 24 ülkenin aylık verileri kullanılarak sınanmıştır. Modelin sonuçlarına göre, yapısal problemler ve temel zayıflıklar krizlerin ortaya çıkmasında asli rol oynamıştır. Bu aynı zamanda krizin yayılmasının da temel etkenidir. Bunun için döviz kurunun oynaklığı ile finansal kırılganlığı işaret eden göstergeler arasında bir ilişki kurulmuştur.

Model, çeşitli göstergelerden oluşturulan değişik endeksleri regresyona sokmaktadır. Kriz endeksi, spekülatif atakların ülke paraları üzerindeki etkisini ölçmektedir. Modelde açıklayıcı değişken olarak ise finansal kırılganlık, dışsal dengesizlikler ve resmi rezerv yeterliliği endeksleri kullanılmıştır.

Bu model çerçevesinde yapılan regresyon anlamlı sonuçlar vermiştir. Yani, deviz kuru değerlemesine bağlı olarak oluşan cari işlemler açığı ve geri dönüşü olmayan krediler ile krizin şiddeti arasında ilişki pozitiftir. Modeldeki 24 ülke arasında kriz endeksi en yüksek beş ülke, Güneydoğu Asya ülkeleri olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca düşük rezervlere sahip ülkelerde kırılganlığın daha da arttığı gösterilebilmiştir. Bunun yanında krizin zayıf ekonomik temellere sahip ülkelere yayılması olasılığı yüksek bulunmuştur. Bu çerçevede krizler, reel ve finansal yapıdaki sistematik sorunlara bağlı bir görünüm çizmektedir. Böyle bir ekonomik ortamda geri dönüşü olmayan kredilere ve cari işlemler açığının artışı ekonomik temellerin zayıflamasında önemli kriterler olurken, parasal genişlemeye göre rezerv azlığı gösterge olarak ön plana çıkmaktadır.

Bu iki modelden farklı olarak Goldfajn ve Valdes (1997) tarafından oluşturulan bir diğer modelde ise döviz kuru ile ilgili bekleyişlerden ve aşırı değerlenmeden hareket ederek krizlerin öngörülebilirliğinin sınanmasını amaçlamaktadır. Logit regresyon yöntemiyle, 26 ülkenin, 1984-97 yılları arasındaki aylık verileri kullanılarak yapılan bu çalışmada ağırlık, reel döviz kurunun, bekleyişlerin oluşmasında ve krizlerin tahmin edilmesinde oynadığı rol üzerinedir.

Tablo 2: Krizlerin Kökenlerini ve Bekleyişleri Ölçen Modeller

Model

Metot ve Veri Tabanı

Göstergeler

Bulgu

Goldfajn, Valdes (1997)

26 ülkenin 1984-1997 tarihleri arasındaki aylık verileriyle kurulmuş logit modeldir. Piyasa bekleyişlerinin nasıl oluştuğu ve öngörü gücünü sınamak için oluşturulmuştur.

- reel döviz kuru

Kriz öngörüsünde reel döviz kuru, diğer ekonomik değişkenlerin bir göstergesi olarak önem kazanmaktadır. Piyasa bekleyişleri ise öngörüde başarısızdır.

Sachs, Tornell, Velasco (1995)

1995 yılında 20 gelişmekte olan ülkenin Meksika krizinden etkilenme derecesi ölçmek amacıyla yapılan bir regresyondur.

- reel döviz kuru

- özel sektöre verilen krediler/GSYİH (Banka borçlarında aşırı artış)

- M2/uluslararası rezervler

- kısa vad. Borç akımı/ulus rezervler

- hükü.harcamaları/GSYİH

Zayıf ekonomik temeller ve düşük uluslararası rezervler Meksika krizinden etkilenmeyi araştırmıştır. Model 1986-95 yılları arasında oluşan krizleri tahmin etmekte başarısız olmuştur.

Corsetti. Pesentı. Roubini (1998)

1996-97 arası 24 ülkenin aylık verileriyle yapılmış döviz kuru değerlenmesi ile temel göstergeler arasında ilişki kurmayı amaçlayan bir regresyondur.

- reel döviz kuru

- cari açıklar

- geri dönüşsüz krediler

- uluslararası rezervler

- özel sektöre verilen krediler/GSYİH (banka borçlarında aşırı artış)

Ekonomik temellerle krizler arasında başarılı bir bağlantı kurulabilmiştir. Ayrıca Asya ülkelerinin kriz endeksi de yüksek bulunmuştur.

Modelde cevap aranan ilk soru, piyasanın devalüasyon bekleyişlerini oluştururken reel kurdaki aşırı değerlenmeyi de hesaba katıp katmadığıdır. Reel döviz kurunun çeşitli yöntemlerle hesaplanmasıyla elde edilen serilerin, bekleyişlerle birleştirilerek regresyona sokulması sonucunda, piyasaların reel kurları dikkate alarak bekleyişlerini oluşturduğu görüşü anlamlı bulunmuştur.

İkinci olarak ise, piyasaların krizleri tahmin gücü araştırılmıştır. Bunun için kurulan logit modelde ise sonuçlar olumsuz çıkmıştır. Dolayısı ile piyasalar krizleri öngörmekte başarısız olmuşlardır.

3.3.1.3. Kriz Olasılığı Tahmin Etmeyi Amaçlayan Probit Modeller

Bağımlı değişkenin iki uçlu olduğu (binary varieble), bağımsız değişkenlerin ise seçilmiş çeşitli makro değişkenlerden oluşturulduğu ve birikimli dağılım fonksiyonu temel alınarak kurulan probit modelleri, gerek birinci ve ikinci nesil modeller çerçevesinde kriz tahminlerinde en sık kullanılan modellerdir. Birinci nesil modeller kapsamındaki probit, logit ve tobit yöntemlerini kullanan çalışmalar geniş olarak XGür (1998 ve 2000) de bulunabilir.

İkinci nesil modeller kapsamında, kriz olasılığı tahmini yapan modellerden öncü olan, Frankel ve Rose (FR, 1996) modelidir. Bu modelin öncekilerden farkı “kriz tanımıdır. Parasal kriz, döviz kurunun en az yüzde 25 değer kaybetmesi ya da yıllık devalüasyon oranında yüzde 10’luk bir artış olarak tanımlanmıştır. Spekülatif saldırılar sonucunda ortaya çıkan uluslararası rezervlerdeki hareketler ise, kriz tanımına dahil edilmemiştir.

Bu çalışmada 100’den fazla gelişmekte olan ülke, 1971-92 yılları arasındaki yıllık verilerle incelenmiştir. Bu tarihler arasında yaşanan 70 parasal kriz, reel ve finansal ağırlıklı toplam 17 öncü kriz değişkeni ile değerlendirilmiştir. Model ayrıca sermaye girişlerinin ve dış borç kompozisyonunun para krizleri ile ilişkili olup olmadığını da test etmektedir.

Modelde, sermaye hareketleri ile ilgili yedi ayrı değişken bulunmaktadır. Bunlar; ticari bankalara borç, imtiyazlı borçlar, değişken oranlı dış borçlar, kamu borcu, kısa vadeli borçlar, kalkınma bankaları ya da kurumsal bankalardan alınan borçlar ile doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Bu değişkenlerin hepsi toplam dış borçlara oranlanmıştır. Dışsal şoklara karşı kırılganlığı göstermesi açısından modele dahil edilen değişkenler ise, dış borçların GSMH’ye oranı, rezervlerin ithalata oranı, cari işlemler dengesinin GSYİH’e oranı ve satınalma gücü paritesine göre reel değerlenme oranıdır. Makroekonomik temellerle ilgili olarak ise; bütçe dengesi, iç kredilerin genişleme oranı ve kişi başına GSYİH büyümesi değişken olarak alınmıştır. ayrıca bu üç grup değişkenden başka, OECD ülkelerinin üretim düzeyinin bir değişken olarak modelde içerilmesi amacıyla kuzey ülkelerinin talebi ve dışalem faiz oranları da birer değişken olarak eklenmiştir. Değişkenlerin davranış değişikliklerini tespit edip karşılaştırma yapmak amacıyla kriz öncesi ve sonrası üçer yıllık bir sakin zaman dilimi (tranquil times) öngörülmüştür.

Modelin sonuçlarına göre, yüksek dışalem faiz oranları, genişleyen iç krediler, döviz kurunun değerlenmesi, cari açığın GSYİH’e oranında yükselme ve doğrudan yabancı yatırımların düşük kalması durumlarında,bir ülkenin tanımlanan anlamda krize girme olasılığı artmaktadır. Dolayısı ile model, parasal krize neden olan faktörlerinin kriz öncesi hareketlerine açıklık getirmektedir.

Terrelde FR (1996) modelinden esinlenilerek yapılan bir diğer model Krueger, Osakwe, Page (1998) modelidir. Modelde kriz tanımı olarak, FR modelinde olduğu gibi sadece döviz kuru çöküşleri değil, başarılı ya da başarısız saldırıları kapsayacak şekilde, uluslararası rezerv kaybını da dikkate alan bir tanım benimsemiştir. 1977-1993 tarihleri arasında gözlenmiş, 19 gelişmekte olan ülkenin yıllık verileriyle, ekonomik temelleri ve bulaşma etkisini, oluşturulan kriz endeksine bağlayan bir model oluşturulmuştur. Modelde iki temel soruya yanıt aranmıştır. Birincisi, para krizlerinin ekonomik temellere bağlı olup olmadığı, ikincisi de ekonomik temellerin potansiyel etkileri tespit edildikten sonra, bulaşma ortaya çıkarabilecek başka faktörlerin söz konusu olup olmadığıdır.

Krizi belirlemek için de, daha önce bazı modellerde olduğu gibi, nominal döviz kurunun ve uluslararası rezervlerin ağırlıklı odrtalamasından oluşan bir endeks ile piyasadaki baskının ölçülmesi yoluna gidilmiştir. İstatistik bir ölçü olarak, krizler, endeksin 1,5 standart sapma yükselmesi olarak kabul edilmiştir.

Model, on farklı değişken içermektedir. Bu değişkenler ekonominin farklı sektörlerini, kırılganlığı, rekabet gücünü, yürütülen mali politikaları ve bankacılık sektörünün krizlere açıklığını ölçmeyi amaçlayan değişkenler olarak modele alınmıştır. modele dahil edilen değişkenlerden, banka borçlarındaki aşırı artış (lending boom), reel döviz kuru sapması, kişi başına düşen reel GSYİH artışı M2’nin rezervlere oranı ve bölgesel bulama değişkenleri krizi tanımlama ve öngörme anlamında anlamlı sonuçlar üretmiştir.

Modelin önemli bulgularından biri, banka borçlanmalarındaki aşırı yükselmenin, parasal krizleri açıklayan en önemli değişkenlerden biri olduğudur. Bu bulgu, bankacılık sisteminin zayıfladığı bir durumda ülkenin para krizlerine açık bir konuma gelerek spekülatif saldırı olasılığını artırdığı tezini güçlendirmektedir. Aynı düzeyde anlamlı sonuçlar veren diğer bir gösterge, M2’nin rezervlere oranıdır. Böylece 90’lı yıllarda ön plana çıkan ikinci nesil modellerin iddialarının aksine, bir ülkenin uluslararası rezervlerin düşüklüğünün para krizlerinde önemli rol oynadığı vurgusu bu açıdan önem taşımaktadır.[11]

4. KRİZİN BANKACILIK SEKTÖRÜNE YANSIMASI

Son yıllarda Türk bankacılık sistemi, krizler ve bankalara el konulmasıyla sıkıntılı dönemler geçirmektedir. Aslında bir ülkenin gelişmesi o ülkedeki finans kesiminin gelişmesiyle doğru orantılıdır. Bankalar finansal kesimin temel taşlarıdır. Bankaları sağlıklı olmayan ülkelerin ekonomilerinde istikrarlı kalkınma sağlanamaz, halkın refah düzeyi sağlıklı gelişemez. Yabancı sermaye bu tür ülkelere uzun vadeli, kalıcı yatırımlar yapmaz. Fakat son dönemde Türkiye’de ülke ekonomisinde böylesine büyük işlevler yüklenen bankalara büyük bir güven kaybı söz konusudur. Bunun ana nedeni ise bir çok bankanın Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmesi* ve bu durumun ülke ekonomisine getirdiği yüklerdir. Aslında bu durum sadece bir sonucu teşkil etmektedir. Esas olan bu sonuca götüren nedenlerin bulunması ve onlardan ders alınmasıdır.

Bu noktada biraz daha gerilere gittiğimizde 1990’larda banka kurmanın aşırı derece kolaylaştırılması sonucu bankalar hızla çoğalmış, sayılan Kasım krizi öncesi 80’leri bulmuştur. Bunların büyük kısmı küçük. sermayesi yetersiz ve kurucunun iştirak veya üretimini finanse etmek amacıyla kurulmuş bankalardı.. Sınırsız mevduat güvencesi nedeniyle risk unsuru ortadan kalktığından, sağlıksız olmalarına karşın piyasanın üzerinde faiz vererek mevduat ve repo cezp edebiliyorlardı. Söz konusu bankaların bu şekilde kısa vadeli borçlanmalarına karşılık en büyük kredi alıcısı durumunda olan devletin program uygulaması sonucu iç borçlanmada vadeleri uzatması bu bankaların vade uyumsuzluğu ve bunun sonucu olarak faiz riskiyle karşı karşıya kalmalarına yol açmıştır. İç Borçlanmada yaklaşık % 85 dolayında ağırlığı olan bankaların Tablo 3 ve 4 ‘ten de görüleceği üzere vadelerin ortalama bir yılın üzerinde olduğu bir ortamda, bu kredileri kısa vadeli mevduat ve repo işlemleriyle karşılaması bir anlamda çılgınlıktır.

Bankalar, yaptıkları iş gereği yoğun risklerle yaşamak zorunda olan kuruluşlardır. Bankalarda çeşitli kaynaklardan elde edilen’ fonlar yatırım alternatifleri arasında dağıtılır. Dağıtımı yapılırken alınacak kriter her alternatifin risklilik derecesi ve buna karşılık getiri miktarı dır. Riskler likidite yetersizliğinden, faiz oranlarının ya da kurların dalgalanmasından borçların geri ödenmemesinden ve ekonomik değişmelerden kaynaklanabilir. Aktif yönetiminde bir bankanın karşılaşacağı riskleri çok iyi bilip ona göre aktif dağılımı yapması gerekmektedir. Fakat bu risklerin hesaplanabilir riskler olması gerekir. Türkiye’de pasifte yüksek faizlerle borçlanılan mevduatlar, bankaların hesapsız riskleri üzerine almalarını beraberinde getirmiştir. Bu da sistemin kırılganlığını artıran bir faktördür.

Diğer taraftan yabancı para ile olan sendikasyon kredilerinin önemli bir bölümünün bankalarca devlet iç borçlanma senedi (DİBS) alımında kullanılması bankaların pozisyon açıklarını büyütmüş, kısa süreli mevduatın ve repo yoluyla sağlanan kaynaklarla DIBS alımının fonlanması da likidite risklerini artırmıştır. Yüksek reel faizler nedeniyle yurt dışından döviz ile borçlanarak devleti finanse etme, bankalara bir yandan yüksek karlar sağlarken diğer yandan açık pozisyonlarını ve buna bağlı olarak kur risklerini arttırmıştır. Tablo – 5’te Kamu iç borçlanma gereği ve bankaların döviz pozisyon açıkları görülmektedir. Bu iki değişken arasında hissedilir bir pozitif korelasyoıı vardır (R=0,7366).Bu durum da bankaların dışarıdan borçlanarak kamuyu finanse ettiğini doğrulamaktadır. Yani kamu iç borçlanma gereği arttığında bankaların döviz pozisyon açıkları da büyümektedir. Eylül 2000 itibariyle, bankacılık kesiminin Bilânço içi açık pozisyonu l8.2 milyar dolardır. Bunun 6.3 milyar doları fon bankalarına, 9.6 milyar doları özel bankalara, 0.001 milyar dolan kamu bankalarına, 2.1 milyar dolan da yabancı bankalara aittir. Kriz ortamına yüksek açık pozisyon ile giren bankacılık kesimi devalüasyon beklentisinin olduğu ortamda dövize yoğun bir talep göstererek zararlarını azaltmak istemiştir. Bir ödemeler dengesi krizi sırasında önemli miktarda yabancı kaynak çıkışı yaşanacağı ve dış borç kontratlarının yenilenmeyeceği açıktır. Sermaye hareketlerine aracılık eden en önemli kurumsal yapı olan bankacılık kesimi de bundan olumsuz etkilenecektir. Burada unutulmaması gereken ülkede açık pozisyonu olan kesim, devlet ve yabancı sermaye için de geçerlidir. Bu anlamda kriz ortamında dövize yoğun talebin sorumluları arasında bu kesimlerden de bahsedilmelidir. Bankacılık kesiminin şansızlığı konumu gereği hem açık pozisyonları nedeniyle hem de aracılık işlemleri dolayısıyla bu durumdan çift taraflı olarak etkilenmesidir.

Para arzının büyümesini azaltmak isteyen bir para otoritesi, banka sisteminin toplam alacaklarını daraltmalıdır. Banka sistemi yabancı döviz elde ediyorsa ve hükümete kredi veriyorsa para otoritesi ancak özel sektöre açılan kredileri azaltarak para arzının büyüme oranının sıfır olmasını sağlayabilir. Bu durum para otoritelerinin çoğu kez Enflâsyonist baskıya kararsız bir şekilde cevap verdiğini açıklamaktadır. Eğer para otoriteleri Enflâsyonla banka sisteminin hükümete verdikleri kredileri ya da döviz girişlerini muhafaza ederek mücadeleye karar verirlerse kredi varlığı amacını göz ardı edecektir. Türkiye Ekonomisinde kamunun yüksek iç borçlanma gereği sonucu kamunun fonlanması işlevini üstlenen bankacılık kesiminin sağlıksız bir şekilde büyümesine izin verilmiştir. Burada unutulmaması gereken hiç bir şeyin bedava olmadığıdır. Yanlış politikaların sonuçları şu an çok daha büyük bedeller ödenerek karşılanmaktadır.

Görüldüğü gibi bankacılık sistemi yapılanmasında baştan yapılan hatalar sistemin kırılganlığını artırmıştır. Bu durum sisteme olan güveni azaltırken güven artırmaya yönelik olarak mevduata verilen % 100’lük mevduat güvencesi de bir yandan haksız rekabete yol açarken diğer yandan da bankaların riskli alanlara yönelmesini teşvik etmiştir.[12]

Tablo – 2 Kamu Kağıtları Faiz Oranları

1996

1997

1998

1999

2000

Kamu Kağıtları faiz %

132

108

116

104

40

Kamu Kağıtları (vade gün)

186

429

264

496

433

Kaynak: Bankalarımız 2000, TBB Yayınları No: 223.

Tablo – 4 Banka Mevduatlarının Ortalama Vade Yapısı

Banka TL Mevduatlarının Ortalama Vade yapısı

Vadesiz (%)

1 ay (%)

3 ay (%)

6 ay (%)

12 ay (%)

1995

21.37

17.34

32.21

21.66

5.42

1996

27.01

14.66

31.50

23.52

3.32

1997

23.31

14.72

33.40

23.96

4.62

1998

17.43

16.89

39.92

22.18

3.57

1999

16.74

11.40

35.83

28.05

7.51

2000*

18.92

27.53

40.95

9.70

1.23

Banka YP Mevduatlarının Ortalama Vade Yapısı

Vadesiz (%)

1 ay (%)

3 ay (%)

6 ay (%)

12 ay (%)

1995

29.12

13.29

32.16

9.01

16.42

1996

26.87

13.85

30.62

9.29

19.37

1997

23.31

19.21

34.82

8.52

14.14

1998

21.27

22.08

32.42

9.36

14.87

1999

16.93

24.69

34.72

9.89

13.01

2000*

14.85

30.43

35.37

7.92

10.91

Kaynak: TCBM Üç Aylık Bülten 2001- I ve Hazine İstatistikleri 1980-1998’den oluşturulmuştur. *2000 yılı 12. Ayı itibariyle geçici

5. KRİZİN BANKACILIK SEKTÖRÜNDEKİ İSTİHDAMA YANSIMASI

Uzun yıllardır bankacılık alanında yaşanan gelişmeler istihdam açısından ele alındığında farklı noktalara ulaşıl maktadır. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren banka sayısında ve buna paralel olarak şube sayılarında da artışlar mey dana gelmiştir. 1990 yılında toplam 66 bankanın 6560 şubesi bulunurken bu sayı 2000 yılı sonunda 79 bankaya 7837 de şube sayısına ulaşmıştır. Ancak 2001 yılının ilk üç ayında ise banka sayısı 71’e şube sayısı ise 7000’e gerilemiştir.

1 Eylül 2000 tarihinde faaliyete geçen BDDK 10 temmuz 2001’e kadar 18 bankanın TMSF’na devredilmesine karar vermiştir. Bu gelişmeler, bankacılık sektörünün yaşanan krizlerle ağır bir bedel ödediğini ortaya koymaktadır. Özellikle TMSF’na devredilen bankaların yeni den yapılanma süreci çerçevesinde şube sayılarında azalmaya gidilirken personel sayılarında da indirimler yapılarak fon yönetiminde ol an özel bankalarda ve diğer özel bankalarda farklı sebeplerden dolayı çalışan sayısında 10649 kişilik bir azalma meydana gelirken kamu’da bu rakamın 3700 olarak gerçekleştiği görülmektedir. Bu durumu tablo 6’dan da görebilmek mümkündür.

Tablo – 5

Yıllar

1992

1993

1994

1995

1996

1997

1998

1999

2000

Yabancı Para Aktifler/YP Pasifler

86.8

84.6

95.5

90.6

93.6

89.6

84.9

79.4

76

Kamu İç Borçlanma Gereği/GSMH %

10.6

12

7.9

5.2

9

7.7

9

15.3

11.9

Kaynak: Bankalarımız 1988, 1999, 2000 ve İTO Ekonomik Rapor 1998’den düzenlenmiştir.

Tablo 6’da yıllar itibariyle bankalarda çalışanların sayılarına bakıldığında özellikle kamu kesimi çalışanlarında bir azalma olduğu ortaya çıkmaktadır. 1992 yılında kamu kesiminde 79725 kışı çalışırken Mart 2001 tarihi itibariyle bu rakam 11418 kişiye inmiştir. 1994 yılında 4194 kışı, ve 1998 yılından itibaren de mart 2001 c kadar önemli oranda bir azalmanın meydana geldiği tablodan da açıkça görülmektedir. Buna göre çalışan sayısı 7268 kış i (% -9.61) azalmıştır. Eylül 2000 itibariyle bankalarda çalışanların sayısı 168558 iken mart 2001’de bu sayı l ( -5.06) inmiştir. Genel toplamda ise bu rakam 1998 de 172009 iken . mart 2001’dc 165557 olmuştur. (% -3.75)’lık bir düşüş meydana gelmiştir. 2001 yılının ilk üç ayında kamu ve özel toplamında bu sayı 4821 olarak gerçekleşmiştir, Özellikle kamu bankalarında bir küçülme ve daralma söz konusu olmaktadır. Bu a işten atılma, istifa ve emeklilik gibi nedenlerle meydana gelmektedir.

Tablo – 6 Yıllar İtibariyle Bankalarda Çalışanların Sayısı

Yıllar

1992

1993

1994

1995

1996

1997

1998

Eyl 2000

Oca 2001

Mar 2001

Bankalar

146553

143983

139046

144793

148153

154864

166492

168558

164845

160024

Kamu

79725

78049

75919

77944

75394

73575

75413

72007

70191

68307

Özel*

66828

65934

63127

66849

72759

81289

91079

92366

90849

81717

Toplam

154519

151445

146248

151792

155063

161744

172009

173988

170401

165557

* Genel Toplama TMSF’na devredilenler ve TCMB’nın rakamları dahildir. Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği ve Merkez Bankası verilerinden oluşturulmuştur.

Diğer taraftan tablo 7’ye bakıldığın (la ocak 1985 ile ocak 2000 yılları arasında toplam işçi sayısında ve sendikalı işçi sayısında artışlar meydana geldiği görülmektedir. Fakat burada dikkati çeken husus temmuz 1989 yılıdır. Bu yılda toplam işçi sayısı artarken sendikalı işçi sayısında ise bir düşüş kaydedilmiştir.,

Bununla birlikte bankacılık sektöründe sendikalı olarak çalışanların konfederasyonlar itibariyle dağılımlarına bakıldığında, Türk-iş ve Disk’e bağlı sendikalar ile bağımsız sendikalardan oluşan bir yapı ile karşılaşılmaktadır. 1988 yılı baz alındığında sektörde 6 sendika faaliyet gösterirken, Temmuz 1989’dan itibaren ise 5 sendikanın fiilen örgütlü olduğu görülmektedir. Türk-İş’e bağlı, Bass ve Basisen, Disk’e bağlı Bank-Sen ayrıca bağımsız olarak faaliyet gösteren, Banksis, Bank-Si-Sen ve l988’den sonra faaliyeti bulunmayan Banks olmak üzere 6 sendika bulunmaktadır. Bunu tablo 8’den de görmek mümkündür,

6. SON DÖNEM GELİŞMELERİ

Türkiye’de Ortaya çıkan krizler sonrasında ekonominin yeniden yapılandırılması için “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında yeni bir program hazırlanmıştır. Bu programda mali sek töre özel bir önem verilmiş ve alınacak tedbirler belirtilmiştir. Mali sektöre büyük önem verilmesinin sebebi bankacılık sistemindeki krizlerin güçlü yayılma ve dış etkilerinin olmasıdır. Çünkü bu etkiler bankacılık sisteminin doğrudan kap sadığı bireyler ya da firmalardan öteye de gidebilmektedir. İşte bu sebepler nedeniyle sistemi yeni den yapılandırma ve özellikle bankaların açık pozisyonlarını kapatma ve sermaye yapılarını güçlendirme yönünde bir çok tedbirler alınmıştır. Bu tedbirlerden 2001 Yılı Haziran orta3ında yapılan iç borç takas işleminden sonra mali piyasalarda beklenenin tersi yönündeki gelişmeler bankacılık sistemimizdeki sorunların boyutu açısından yeni bazı ip uçları vermiş tir. Yapılan ihale sonunda 9,3 katrilyon liralık takas gerçekleştirilmiştir. Hazine, piyasalardaki cari kurun altındaki bir değerle olarak bankaların elindeki TL iç borç senetlerini $1=1.160.000 TL hesabı ile 3 ve 5 yıl vadeli dolar bazındaki yeni senetlerle değiştirmiştir..

Bu kadar büyük bir montanlı operasyona ve kamu bankalarının açık pozisyonlarının daha önce yapılan başka bir operasyonla kapatılmasına rağmen, bankacılık sisteminin açık pozisyonu sürmektedir.. Ayrıca, bazı bankaların aldıkları sendikasyon kredilerinin dönüş sorunu da bulunmaktadır. Kısacası, bankacılık sisteminin döviz piyasalarındaki talep baskısı bir türlü bitmemektedir. Diğer yandan fon arzının yetersizliğin den dolayı faiz hadlerinde de beklenen düşüşler gerçekleşmemiştir. Kurallara uygunluk açısından banka içi ve banka dışı denetimin yetersizliği öylesine büyük bir sorunlar yumağı oluşturmuştur ki yapılan iyileştirmelere rağmen sistem yeni şoklara karşı hala savunmasız bir durumdadır.

Bankacılık sisteminde güvenli olduğu düşünülen bankaların olmaması durumunda mevduat sahipleri ulusal para cinsinden mevduatlarını dövize çevirip, devalüasyon riskinden korunmayı tercih etmektedir. Bu gelişmeler nedeniyle özel bankaların mali durumunun zayıflaması neticesinde kredi arzı da daraldığından, ekonomik büyümede ciddi boyutta gerilemeler ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle ülkemizde yaşanan krizler sonucunda bankacılık sektörü ülke ekonomisine oldukça büyük zararlar vermiştir. 2001 Yılı GSMH’sının yaklaşık yarısı bankacılık sektöründeki zararlara gitmiştir. Böyle bir ortamın ekonomik büyümeye vereceği zararın ne kadar büyük olacağını tartışmak bile gereksizdir.

Son dönemde kamuoyunda önemli yankılar uyandıran “Mali Piyasaların Yeniden Yapılandırılması” yasası bazı maddeleri itibariyle Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiş ve meclis tarafından tekrar aynı şekliyle geri gönderilmiştir. Bu yasa ile bankaların sermaye yapılarının güçlendirilmesi istenmekte ve bankaların sermaye yeterliliği standart oranı (rasyosu) yüzde 8 olarak belirtilmektedir Rasyosu yüzde sıfır ile 5 arasında olan bankalara banka sahiplerinin aktaracağı kaynağı geçmemek üzere kaynak aktarılması öngörülmektedir. Rasyosu yüzde 5 ile 9 arasında olan bankalara da 7 yıl vadeli hisse senedine dönüştürülebilen tahvil karşılığı kredi sağlanacaktır. Fakat TMSF’na devredilen bankaların sonunun bir türlü gelmemesi (EK-l) bankacılık sistemin deki güvensizliği arttırmaktadır. Böyle bir ortamda (la mevduat sahipleri sistem dışına kaçmaktadır. Ayrıca banka sahiple rinin de devletin bankanın kontrolünü bir şekilde ele geçireceği korkusu belirmekte ve banka sermayelerini güçlendirmek amacıyla ayrılan fona başvurmamaları sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan Türk Bankacılık Sisteminde öncelikle güvenin sağlanması gerekmektedir. Bu güven ortamı sağlandıktan sonra Sistem içerisindeki birleşmeler ile daha verimli bir yapıya kavuşulabilmesi mümkün olabilecektir. Birleşmeler konusunda Doğuş Grubu’nun üç bankasını birleştirmesinden sonra, İş Bankası’nın da ortak olduğu iki bankayı birleştirmesi adımları atılmıştır. Bütün bunlar olumlu gelişmeler olmakla birlikte yeterli değildir. Birleş melerin sürdürülmesi ve sistemin etkin olabilecek bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Bu da sistem içerisinde “şeffaflık” ile sisteme “güven”in yeniden sağlanmasından geçmektedir.

Tablo – 7 Banka ve Sigorta İşkolunda Yıllar İtibariyle Göstergeler

İşkolu

Ocak 1985

Temmuz 1989

Ocak 2000

Tis

Sis

Si%

İs

Tis

Sis

Si%

İs

Tis

Sis

Si%

Banka ve Sigorta

65281

64049

98.1

6697

73390

60558

82.5

9369

112510

112487

110.0

Tis : toplam işçi sayısı

Sis : sendikalı işçi sayısı

Si% : sendikalı işçi yüzdesi

İs : işyeri sayısı

Kaynak: Petrol-İş 97-99 Yıllığı, s. 722.

Diğer taraftan, bankacılık sektöründeki istihdamla ilgili son gelişmelere bakıldığında özellikle banka çalışanlarının gelecekteki durumlarının ne olacağı tartışılmaktadır. Gerek mecliste kabul edilen “mali piyasaların yeniden yapılandırılması” yasası gerekse IMF’in isteği doğrultusunda yapılacak yeniliklerin sektör çalışanlarını yakından ilgilendirdiği görülmektedir.

Tablo – 8 Sektördeki Sendikalar itibariyle Üye Sayıları

Yıllar

Tem. 1988

Tem. 1989

Ocak 1991

Tem. 1994

Ocak 1997

Ocak 1999

Ocak 2000

Ocak 2002

Bass

8616

8970

10207

11373

12530

14027

14241

15155

Basisen

30307

30020

32953

38268

43237

49343

53442

55419

Bank-Sen

--

--

--

12207

14844

15031

15050

15070

Banksis

12234

9602

10144

10768

14940

17409

18502

15519

Bank-Si-Sen

7840

8441

8952

9934

10954

1184

11272

12096

Banks

8432

--

--

--

--

--

--

--

Kaynak: Petrol-İş 97-99 Yıllığı, s. 7171-718; ÇSGB. Çalışma Hayatı İstatistikleri

Cumhurbaşkanının özellikle üç maddenin ikinci kez görüşülmesini istediği, fakat meclis tarafından aynen kabul edilen ilgili yasa 48 bin kişinin geleceğini yakından ilgilendirmektedir. Çünkü bu yasayla kamu bankalarında “devlet memuru” kavramı ortadan kalkacak ve çalışanlar “özel hukuk hükümlerine olmayan personel çalıştırılamayacağına” ilişkin 6. madde uyarınca ya başka kurumlara nakledilecek ya da ayrılmak durumunda kalacaklardır. Her ne kadar kamu bankaları ortak yönetim kurulu başkanı “ne kadar banka şubesinin kapanacağına dair bir rakam belirlenmemiştir” açıklamasını yapsa da Ziraat ve Halk Bankalarının toplam şubesinin (Ziraat Bankası-514 şb. Bankası-383 şb) 30 haziran 2002’ye dar kademeli olarak kapatılması öngörülmektedir. Bu çerçevede Özel hukuk kümlerine göre çalışmayı kabul etmeyen banka personeli başka kurumlara yerleştirilmek üzere de personel başkanlığına aktarılacaktır. Bu kapsamda Ziraat Bankasından 12 bin Halk Bankasından 4 bin personelin 2002 yılı haziran ayı sonuna kadar başka kurumlara devredilmesi düşünülmektedir.

Kamu bankaları çalışanlarının statülerinin değiştirilmesi durumu, sendikaları da açıkça rahatsız etmektedir. Ancak her geçen gün itibariyle bankaların şube ve çalışan sayıları giderek azalmaktadır.

2001 yılı Kasım ayı itibariyle şube sayısı 7813’e, çalışan sayısı 154.651’e gerilemiştir. Bu da daha çok “işsiz” ve “çalışma barışı”nın tehlikeye girmesi anlamına gelmektedir. Ancak işsiz kalanlar için bazı projeler de geliştirilmektedir. Örneğin, “Özeleştirme Sosyal Destek Projesi” çerçevesinde özelleştirme idaresinin koordinasyonunu üstlendiği ve Dünya Bankası tarafından finanse edilecek projede ‘işsiz’ kalan bankacılara İŞKUR aracılığıyla iş bulunması hedeflenmektedir. Diğer taraftan profesyonel danışmanlık şirketleri de sektörde işsiz kalanların iş bulabilmeleri hususunda farklı çalışmalar da yapmaktadırlar.

Görüldüğü gibi bankacılık sektörü krizler ile birlikte Türkiye ekonomisini işgücü piyasaları ve mali piyasalar yönünden olumsuz bir şekilde etkilemesi söz konusudur. Bu bakımdan bankacılık sektöründeki sorunların acilen çözülmesi bütün ekonomi için zaruret arz etmektedir.

III. BÖLÜM

1. FİNANSAL KRİZ ÖNCESİ BANKACILIK SEKTÖRÜNÜN YAPISI ve SEKTÖRÜN KRİZE GİRMESİNİN NEDENLERİ

24 Ocak Kararları, bankacılık sektöründe fınansal serbestleşmenin altyapısını hazırlamıştır. Sektöre yönelik alınan kararların işlerlik kazanabilmesi için, McKinnon-Shaw yaklaşımına uygun olarak, pozitif reel faiz uygulamasına geçildi ve Haziran 1980’de faiz oranları serbest bırakıldı. Temmuz 1980’de daha sonra 3182 sayılı Bankalar Kanununu dönüşecek olan 70 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) kabul edildi ve bankacılık sektörüne yeni bankaların girişi kolaylaştırıldı. Bu sürecin ardından bankacılık sistemine, uluslararası piyasalara açılmasının yolunu açan 30 ve 32 sayılı kararlar alındı. Ancak bu düzen!eme!eri bankacılık sektörü olması gerektiği gibi algılayamadı ve düzenlemelere uygun, etkin bir likidite yönetimi gösteremedi. Hazine ve TCMB ise bu yeni oluşumu tamamlayacak düzenlemeleri yapabilme beceri ve yeteneğini gösteremedi. Bunun sonrasında bankalar likidite yönetiminin temel ilkelerini göz ardı eden bir şekilde yabancı para cinsinden kaynaklara yöneldiler. Bu süreçde uygulanan likidite yönetimi 1994 krizi ile kesintiye uğradı. Hazine ve TCMB kriz sonrası sermaye yeterliliği ve net genel pozisyon tebliğleri ile bankacılık sektörünün, uluslararası bankacılık kurallarına uyumunu sağlamaya çalıştılar ise de, bank aktif pasif yönetimlerine ilişkin kısıtların uygulanması ve mevduatın tamamının sigorta kapsamına alınmasına yönelik kararın gecikmesi nedeni ile, üç banka Marmara Bank, TYT Bank ve IMPEX Bank sektörün dışına itilerek, tasfiye edildiler.

Bankacılık sektörüne yönelik denetim ve gözetim yetkisine sahip olan ve sektöre müdahale gücünü elinde bulunduran Hazine Müsteşarlığı ve TCMB, 1994 krizi sürecinde bir başka yasal düzenlemeyi daha araç olarak kullandılar. Bu düzenleme tasarruf mevduatının tamamının sigorta kapsamına alınmasıdır. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna yönelik yapılan düzenleme, 1994 krizini aşmada önemli bir işlev yüklenmesine karşın, 1998-1999 ve 2000-2001 finansal depremlerinde krizin oluşumun nedenleri arasında yer almıştır.

Bankacılık sektöründeki sorunların iyice ağırlaştığı bu süreçde 18 Haziran 1999’da yürürlüğe giren 4389 sayılı Bankalar Kanunu, bankacılık sektörünü rekabete açmayı, bankacılık sektörüne ilişkin olarak kabul edilen uluslararası kriterleri Türk bankacılık sektörüne taşımayı ve bankacılık sektörünün şeffaf çalışmasını sağlamayı hedefledi ise de, yapılan bu yasal düzenlemeler sektördeki erozyonu engellemeye yetmedi. 4389 sayılı yasaya göre bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde, denetim ve gözetim gücü Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumuna verildi. Yasanın böyle bir yapılanma gidişinde] sisteme yönelik politik müdahaleleri en aza indirgemektir. Ancak ,gerçekleşme olasılığının zayıf olduğu iki yıl içerisinde yasada yapılan düzenleme ve kurum üyelerinin yasada yapılan değişiklik ile bir yıl gibi sürede yeniden belirlenmesi ile açıkça ortaya çıktı.

1.1 Türk Bankacılık Sektörünün Yapısı

Türk bankacılık sistemi m bankacılığı yapmaktadır. Nitekim bankaların fon kaynakları içinde mevduatın payı 2000 yılında %69, 2001 yılı Ha itibariyle %63’dür. Bu mevduatın ortalama olarak %50’si ise Döviz Tevdiat Hesabı yani yabancı para cinsinden mevduattır. Dolayısıyla bankalar faiz oranı ve kur riskine ciddi bir biçimde açık bankacılık yapmışlardır. Diğer yandan Tablo: 1’de izlenebileceği üzere Türk Bankacılık Sisteminde uzun yıllar kamusal s bankaların ağırlığı düzeylerde seyretti.

Tablo 1: Grupların Sektör 4 (%)

1980-1985

1996

1997

1998

1999

2000

2001

Kamusal sermayeli Tic. Bankalar

45.3

38

35

34.4

35

34

26

Özel Sermayeli Tic. Bankalar

44.4

53

55

56.4

49

52

49

Yabancı Sermayeli Tic. Bankalar

3.5

3

5

4.4

5

5

5

Fondaki Bankalar

-

-

-

-

6

8

16

Kalkınma ve Yatırım Bankaları

6.8

6

6.5

4.8

5

5

4

Kaynak: 40.Yılında TBB ve Türk Bankacılık Sistemi (1998). TBB Bankalarımız 1998-2000 ve TBB, 2001-Haziran Ayı itibariyle Türk Bankacılık Sektörü Raporu Verileri kullanılarak hazırlanmıştır.

Türk bankacılık sistemi mevcut duruma 24 Ocak kararları ile başlayan serbestleşme sürecinin sonucunda erişmiştir. Bu sürecin temelinde sisteme yönelik deregulation politikaları üretme çabası bulunmaktadır. 1980 sonrası bankacılık sektörünün yaşadığı krizler göz önüne alındığında sistemdeki yapısal sorunların devam ettiğini, hatta siste aktif büyüklüğü ile birlikte daha da ağırlaştığını söyleyebiliriz. Bu noktada “sorunun kaynağı kuramsal anlamda dere politikalarıdır” sayı ileri sürü1ebilir. Ancak bu savın doğrulanması mümkün değildir. Çünkü sisteme yönelik yargıların önemli bir kısmı sistemi regüle etme gücünden yoksun, çoğu zaman uygulanan iktisat politikalarına bir saç ayağı olmaktan öteye geçmemiştir. Mevduat üzerine uygulanan disponibilite oranı ile geri dönmeyen krediler için uygulanan risk oranları ileri sürdüğümüz sayı destekleyen unsurlardan sadece ikisidir.

Finansal serbestleşme sürecinde, faiz oranlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının reel olarak pozitif düzeye erişmesinin yolunun açılması, sektöre yeni banka girişlerinin kolaylaştırılması, sektörün uluslararası piyasalara açılması, uluslararası piyasalardan kaynak ediniminin serbest bırakılması, sektörde yer alan bankaların yabancı para cinsinden işlem yapmasının serbest bırakılması gibi kararların altında yatan nedenlerin başında, hızla artan kamu açıklarının fınanse edilmesi kaygısı vardır. Özellikle 1990 yılında uygulanan Para Programı Hazine’ye bütçe açıklarını ticari bankalardan kaynak aktararak fınanse etmesinin yolunu açmıştır. Bu program kendi içerisinde tutarlı olmasına karşın Türkiye ekonomisini 1994 krizine hazırlayan en önemli unsur olmuştur. 1990-1993 yıllarında uygulanan borçlanma politikası bir anlamda ki-ize ve bankaların bünyelerinde erozyona kaynaklık etmiştir. Bir anlamda devlet, bankalara kendisini fonladıkları sürece, onlara koruyuculuk ve kollayıcılık yapacağı sözünü vermiştir. Bu sözün garantisi de 1994 yılında tasarruf mevduatının tamamının Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu kapsamına alınması olmuştur. Tasarruf mevduatının tamamının sigorta kapsamına alınması birçok ülke deneyiminden de gözlendiği üzere kısa dönemde sisteme yönelik paniği azaltırken, uzun dönemde sistemde fınansal istikrarı ve risk primini artırmaktadır.

Türk bankacılık sisteminin son onbeş yıldır dalgalı bir gelişim göstermesinin altında yatan temel unsur da budur. Nitekim 1986 yılından başlayıp, 1990’lı yılların başında hız kazanan sektöre giren banka sayısındaki artış, 1994 krizi sonrasında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun işleyiş biçimi ve banka kurulmasının nisbi olarak kolaylaştırılması nedeni ile devam etmiş, bunun bir sonucu olarak da, fınansal kırılganlık katsayısı yükselmiş ve halen yaşanılan finansal dalgalanma sürecine kaynaklık etmiş, hatta dalgalanmanın kriz boyutuna taşınmasına neden olmuştur diyebiliriz. Nitekim fınansal sistemin içine girdiği krizin bir sonucu olarak 1998-2001 yılları arasında Türkbank, İnterbank, Benk Ekspres, Egebank, Yurtbank, Sümerbank, Yaşarbank, Esbank, Ulusal Bank, Bank Kapital, Etibank, Demirbank, İktisat Bankası, Sitebank, Tarişbank, Bayındırbank ve Kentbank tasarruf mevduatı sigorta fonuna devredilmiştir.

Bankacılık sektöründe fınansal serbestleşme sürecinde rekabetçi bir piyasa yapısı oluşmamıştır Piyasa giriş çıkış koşullarına ilişkin yasal düzenlemelerin sorunu çözmekten çok, sorun yaratır bir özellik göstermesi, bu yapılanmanın oluşumunu engellemiştir. Bundan dolayı bankacılık sektöründeki yoğunlaşma oranı yıllar itibari ile çok fazla değişmemiştir.

Tablo 2: Bankacılık Sektöründe Yoğunlaşma Oranları

Toplam Aktifler

Toplam Mevduat

Toplam Krediler

1999 Haziran

İlk Beş Banka

46

50

39

İlk On Banka

67

72

66

2000 Haziran

İlk Beş Banka

47

49

40

İlk On Banka

65

67

63

2001 Haziran

İlk Beş Banka

42

47

41

İlk On Banka

64

72

68

Kaynak: Bankacılar Dergisi. Eylül 2000 ve TBB. 2001 -Haziran Ayı İtibariyle Türk Bankacılık Sektörü Raporu verilen kullanılarak hazırlanmıştır.

Tablo 2’den de izleneceği üzere, 2001 yılına ilişkin aktif büyüklüğüne göre ilk beş bankanın sistem içerisindeki ağırlığı % 41 buna karşılık ilk on bankanın sistem içerisindeki ağırlığı % 68’dir. Mevcut yoğunlaşma oranları, kriz nedeniyle önceki yıllara göre kısmen düşmüş durumdadır. Buna rağmen sektördeki yoğunlaşma oranları oldukça yüksektir. Bundan. dolayı da finansa! krizin tepe noktaları olarak görebileceğimiz Kasım 2000 ve Şubat 2001’de küçük ölçekli bankalar kolayca likidite krizinin içine girmiş, bazı büyük ölçekli bankalar faiz oranlarındaki ani yükselişten ciddi karlar elde etmişlerdir.

Bankacılık sektörünün 1998-2000 yılları arasında etkin bir aktif - pasif yönetimi gösterememesinin altında yatan etkenlerden birisi de devletin fınansal sektörden sürekli olarak fon talep edici pozisyon almasından kaynaklanmaktadır. Hiç şüphesiz bu oluşum 1986 yılından itibaren başlamış ve kesintiler de olsa süreklilik göstermiştir. Kamu kesiminin fon talebi kimi zaman TCMB tarafından açık piyasa işlemleri ile karşılanırken, çoğunlukla da Hazinenin ihale yöntemi ile karşılanmıştır. Kamu kesimi borçlanma gereksiniminin yüksek olması, bu araçların yanında. Kamu kesimi bankacılık sisteminden kaynak edinebilmek için munzam karşılıklar politikasının da kullanılmasına neden olmuştur. Bunun için izlenen yol dönemsel olarak oranlar farklılaşsa da, umumi disponibilitenin devlet iç borçlanma senetleri olarak tutulması zorunluluğunun getirilmesi şeklinde olmuştur. Uygulanan karşılıklar politikası, kısa vadeli sermaye hareketlerinin de yardımı ile bankacılık sektöründe, Bilânçoların yabancı para cinsinden pasiflerin ağırlığının artmasına neden olmuş, bu da doğal olarak sistemin yüklendiği döviz kuru riskini artıran bir unsur yaratmıştır. Bankaların Bilânçoları içinde yabancı para ağırlığının artmasını sınırlamaya yönelik olarak çıkarılan net genel pozisyon, döviz pozisyonu ve likidite oram tebliğleri ise, sistemin bu noktada taşıdığı kur riskini ortadan kaldırmakta oldukça yetersiz kalmıştır.

Sektördeki gelişimin bu yönlü olması, bankalara net genel pozisyonu açığı ile çalışan yani döviz riskini üstlenen bir bankacılık yapma yolunu açmıştır. Bankaların kamu finansmanında oynadıkları etkin rolün neticesi olarak, reel sektörü finanse etmede çekinceli davranmalarına da neden olmuştur. Nitekim bu yapılanmadan dolayı da Haziran 2001 itibariyle toplam kredilerin bankaların aktif büyüklüğü içindeki payı %32 dolayında gerçekleşmiştir.

1.2. Kriz Sürecinde Sektöre Yönelik İzlenen Politikalar

Bankacılık sektörüne yönelik olarak alınan önlemlerin, makro ekonomiye ilişkin olarak yürütülen iktisat politikalarından bağımsız olmadığı bir gerçektir. Bu durum Türkiye’de uygulanan iktisat politikaları için de büyük ölçüde geçerlilik göstermektedir. Türkiye ekonomisinde 1998 Rusya Krizi ile birlikte başlayan sarsıntı, 1999 yılında yaşanılan büyük depremle devam etmiş, nihayetinde de 2000 yılında uygulanan iktisat politikasının iflâsı ile Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri yaşanmıştır. Türkiye’de son bir yıl içinde yaşanılan bu krizlerin tümü finansal kriz olarak nitelendirilmek ile beraber, Kasım 2000 Krizi gerçekte bankacılık sektöründe yaşanılan bir likidite krizidir.

Uzun süre Enflâsyonist sarmalın içinde kalan Türkiye’nin, ikibin yılında uygulamaya başladığı istikrar programının daha önce uyguladığı diğer programlardan farkı, üstü kapalı olarak “Para Kurulu Sistemini” kabul etmesidir. Program bu şekli ile geleneksel iktisat okulundan bir sapma olarak görülen para kurulunu takip ederek ciddi bir riski de üstlenmiş oluyordu. Program, dayandığı sistemin teorik altyapısının taşıdığı sorunların yanında, sermaye yeterliliği oldukça zayıf, ciddi faiz ve kur riski taşıyan bir bankacılık sisteminin varolduğu bir ekonomide yürütülmeye çalışıldı.

İstikrar programını uygulama kararını alırken ülkede % 64.9 Enflâsyon oranı, %6 negatif büyüme oranı ( küçülme oranı) ve bozuk bir gelir dağılımı vardı. Bu olumsuz durumun süreklilik göstermesinin nedeni, uygulanan iktisat politikalarının süreksizliği ve cesaretle uygulanmamasıdır. Nitekim bu program öncesi uygulanan iktisat politikalarının kaygan bir zemin üzerine oturması Enflâsyonun yandaşlarını güçlendirmiş, iktisadi ajanların iktisat politikalarına olan güvensizlik duygusunu en üst noktaya taşımıştı.

İstikrar programının ana hedefi Enflâsyon oranını düşürmekti. IMF’ye verilen Niyet Mektubunda programın unsurları şöyle sıralanmıştı:

- Sıkı maliye politikası uygulayarak bütçede faiz dışı fazlanın artırılması,

- Yapısal reformların gerçekleştirilmesi.

- Özelleştirmenin hızlandırılması,

- Enflâsyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası iz1enmesi

- Ekonomik birimlere unun vadeli bir bakış açısı kazandıracak kur politikası.

Bu unsurları ekonomide işlerlik kazandırmak için programa yüklenen temel hedefler ise şunlardır:

- Tüketici fiyatları endeksirıde 2000 yılı artış oranı %20. 2001 yılı artış oranı % 12 ve 2002 yılı artış oranı %7 olarak hedeflenmiştir.

- Yıllık devalüasyon oranı % 20 olarak tespit edilmiştir.

- Nakit iç borcun GSMH’ya oranının %27 ve toplam borç stokunun GSMH’ya oranının %61 olması hedeflenmiştir.

Program, bu hedeflere ulaşmak için daha önce de belirttiğimiz üzere “para kurulu sistemini” dayanak almıştır. Para kurulu sisteminde merkez bankasının işlevi farklılaştırılmakta ve ülkenin para arzı mekanizması belirlenen sabit kurdan, bankanın döviz varlıklarına, dolayısıyla para arzı da ülkenin döviz bağlanmaktadır. Sistemin işleyişinde sabit kur bir başka ülkenin ulusal para birimine (bir ülkenin ulusal parasına. ABD doları, Alman Markı gibi) belirlenmektedir. Nitekim ülkemizde de Türk Lirası 1$+0.77 EUROdan oluşan kur sepeti ile ilişkilendirilmiştir. 2000 yılı içinde bu artış % 20 ile sınırlandırılmıştır. Para kurulu sisteminde kamu açıkları Merkez Bankası tarafından karşılanmaktadır. Dolayısıyla bütçe açıklarının para arzı yoluyla kapatılması mümkün değildir. Para kurulu sisteminde para arzı para kurulunca kontrol edilirken, diğer işlemler merkez bankasınca yürütülmektedir. Ancak Türkiye’de programın yürütülmesinde böyle bir ayırıma gidilmemiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de para kurulu bile tam uygulanmamıştır.

Programın, para kurula sistemine uygun olarak çıpa politikasının para arzını kontrol etmekte kullanılmasının bir sonucu olarak döviz kuru esnekliği yokolmuştur. Nitekim döviz kurunda çıpa (anchor) uygulaması tümüyle sabit kur şeklinde uygulanmıştır. Program, bu nitelikleri ile IMF tarafından Güneydoğu Asya ülkelerine önerilen reçete ile uyumludur diyebiliriz.

Bu belirlemeyi yapmamıza karşın bizce, 2000 yılında IMF ile varılan anlaşma neticesinde döviz kurunun çıpa (anchor) olarak kullanılması, daha başlangıçda yapılan bir hata idi. Bunun temeldeki nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

Yüksek Enflâsyonun olduğu ve dışarıdan finansal desteğin sınırlı kaldığı programlarda, uzun süre çıpa nedeni ile ortaya çıkacak olan ödemeler Bilânçosu açığının sürdürülemezliği,

Para kurulu sistemi, küçük açık ekonomiler için geçerlidir. Büyük açık ekonomilerde para kurulu sistemi, merkez bankasının para politikası yürütme gücünü büyük ölçüde ortadan kaldırmasından dolayı, merkez bankasının piyasalarda ortaya çıkabilecek ani şoklara karşı, tepki verebilme şansı da ortadan kalkmaktadır. Nitekim Kasım Krizinde olsun Şubat Krizinde olsun TCMB’nın izlediği politika, kriz karşısında cılız kaldığı gibi, aynı zamanda yanlıştı.

TCMB, Kasım Krizinde son ödünç verici olmasından (lender of last resort) dolayı, kullanabileceği reeskont politikasını uygulamayarak, krizin derinleşmesini sağladı. Monetarist iktisatçılar dahi likidite krizlerinde, parasal genişlemeye gidilmesini önerdiği halde, reeskont politikasını bir para k politikası aracı olarak kullanmayarak, çok ciddi bir hata yaptı. Bu hatanın benzerini 1997 – 1998 krizinde IMF, Güneydoğu .Asya’da da yaptı. TCMB bir anlamda, bile bile bu tuzağa düştü.

Döviz kurunun çıpa olarak kullanılması ulusal paranın (TL’sının), aşırı değerli bir para birimi olmasına neden olurken, cari işlemler açığı ile bankacılık sektörünün içine düştüğü döviz pozisyonu açığını nasıl başedeceğine ilişkin bir politika üretemedi.

Programdaki bu aksaklıklar doğal olarak bankacılık sektörüne yansıdı. İzlenen iç borçlanma ve döviz kuru politikaları, bankaların net genel döviz pozisyonu açığına ilişkin olarak kullanılan sermaye tabanı/net genel döviz pozisyon açığı oranındaki. asal sınır olan %20’yi aşmalarına neden olurken. BDDK bunlara seyirci kaldı. Bankaların düştüğü açmaza önceden müdahale etmedi, daha sonra yaptığı müdahaleler ise krizi engellemediği gibi, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen banka sayısının artmasına neden oldu. Bu ise sektöre yönelik müdahalenin maliyetini artırdı.

2. GELİŞMEKTE OLAN EKONOMİLERDE BANKACILIK KRİZLERİ

Finansal krizler 1980’li ve 1990’lı yıllarda dünya ekonomisine damgasını vurmuştur. ABD, Japonya, Batı Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler; Latin Amerika, Meksika, Doğu Asya ve Türkiye gibi, gelişmekte olan ekonomiler; Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri gibi dönüşüm ekonomilerinin de dahil olduğu ülkelerde finansal ve bankacılık krizleri yaşanmıştır. 1980 ve 1990’lı yıllarda sistematik finansal krizde olan ülke sayısı doksan üçe ulaşmıştır. Küreselleşme ve finansal serbestleşmenin yaygınlaşmasında ve derinleşmesinde etkili olduğu bu krizler bazı ülkelerde halen devam etmektedir.

Genel olarak finansal sektör özel olarak bankacılık sistemi hızlı ekonomik büyüme ve gelişmenin başarılmasında önemli araçtır. Bankalar sadece parasal kontrol için bir kanal değildir. bununla beraber ekonominin yeniden yapılanmasında uzun dönemli sürdürülebilir makroekonomik istikrarın sağlanmasında etkili olan bir sektördür.

2.1. Krizin Değerlendirilmesi

Bankacılık sistemini etkileyen finansal krizler bankaların etkinlik ve verimlilikten uzak çalışmasına yol açmakla kalmamış, kurumsal yapıda da bozulmalara neden olmuştur. Bankacılık krizlerinin yayılma etkisi ile diğer sektörleri serbest bırakılarak, faizlerin düşürülmesi ile kamu borçlanma maliyeti azaltılmak istendi. Ama görünen odur ki, şimdi uygulanan politikalar da ilerideki daha derin krizlerin nedeni olacaktır. İç borçların 8 milyar Dolarlık kısmı döviz cinsinden konsolide edilerek,

i) Geri ödeme hacmi azaltılarak faiz oranlarını düşürmek;

ii) Döviz yaratarakdöviz talebini bastırmak;

iii) Bankaların açık pozisyonunu gidererek mali sistem düzeltilmek istendi.

Ancak,

i) Faiz oranları düşürülemediği gibi, döviz kurunun daha da artışı ile borçlanma maliyetleri sürekli arttı. Bu artış önümüzdeki yıl TL cinsinden iç borç stokunu daha da arttırdı.

ii) Ekonomideki dolarizasyonu artırarak, döviz talebini azaltmak yerine daha da arttırdı.

iii) Piyasayı fonlamak için iç borç geri ödemelerinden daha azını çekmek suretiyle piyasaya bıraktığı likidite, faizleri düşürmek yerine dövize giderek ve döviz talebini arttırarak kuru yukarıya doğru fırlatmaktadır.

Döviz kurunun hızlı artışı (% 133) ile birlikte ekonomideki beklenenden de hızlı küçülme (% 8-10) 2001 yılında ithalattaki hızlı daralma ile dış ticaret açığını azaltmış, ilk 6 ayda cari işlemler dengesi 0.5 Milyar Dolar fazla vermiştir. Yılın tamamı için ise 3-5 Milyar Dolar cari fazla beklenmektedir. Ekonomi büyürken ihracatın ve diğer cari işlemler kaleminin artışı ile cari fazla özlenen bir durum iken, ekonomi küçülürken verilen cari fazla iç talebin çöktüğünün bir göstergesi olmaktadır. Sadece finansal dengeleri gözeten bu uygulama reel sektörü çökertmiştir. Korkarız ki bu çöküntü 2002 yılı bütçe beklentilerinin gerçekleşmemesine yol açarak, bir yandan faiz oranlarını diğer yandan da dolarizasyondaki artışla beraber kur artışlarını zorunlu kılacak, ekonomi belki de hiperEnflâsyona yelken açacaktır. 2000 programı 2001 Krizine yol açarken 2001 programının da dış ekonomik ve siyasi gelişmelerle de birleşerek 2002 yılı krizinin nedeni olabileceği kuşkusunu yaratmaktadır.

Herkes derin bir ekonomik kriz içerisinde olduğumuzu, tarihimizin en derin krizini yaşadığımızı ifade ediyor. bu bağlamda, bir kriz ne kadar derinse alınması gereken önlemlerin de o kadar radikal olması gerektiği açıktır.

2.1.1. Finansal Kriz

Finansa! sistem bireylerin ve firmaların fonlarını üretken yatırım olanaklarına dönüştüren kanaldır. Bu dönüşümün sağlıklı olabilmesi fınansal piyasalardaki katılımcıların yatırım olanakları hakkında doğru vargılara sahip olmasına bağlıdır.

Burada oluşan asimetrik bilgi problemi, finansal sistemde iki temel problemi ortaya çıkarmaktadır: ahlakı risk (moral hazard) ve tersine seçim (adverse selection).

Tersine seçim finansal işlem gerçekleşmeden önce ortaya çıkar. Borç alırken yüksek risk alanlar yüksek faizi de ödemeye hazırdırlar, çünkü borcu ödeme konusunda daha isteksizdirler. Borç veren, borç almak isteyen tüm tarafların borç ödeme kalitelerini bilmediği için seçim yaparken hata yapabilir.

Ahlaki risk ise finansal işlem gerçekleştikten sonra oluşur. Ahlaki riskin oluşmasının nedeni borç alanın yüksek riskli projelere yatırım yapmasından kaynaklanır. Proje başarılı olursa borç alan için sorun yoktur. Projenin başarısız olması durumunda borç verenin zararı fazla olacaktır. Borç alanın aldığı borcu kendi kişisel harcamaları için kullanma ve projeye yeteri kadar güç harcamama riskleri vardır.

Finansal kriz ahlaki risk ve tersine seçim problemlerinin olması nedeniyle finansal piyasalardaki fonların üretken yatırım kanallarına etkin olarak dönüşememesidir.

2.1.2. Bankacılık Krizi

Finansal krizin iki önemli bileşeni bankacılık ve döviz krizleridir. Bankacılık sektörünün ülkelerarası farklılığı kurumsal ilişkiler, mülkiyet yapısı, ölçek farklılıkları, sektörel yoğunlaşma, sistemsel denetim, uluslararası mali standartların varlığı, teknolojik altyapı gibi özelliklerden kaynaklanır. Ancak gelişmekte olan ekonomiler benzer bankacılık sistemine ve sorunlarına sahip olduklarından bankacılık krizine yönelik genel tanımlar yapılabilmektedir. Caprio ve Klingebiel’e göre bankacılık krizi şu durumların her birinin ortaya çıkması ile tanımlanır.

i. Bankacılık sisteminin sermayesi pratik olarak yok olmuştur.

ii. Geri dönmeyen krediler toplam banka kredilerinin % 15-20’si civarındadır.

iii. Bankacılık sektöründe sıkıntıların giderilmesinin maliyeti (sermayenin yeniden yapılanması vs) GSYİH’nın en az % 3-5’ine ulaşmıştır.

Kaminsky ve Rcinhart, Camprio ve Kliengebiel’den farklı olarak bankacılık krizlerini “olaylarla” açıklarlar.

i. Bankacılık sisteminde kriz, banka kapatılması, birleşmeleri veya kamu tarafından el konulması ile ortaya çıkar.

ii. Kriz, kapanma, birleşme veya devlet tarafından el konmanın olmadığı, ancak en az bir önemli finansal kuruluşa büyük miktarda devlet yardımının yapılması halinde ortaya çıkar.

Bankacılık ve döviz krizleri birbirlerini iki yönlü etkileyebilmektedir. Döviz krizlerinin bankacılık krizine yol açabileceği iki ana kanal vardır:

i. i.Sterilizasyonun yokluğu kriz öncesi dönemde uygulanan sabit döviz kuru rejimi terk edilmeden önce spekülatif saldırılar sonucu uluslararası rezervlerin büyük ölçüde kaybolması ve bunun baz para stokunda ve kredi arzında ani düşüşlere yol açabilmesidir. Azalan kredi hacmi üretim üzerinde olumsuz etki yaratabilecek ve geri dönmeyen kredilerin artması bankacılık kriziyle sonuçlanacaktır.

ii. Döviz krizi ile birlikte gelen yerel paranın aşırı değersizleşmesi sonucunda, bankalar arasında büyük miktarlarda olan ve kur riskine karşı korunmamış döviz cinsinden borçların geri ödenme problemleri ortaya çıkabilecektir. Bankaların kendi döviz pozisyonları küçük olsa bile, uluslararası sermaye girişine açık olan bir ekonomide bazı sektörlerin (ticarete konu olmayan emlaksektörü gibi) döviz cinsinden borçları muhtemelen yüksek olacaktır Banka kredilerinin büyük ölçüde bu sektörlerce kullanılması ve borçuların yaygın olarak küçülen ekonomide ödeme güçlüğü ile karşılaşmaları, bankacılık sisteminin zayıflamasına yol açabilecektir.

Benzer biçimde bankacılık krizinin döviz krizine yol açmasını sağlayacak iki kanal vardır. Her iki durumda, açık veya gizli mevduat sigortasının varlığı ve bu yolla merkez bankasının sıkıntıda bulunan bankalara veya mevdu parasal destek vermek için likidite: sağlaması ile ilişkilidir.

i. Merkez bankası sağlanan likidite ile yurt içi kredilerin büyük ölçüde genişlemesine izin verebilir. Bu durumda spekülatif atak ile artar karşısında merkez bankası Yürürlükte olan döviz kuru rejimini (peg) terk ederek dalgalı kura geçebilir.

ii. Merkez bankası likidite genişletici parasal desteğini, büyük miktarlarda yapacağı yurtiçi borçlanma ile karşılayabilecektir Bu miktarın geri dönmeyen kredilerin oluşturduğu büyük bir portföye eşit olacağı varsayılır. Sonuçta piyasa oyuncularının, kamu otoritesinin artan borç yükünü Enflâsyon yaratarak veya devalüasyon yolu ile azaltmaya niyetli olduğunu anlamaları halinde bankalardan para çekişleri hızla artacak ve sistem zayıflayacaktır.

Bununla birlikte ekonomide hem bankacılık hem de döviz krizini birlikte etkileyecek genel makroekonomik şoklar her zaman olasıdır. Özellikle dünyada beklenmedik ani faiz yükselmeleri beraberinde ülke içinden önemli miktarda sermaye çıkışına neden olabilir. Bunun sonucunda bankalardan mevduat azalmaları bankaları etkilerken, merkez bankasının döviz kurunu korumak istemesi rezervler üzerinde baskı yaratacaktır.

2.2. Bankacılık Krizlerinin Nedenleri

Bankacılık sektöründeki krizler bir çok sebeple açıklanabilir.Bu nedenlerin bir kısmı bankacılık sektörünün yapısı ile ilgiliyken asıl neden ekonomideki temel göstergelerin istikrarsızlık göstermesinden kaynaklanmaktadır. Bankacılık sektöründeki krizler makroekonomik ve mikroekonomik olmak üzere iki ana başlıkta toplanabilir.

2.2.1. Makroekonomik Nedenler

Makroekonomik istikrarsızlık bankacılık sektörü dengesizliklerinin temel nedeni olarak gösterilmektedir. Varlık fiyatlarının özellikle emlak fiyatlarının alt üst olması, faiz oranlarındaki keskin artışlar veya döviz kurundaki düşüş veya süregelen durgunluk bankacılık sektöründe etkileyecektir. Aslında belirtilen olumsuzluklar birbiri ile ilişkilidir. Bu zorluklara ek olarak geçiş ekonomilerinde nisbi fiyatlardaki sert kaymalar veya sübvansiyonların kaldırılması bankacılık sektörünün etkisinin fazla olduğu sektörlerde daha fazla hissedilecektir.

İçsel makroiktisadi bozukluklar ekonominin genişleme dönemlerinde de görülebilir. Bankalar bu dönemlerde iyimser havanın da etkisi ile yeni projelere kaynak sağlar. Borçlanma sürecinde gayrimenkul sahiplerinin varlıklarının fiyatını yükseltince tüketimin refah etkisi ile bir çok iktisadi faaliyetin karlılığı artar.

Burada belirtilmesi gereken nokta, bankacılık sektöründe artan borçlanma ile fiyatların olması gerekenden daha fazla artması sonucu ekonomideki dalgalanmalar artmaktadır.

Finansal sistemin makroiktisadi şokları hiç bir kurumsal zarar almadan atlatmaları zordur. Ancak sistemdeki bazı bankalar ciddi iktisadi şoklardan bile zarar görmeden çıkmayı başarmaktadırlar.

2.2.2. Mikroekonomik Nedenler

Mikroekonomik nedenler, bankacılık sektöründeki yapısal ve yönetim parametrelerinin tamamını kapsamaktadır. Bu kapsamda bankacılık sektörüne hükümetin veya merkez bankasının direkt kontrolleri veya etkileri yer alır.

i. Yönetim

Her banka başarısızlığı yönetim hatasını gösterir, ancak yönetim hatası hiç bir zaman tek başına başarısızlığın nedeni olamaz.

ii. Yetersiz Altyapı

Bankacılık sisteminin başarısızlığında yetersiz altyapı tek başına neden olarak gösterilemez. Ancak muhasebe ‘ve denetimdeki kusurlar problemlerin algılanmasını geciktirebilir. Yasal altyapıdaki sorunlar mülkiyet haklarından veya bankaların alacaklarının gerçekleşememesinden oluşmaktadır.

iii. Serbestleşme/Yeniden Düzenleme

Finansal sistemdeki yeniden yapılanma ve serbestleşme iddialı bir hareket olduğundan bir çok soruna yol açar. Bu nedenle bankacılık sisteminin liberalleşmesi birden değil aşama aşama gerçekleştirilmelidir. Yeniden yapılanma ise daha fazla itina gerektirdiğinden yönetimin bu hareketin doğru gerçekleştirildiğinden emin olması gerekmektedir.

ıv Hükümet Müdahaleleri

Bankacılık kesiminin verdiği kredilere ve koşullara hükümet müdahaleleri bankacılık sektöründeki nakit krizini hızlandırmıştır.. Bu müdahale rekabetçi olmayan faiz oranlarının uygulaması ve/veya ekonomik olmayan projelere kaynak aktarımı şeklinde olabilir. Diğer bir potansiyel resmi harekette zorlayıcı kanuni karşılıkların istenmesi ve hükümet açıklarını fonlamak için bankacılık kesiminin hükümet tarafından kullanılmasıdır.

v. Ahlaki Risk (mora hazard)

Bankaların iflâs etmesine izin verilmeyeceğine ve zor zamanlarda finansal destek geleceğine dair genel bir beklentinin olması ahlaki riski ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda bankalar durumlarını iyileştirmek yerine hareketlerini şiddetlendirirler ve mevduat sahipleri de “iyi” ve “kötü” olanı birbirinden ayıramaz.

vi. Şeffaflığın Olmaması

Yeterli yasal düzenlemelerin olmamasından dolayı bankacılık sisteminde mevduat sahiplerine ve hissedarlara yeterli yeterli ve doğru bilgiye ulaşamamaktadır.

2.2.3. Bankacılık Krizinin Göstergeleri

Bankacılık krizleri genellikle fınansal serbestleşme öncesinde ortaya çıkar. Serbestleşme ile faiz oranları yeniden düzenlenirken bankacılık sisteminde yer alan diğer sınırlamalar kaldırılır. Bankacılık krizinin tahmin edilmesinde izlenecek göstergeler arasında şunlar yer alır: Reel döviz kuru, geniş para çoğaltanı, hisse senedi piyasası, üretim düzeyi ve reel faiz oranları.

Yerel para biriminin aşırı değer kazanması ihracatı kazançlı olmaktan çıkartacak ve döviz pozisyonunda bozulmaya yol açabilecektir. Hisse senedi piyasasında fiyat düşüşleri firmaların net değerleriyle birlikte, banka kredilerine dayanak olan “teminat” değerlerini de olumsuz yönde etkileyecektir. Reel faizlerin yükselmesi üretimi ve ekonomik büyümeyi düşürürken bankacılık sisteminde düşük kaliteli aktiflerin artmasına yol açacaktır.

Sistematik bankacılık krizleri. ortalama olarak, bu konudaki ilk olumsuz sinyallerin gelmesini izleyen 18 veya 6 ay içerisinde ortaya çıkmaktadır.

2.3. Bankacılık Krizlerinin Yayılması

Uluslararası sermaye hareketlerine açık bir ekonomide, yabancı yatırımcıların farklı ülke piyasalarında izlediği politikaların çeşitli kanallar ile ülke mali sistemine ve makroekonomik istikrara etkileri olabilmektedir.Bir ülke mali piyasasında yaşanan krizin diğer ülkelere yayılması üç kanaldan gerçekleşir.

i. Krizdeki ülkelere satış yapan yabancı firmaların taleplerindeki düşüşün yaratacağı gelir etkisi.

ii. Yabancı yatırımcıların bir başka piyasada uğradıkları kayıpları karşılamak için hisse senedi piyasasında yüksek satışları ve likiditeye seçme arzusu.

iii. Yabancı yatırımcıların aynı bölgede faaliyet gösteren firmaları yeniden değerlendirme eğilimleri.

Her üç kanaldan yayılan etki mali piyasaları kısa sürede olumsuz yönde etkileyecektir.

Bankacılık sektöründe krizle karşılaşan ülkelerin ortak özelliği, kriz öncesi dönemde artan dış borçlarıdır. Yeni borç temin edememe ve geri ödemelerde çıkan sorunlar yabancı yatırımcıların artan belirsizlik karşısında bölgeden veya ülkeden yatırımlarını çekmeleri, sistemin çökmesini hızlandırır. Artan dış borçlar ve bankacılık sektörünün üstlendiği olağanüstü yükümlülüklerin hükümetin karşılayabileceği maksimum garanti sınırını aşması, yabancı kreditörlerin bankalara yönelmeleri ve varlıklarını geri çekmeleri ile sonuçlanır.

Gelişen piyasalarda, özel kesimin sermaye akımlarını çekmeye yönelik teşvik edici verdiği garantiler krizlerin yaratıcısı olmuştur. Kısa vadeli sermayenin sağladığı olanaklar, özel ve kamu kesimini bu kaynaklan sorumsuz ve hesapsız teşvik ve garantilerle yurtiçine çekmeyi cazip kılmıştır. Uluslararası mali piyasalarda ortaya çıkan herhangi bir huzursuzluk kısa vadeli sermayenin derhal kendine güvenli bir liman araması ile sonuçlanmış ve ani sermaye çıkışı olan ülke finansal zorluklarla karşılaşmıştır. Uluslararası sermaye akımlarının artan boyutları, gelişmiş mali piyasalardan gelişmek teknoloji ve kurumsal yapı ihracını da artırmıştır. Finansal liberalleşme sonucu ülkeye giren yabancı bankaların rekabet baskısıyla yerli bankaların marka değerleri düşmüş ve bu bankalar Bilânçolarını bozan yüksek riskli, ve daha kısa vadeli kedilere yönelmişlerdir. Zamanla. zayıflayan ve kırılgan bir mali bünyeye sahip olan bu bankalara dış kredi verenler, kredi verdikleri bankaların kötüleşen durumunu görememiş ve kayıplara uğramışlardır. Bankacılık düzenleme otoriteleri ise ticari bankaların riskli işlemlerine müdahale etmemiş ve yabancı bankalardan kontrolsüz düzeyde dış borçlanma1arna göz yummuşlardır. Bunun sonucunda güvence istismar edilir olmuştur.

Finansal piyasalarda sistematik kriz büyük döviz ve faiz şokları ve genel ekonomik durgunluk sonucunda ortaya çıkar. Finansal ve reel sektörde yaşanan güçlükler, ödemelerin zamanında yapılamaması, borç kalitesinin düşmesi, faiz ve döviz kurunda oynaklıklar, hisse senedi fiyatlarında düşüşler ile ortaya çıkar. Bu yapıda beliren krizlerde firmaların kendi aralarında, hükümet ve ekonominin diğer kesimleri arasında, yabancı ve yerli yatırımcılar arasında koordinasyon problemi oluşur. Sistematik bir krizde yerli veya yabancı herhangi bir firmanın kazancı, sahibinin ve yöneticisinin en uygun davranışı genel ekonomik duruma bağlı olacaktır. Sorun yalnızca ekonomik birimlerarası ilişki ve davranış ile sınırlı kalmayıp sektörel düzeyde belirleyicidir. Finansal ve reel sektör birbirleriyle içiçedir. Sistematik krizde birbirlerinin davranışları, diğerinin likidite ve borcunu ödeyebilme gücünü etkileyeceğinden dolayı her iki tarafta da yeri ihtiyacı gösterecektir. Bu durumda devlet, yapılanmanın ana aktörlerinden biri gibi davranıp her iki taraf için oyunun kurallarını koymalıdır. Bu koşul ve yabancı yatırımcılar, firma sahipleri, çalışanlar ve devlet davranışlarının sonuçlarını bekleyecek ve kararlarını buna göre alacaklardır. Bu tür davranış biçimi, sistematik krizin ortaya çıktığı, yerli ve yabancı sermayeye ekonominin en çok gereksinim duyduğu zamanda söz konusu söz konusu aktörlerin karşılıklı etkileşim sonucu piyasadan çekilmelerini daha iyi açıklayabilecektir.

Kurumsal yetersizlikler, kriz ve krizin koordinasyonu problemini ortaya çıkaracak ve ilk anda müdahale edilememiş kriz derinleştirecektir. Bu durumlarda iflâslara izin verilmemesi, yeniden yapılanmanın yasal-idari çerçevesinin zayıflığı, finansal kuruluşlar ve şirketlerde muhasebe kurallarının yetersizliği borç verenlerin haklarının zayıf korunması, yargı etkinliğinin etkinliğinin sınırlandırılması gibi sorunların ortaya çıkması olasıdır.. Bunlara ek olarak finansal kuruluşlarda iyi ve deneyimli yönetici azlığı, yurt içinde yeniden yapılanma ve tasfiye uzmanlarının bulunmayışı ve fınansal kuruluşların geçmişinde bu tür yeniden yapılanmaların olmaması karşımıza çıkacaktır. Aynı zamanda hükümet cephesinden krizin derinleşmesinin nedenlerinden biri olarak hükümetin kendisinin güven sorunu ile karşılaşmasıdır. Ekonominin ve sistemin yeniden yapılandırılmasında parasal harcamalardan kaçınılması ve zaman tutarsızlığı ile sıkça karşılaşılmaktadır. Eşgüdüm sorununun karmaşık olması sistematik krizlerin çözümünü zorlaştıracaktır.

2.4. Bankalar ve Kamu Otoritesi İlişkisi

Gelişmekte olan ülkelerde fınansal sistemin genel özelliği fınansal kurumların çeşitliliğinin azlığı, fınansal varlıkların sınırlı olması ve önemli ölçüde hükümet müdahalelerinin bulunmasıdır. Bu ülkelerde formel olmayan fınansal yapılar da ticari bankaların yanında etkinliklerini sürdürebilmektedir. Bazı ülkelerde devlet, çeşitli aşamalarda yaptığı müdahalelerle bankalara yönelen fonları kontrol etmek, fiyat müdahaleleri ile banka kredilerinin dağılımını yönlendirmek veya bankaların faaliyetlerine çeşitli miktar kısıtlamaları getirmek istemektedir. Bu ve benzeri oranlarda farklı finansal araçlara ve farklı kurumlara yönelik uygulamalar aracı kurumlar olarak bankaların yaratacağı kredileri sınırlandırarak etkinlikten ve verimlilikten uzaklaştırmakta, tasarruf, yatırım ve ekonomik gelişmeyi olumsuz etkileyebilmektedir.

Bankacılık sisteminin özel bir yeri olan finansal sistem ülkeler arasında, finansal sistemin büyüklüğü, gelişmişlik derecesi ve derinliği açısından büyük farklılıklar gösterir. Bir ülkenin finansal gelişmişliğinin temel göstergelerinden birisi dar para ve geniş para arzının yurt içi gayrisafi milli hasılaya oranlarıdır. Diğer göstergeler arasında ödemelerde para kullanımı ve onun yakın ikamelerinin derecesi sayılabilir. Gelişmiş ülkelerde veya kişi başına gelirin yüksek olduğu ülkelerde finansal derinlik, gelişmekte olan ülkelere göre daha yüksektir. Bu finansal yapı içerisinde bankaların finansal aracı olarak temel işlevleri şunlardır:

ii. Hanehalklarının veya tasarruf sahiplerinin elindeki kısa dönemli likid tasarrufları firmalar tarafından çıkarılan likid olmayan yükümlülüklere çevirmek, yatırıma aracı olmak,

iii. Fonları, tasarruf sahipleri adına şu anda borç almak isteyenlere yönlendirmek ve potansiyel borç alacakları seçmek,

iv. Ekonomik birimler (firma, çalışan, alıcı, satıcı) arasında ödeme hizmetini sağlayıcı transfer faaliyetlerini yerine getirmek.

Bir çok gelişen ekonomide bankalar finansal aracı kuruluşlar olarak bu fonksiyonları yerine getirirken, yasal altyapı, düzenleyici ve denetleyici kurumlar ve muhasebe sistemleri açısından hala yetersiz ve şeffaflıktan yoksundur.

Bankacılık sisteminin yapısal özelliklerine ek olarak hükümetlerin izledikleri politikalar bankaları “finansal baskı” altında tutabilmektedir. Bir çok gelişmekte olan ülkede merkez bankaları ticari bankaların faaliyetlerini sınırlayıcı, cebri uygulamalarını sürdürebilmektedir. Faiz oranının belirlenmesine devlet müdahalesi, kısa dönemli devlet borçlanma senetlerinin piyasaya faiz oranından daha düşük oranda satılması, yasal olarak belirlenen likidite yükümlülüğü sınırlarının zorlanması, zorunlu karışıklıklara piyasa faiz oranından daha düşük oranlar uygulanması yapılan müdahalelere örnektir. Bu ve benzeri uygulamalar esas olarak bankacılık sistemi üzerinden alınan bir vergi olarak yorumlanabilir ve finansal baskı olarak adlandırılır. Finansal baskı genel olarak şu şekilde tanımlanır:

i. Nominal faiz oranlarına tavan konulması: Bu durum reel faiz oranlarının negatif olmasına yol açar ve finansal tasarruf ve yatırım kararlarında bozucu ters etki yaratır.

ii. Miktar kontrolleri ve selektif kredi dağıtımı: Bu durum üretim sektörleri, bölgeler ve faaliyetler arasında hükümetin gösterdiği öncelikler ile farklılaşmaya yol açar.

iii. Yüksek minimum karşılık oranları: Bankadaki mevduatlara uygulanan bu oranlarda farklı finansal araçlara ve farklı kurumlara yönelik çeşitlendirmelerin olması.

iv. Bankacılık sisteminin bir kısmının devlet tarafından doğrudan kontrol edilmesi. Bu durumda kredilendirmede politik faktörler standart verimlilik kriterlerine göre daha fazla yönlendirici olacaktır.

v. Ticari bankaların varlıklarının tahsisatında müdahaleler: Bankaların topladıkları fonların devletin isteği yönünde dağıtılması veya devlet iç borçlanmasında yasal likidite oranlarının zorlanarak devlete fon akımı sağlamak.

Ticari bankaların faaliyetlerinin fınansal baskı ile yönlendirilmesinde, faiz oranlarının uygulanan tavan faiz politikası ile piyasa denge faiz oranının altına baskı sonucu çekilmesi, ekonomiye dört yoldan bozucu etki yapacaktır.

i. Düşük faiz oranları bireylerin gelecekte yapacakları tüketimi, bugün yapma eğilimlerini arttırmak tasarruflarını azaltacaktır.

ii. Bankaların mevduata verdiği faiz oranının, bankacılık sistemi dışı enformel piyasalarda verilen faizlerden çok düşük kalması durumunda, bankaların arz edeceği fonlar azalabilecek ve bankaların finansal aracılık görevi zorlaşacaktır.

iii. Bankalardan düşük faiz oranı ile borçlanabilen yatırımcılar, göreceli olarak daha sermaye yoğun projeleri seçme eğiliminde olacaklardır.

iv. Piyasada oluşacak yüksek denge faiz oranında gerçekleşemeyecek düşük getirili pek çok proje, girişimciler tarafından bankalara sunulacak ve bankaların proje değerlendirme süreçleri yeterince dikkatli yapılmadığı sürece bu tür yatırımlar kaynak savurganlığına yol açabilecektir.

Sonuç olarak, bankacılık sistemini etkinlik ve verimlilikten uzaklaştıran devlet müdahalesinin amaçlarından birisi de hükümetin finansal sitemi kendi politikaları doğrultusunda kullanmak istemesidir. Bankacılık sektörüne gerek kamuyönetiminin etkinsizliği, gerekse de politik müdahaleler sonucu ticari bankalardan öncelikli ilan edilen sektörlere kredi vermelerinin istenilmesi, büyük miktarlarda yasal karşılıklar ve likiditetutma yükümlülüğü yolu ile kamu kesiminin fonlamaya zorlanması sık rastlanılan uygulamalardır. Bu tür yönlendirmeler sonucu bankalar asıl bankacılık faaliyet alanlarından uzaklaşacak ve hantal bir yapıya sahip olacaklardır. Gelişen ekonomilerin bankacılık sisteminde yeniden yapılanma ve düzenleme çalışmaları ile serbestleşen finansal sistemde etkisinin azaldığı görülen finansal baskı sonuç olarak iki önemli etki yaratacaktır.

i. Etkinsizlik artışı; müdahaleler ile oluşan ve finansal sistemin gelişmesini sınırlayan bu durumda mevduat ve kredi faiz oranları arasındaki fark açılır ve ekonomide tasarruf ve yatırımların azalmasına yol açar.

ii. Formel olmayan finansal aracı yapıların ortaya çıkması ve yaygınlaşması. Bu tür piyasaların varlığı ve ikame edici olması para politikalarının uygulanmasını zorlaştıracaktır.

2.5. Kriz Bankaları Nasıl Etkiler

Bankacılıkta krizden etkilenimin iki aşaması vardır. İlk aşamada bir veya birkaç banka, ardından da bankacılık sistemi etkilenir.İkinci aşamada kriz artık yayılmıştır, artan faiz ortamı, kredi maliyetleri ve kredi taleplerinin karşılanabilmesindeki yetersizlikler vb nedenlerle ekonominin çeşitli kesimlerini çok yönlü etkiler.

Bankacılık üzerine etkileri yukarda banka tahaccümü adını verdiğimiz müşterilerinin mevduat çekişleri talepleri ile başlar, ardından bankalar aynı anda birlikte gelen söz konusu talepleri karşılayabilmek için varlıklarını satmak zorunda kalır, ancak bu satışlar ortam nedeniyle denge satış fiyatının altında bir fiyat ile gerçekleşmektedir. Bir bankaya olan güvensizlik nedeniyle meydana gelen bu çekişlerden ortada kalan tasarruflar güvenilir olan başka barkalara ya da piyasalara kayacaktır.Önce tasarrufçular kaliteli banka arayışı içine girer, fakat daha ileriki boyutta ekonomideki tüm bankalara güvensizlik oluşmuş ise tasarruflar nakite yönelir. Bu aşamada tasarruflar ya güven telkin eden kamu menkul kıymetlerine kayar, ya döviz şeklinde tutulur, ya da yurt dışındaki bankalara kayabilir. Merkez Bankasının söz konusu aşamalarda yerinde müdahalesiyle kriz belirli noktada kırılabilir, aksi durumda ayakta kalmayı başaramayan zayıf bünyeli bankalardan ard arda iflâslar gelir, ayakta kalmayı başaran bankalar da olumsuz etkilenir çünkü artan faiz ortamı kısa sürede borç - alacak dengesini bozmuş olacaktır, yanı sıra bankaların kredi portföyleri de bozulacaktır.

Eğer tasarruflar güvence altında ise yani güvenilen bir mevduat sigortası söz konusu ise sadece sigorta kapsamı dışında kalan mevduat diğer banka ya da yatırımlara yönelecektir. Söz konusu bankanın mevduatları sınırsız güvence altında ise bu durumda zaten tek bir bankanın krizi dediğimiz Banka Tahaccümü söz konusu olmaz, bankalar ancak tüm fınansal sistem krizden etkilendiği aşamada krizin etkisi altına girebilir.

Bankalara olan güvenin daha sonraki boyutlarda tüm finansal sisteme yayılması sorunu daha ciddi boyutlara getirir. Nakit çekilişlerinin artmasının ardından harcamalar azalmaya başlar, çünkü para arzı azalmıştır, ve artık kriz ekonomide de etkisini göstermektedir. Ekonomide küçülme böyle bir sürecin ardından gelir.

Bu sırada Enflâsyonun tekrarlayan etkilerini sürekli hisseden ekonomide zaten nakit€ yönelme TL ye de dövize doğru kayacaktır. Banka endüstrisindeki krizin yayılması diğer 1üstrikre göre daha hızlı olduğundan ekonomide ürkütücü bir tehlikedir.

2.6. Kasım 2000 – Şubat 2001 Krizleri ve Bankacılık Sektörüne Etkileri

2000 yılı başında enfiasyonu düşürmek ve ekonomide bu e ortamını yeniden sağlamak amacıyla kapsamlı bir ekonomik program uygulamaya onulmuştur. Program kapsamında sıkı maliye politikası uygulanması ve yapısal refomıların hayata geçirilmesinin yanı sıra, Enflâsyonist bekleyişleri hızla aşağıya çekmek için döviz kurları hedeflenen Enflâsyona göre belirlenerek önceden açıklanmış ve para politikası likidite genişlemesini yabancı kaynak girişine bağlayan bir çerçeve oturtulmuştur.

2000 yılı başında uygulamaya konulan Enflâsyonla mücadele programı bankacılık sisteminin Bilânço yapısının şekillenmesinde de önemli ölçüde etkili olmuştur. Programın uygulanmaya başlamasıyla birlikte, bankacılık kesimi faiz oranlarının daha da düşeceği beklentisi altında yüksek faizli kaynaklara uzun süre bağımlı kalmamak yönünde hareket etmiştir. Diğer yandan, döviz sepetinin hedeflenen Enflâsyona göre belirlenerek önceden açıklanmış olması, yabancı para cinsinden kaynakları Türk Lirası cinsinden kaynaklara göre daha cazip hale getirmiştir. Bu çerçevede, bankaların bir bölümü kaynaklarının kısa vadeli ve döviz cinsinden, kullanımlarının ise uzun vadeli ve Türk Lirası cinsinden gelişmesi yönünde bir eğilim içine girmeye başlamıştır.

2000 yılında bankacılık sektörünün aktif yapısına da belirgin bir değişim gözlenmiş ve kredilerin payında önemli bir artış olurken, likiditesi yüksek ola menkul kıymet portföyünün toplam aktifler içindeki payı azalmıştır. Krediler içinde özellikle tüketici kredilerinde çok hızlı bir artış gözlenmiş ve tüketici kredileri bir önceki yıl sonuna göre yaklaşık 4 kat artış göstermiştir. Kredilerde dikkat çeken bir diğer gelişme, mevduattaki yapının tersine, yabancı para cinsinden kredilerdeki aratışın sınırlı kalması, Türk Lirası cinsinden kredilerin ise önemli oranda artış göstermesidir. Aktif v pasif yapısındaki bu gelişmeler sonucunda 2000 yılında bankacılık kesiminin likidite, faiz ve kur risklerine karşı duyarlılığı aha da artmıştır.

Bankacılık kesiminin piyasa risklerin arşı duyarlılığının daha da arttığı bir yapıda Kasım 2000 tarihinde yaşanan kriz sonucu faiz oranlarının önemli ölçüde yükselme özellikle aşırı gecelik borçlanma ihtiyacında olan kamu bankalarıyla TMSF kapsamındaki bankaların mali yapılarını daha da bozmuştur.

Kasım krizi sonrasında alınan önlemler ve yürütülmekte olan Stand By Düzenlemesinin 7,5 milyar dolar tutarında Ek Rezerv Kolaylığı ile desteklenmesi yönünde Uluslararası Para Fonu ile anlaşma sağlanması sonucunda mali piyasalardaki dalgalanmalar kısmen giderilmiş, Merkez Bankasının döviz rezervleri artmış ve faiz oranları kriz ortamına göre önemli ölçüde gerilemiştir. Ancak, Şubat ayında Hazine ihalesi öncesindeki olumsuz gelişmeler uygulana programa ve kur çıpasına olan güvenin tamamen kaybolmasına neden olmuş ve döviz talebi önemli ölçüde yükselmiştir. Merkez Bankası yüksek seviyede bu döviz talebine karşı likiditeyi kontrol etmeye çalışmış, ancak ortaya çıkan likidite sıkışıklığı özellikle kamu bankalarının aşırı düzeyde günlük likidite ihtiyaçları nedeniyle ödemeler sisteminin kilitlenmesine neden olmuştur. Bu ortamda uygulanmakta olan döviz kuru sistemi terk edilerek Türk Lirası dalgalanmaya bırakılmıştır.

Bu gelişmeler sonucunda bankacılı sektörünün içinde bulunduğu sorunlar daha da ağırlaşmış ve yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Kasım krizi sonrasında likidite ve faiz riski nedeniyle ciddi sorunlar yaşayan bankacılık sektörü Şubat krizi sonrasında ilave olarak kur riskinden kaynaklanan kayıplarla karşı karşıya kalmıştır. Kriz döneminde faiz oranlarındaki hızlı artış bir yandan fonlama maliyetlerini yükseltmek, diğer yandan menkul değerler cüzdanının piyasa değerini azaltmak suretiyle banka Bilânçolarını olumsuz yönde etkilemiştir.

Faizlerdeki yükselme, kısa vadeli fon talebi önemli boyutlarda ola kamu ve fon bankalarının ciddi zararlarla karşılaşmasına yol açmıştır. Likit olan özel ve yabancı bankaların faizlerdeki yükselme nedeniyle karşılaştığı fonlama zararları ise sınırlı kalmıştır. Konsolide bazda değerlendirildiğinde kamu bankaları Türk Lirasının değer kaybından etkilenmezken, özel bankalar kur riski nedeniyle bazı sorunlar yaşamıştır. Yaşanan krizlerin reel sektörde ciddi bir daralmaya yol açtığı dikkate alındığında önümüzdeki dönemde bankacılık kesiminin, aktif kalitesinin zayıflaması ve kredi riskinin artması ihtimaline karşı önlem alması kaçınılmaz olacaktır.

Kur rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak, ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik altyapıyı oluşturmak amacıyla Hükümet tarafından Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uygulamaya konulmuştur. Bu programın ana unsurlarından birisi bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması olarak belirlenmişti . Bu çerçevede önce BDDK’nın temel yapısı daha sonra da bankacılık sektörüne yönelik temel stratejileri ve sektördeki sorunlara yaklaşımındaki temel ilkeleri ve bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasına yönelik uygulama programı izleyen bölümde açıklanacaktır.

Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı

1980’li yıllardan itibaren serbest piyasa ekon isme geçişle birlikte Türk mali sistemi yeniden yapılanma sürecine girmiş ve gerek kurumsal gerekse yasal altyapı yönünden mali piyasalarda serbestiyi öngören önemli reformlar gerçekleştirilmiştir. Reform sürecindeki olumlu gelişmeler bankacılık sektörünü de olumlu yönde etkilemiş, bankaların daha rekabetçi bir ortamda çalışmasına olanak sağlanmıştır.

Reformlar, bankacılık ürün ve hizmetlerinin çeşitlenmesine ve yenilenmesine, kurumsal altyapı gelişmelerinin hızlanmasına ve bankacılık sektörünün mali sistemdeki payının hızla artmasına yol açmıştır. Ne var ki bir yandan ekonomik yapıda devam eden mevcut sorunların mali sektör üzerinde artan baskısı diğer yandan uygulanan makroekonomik politikaların bankaların risk algılama ve yönetim yapılarını olumsuz yönde etkilemesi ve mevduat sigorta sisteminin bankacılık sektöründe yarattığı ters yönlü teşvikler piyasa disiplinini zayıflatmış ve banka gözetim ve denetiminde uluslararası bankacılık standartlarının etkin olarak uygulanmaması sektörde önemli yapısal sorunların birikmesine yol açmıştır.

2000 yılına girerken Enflâsyonun düşürülmesi ve ekonomik büyümeye geçilmesi yönünde bütçe disiplini ve yapısal reformlara dayalı bir ekonomik program uygulamaya başlanmıştır. Bu kapsamda ekonomik performansı etkileyen kararlara ek olarak, mali sistemin güçlendirilmesini hedef alan ve bankacılık sektörünü doğrudan ilgilendiren çok önemli kararlar alınmış ve düzenlemeler yapılmıştır.

Programa, mali sektör reformları çerçevesinde bankaların mali bünyelerinin ve bankacılık gözetim ve denetim sisteminin güçlendirilmesi konusunda önemli adımlar atılarak başlanmıştır 1999 Haziran ayında Bankalar Kanunu’nda yapılan değişikliklerin ardından, Bankalar Kanunu’nda Aralık ayında ikinci kez önemli değişiklikler yapılmıştır. Yeni Kanun ve yapılan diğer düzenlemeler ile bankacılık mevzuatı uluslararası düzenlemelere, tavsiyelere ve özellikle Avrupa Birliği direktiflerine önemli ölçüde yaklaştırılmıştır. Bankaların denetiminde ve denetim sonuçlarının alınmasında etkinliğin arttırılmasına yönelik düzenlemeler yanında, risk yönetiminde uluslararası standartların yakalanması ve iç denetim sistemlerinin oluşturulmasına yönelik yeni düzenlemeler getirilmiştir.

Ne var ki mevcut yapısal sorunların bankacılık sektöründe fonlamada volatiliteyi artırması ve piyasa beklentilerine duyarlı hale getirmesi ile artan kırılganlık mali sistemde Kasım 2090 ve Şubat 2001 tarihlerinde

Ciddi krizlerin yaşanmasına neden olmuştur. Her iki krizden az önce açıkladığımız gibi, bankacılık sektörü önemli ölçüde etkilenmiş ve sistemin birikmiş mevcut sorunlarına çözüm bulunmasına yönelik arayışlarla Mayıs 2001’de Kanun’da tekrar değişiklik yapılmıştır. bankalar Kanunu’nun yanı sıra bankacılık faaliyetlerini düzenleyen bazı düzenlemeler de yeniden şekillendirilmiştir. Bankaların ve iştiraklerinin birleştirilmesini kolaylaştırmak üzere gerekli yasal düzenleme yapılmış ve kurumsal birleşme ve devirler için önemli vergi teşvikleri getirilmiştir.

2.7. Kriz Karsısında Farklı Bankacılık Sistemleri

Olası bir finansal kriz karşısında söz konusu ekonomideki bankacılık sistemi yoğunlaşmanın , olmadığı , küçük ölçekli ve tek ya da az şubeli bankalardan meydana geliyor ise, bu tür bankacılık sisteminde riskin yayılması ve tahammülü daha güç olduğundan sık sık banka iflâsları gündeme gelecek, ya da tasarruf sahiplerinin daha fazla etkilenimin önlemek amacıyla olu bir fona devirler olacaktır.

Diğer modelde mali yapısı güçlü, şube sayısı fazla olan, bir miktar coğrafi yayılımı bulunan bankalardan meydana gelmiş bir bankacılık sisteminde ise risk daha fazla dağıtılabileceğinden, söz konusu riskler azalacaktır, bankanın mali yapısının güçlü olması olası bir finansal krize olan direncini arttıracaktır.

Global bankacılık alanı incelendiğinde ; işletmeler ve bankaların arasındaki ilişkinin sadece kredi ilişkisine dayandığı Anglo- Sakson bankacılık modelinde olası bir finansal kriz halinde krizin ekonomiye yayılması daha yavaş olacaktır. Aksine Üniversal Bankacılık modelinde işletmeler ile bankalar arasındaki ilişki daha uzun vadeli kredi ilişkisine dayanmaktadır, ayrıca aralarında iştirak ilişkisi de bulunacağından olası bir kriz halinde ekonomiye daha hızlı yayılarak iflâsları beraberinde getirebilecektir.

Ayrıca Finansal Sisteme yeni getirilen reformlar ve kaldırılan sınırlandırmalar sonrası dönem, ekonomilerde özellikle bankacılık sistemi için çok önemlidir. Çünkü çeşitli Ülkelerdeki krizler incelendiğinde genellikle söz konusu dönemlere rastlamaktadır. Yeni reformların dengeli ve ekonominin alt yapısına uyumlu olması gerekir, yanısıra sık sık değişen vergiler, düzenlemeler ve özellikle kur sistemi bankacılık sisteminde ani ve önlenemeyen krizlere neden olabilir. Yani uyumsuz,yanlış zamanlamayla, yetersiz alt yapıyla ve yeterli desteği bulmadan yapılmış finansal yenilikler bankacılık krizinin yayılmasına ve daha faz]a kesimi etkilemesine neden olabilir. Sadece bir ülke ekonomisi içinde değil ileriki boyutlarda kriz artık finansal globalleşme ile tek pazar haline gelmiş olan dünya piyasasına da yayılmaya başlayacaktır. Bir ülkenin finansal sisteminde meydana gelen kriz, önce kendisiyle aynı gelişmişlik düzeyinde bulunan dahil olduğu gruptaki ülkelere yayılırken, ardından ticari ve finansal ilişkisinin bulunduğu diğer ekonomilere de yayılabilecektir.

2.8. Finans Al Krizin Etkileri

Firiansal krizin etkilerini aşağıdaki boyutlarda incelemek gerekir.

1) Piyasa Faiz Ortamı Üzerine Etkileri

2) Ödemeler Dengesi Üzerine Etkileri

3) Tüketim Harcamaları Üzerine Etkileri

4) Borsa Üzerine Etkileri

2.8.1. Piyasa Faiz Ortamı Üzerine Etkileri;

Bir ekonomide beklenen Enflâsyon oram ne kadar yüksek ise nominal faiz de o ölçüde yüksek olmaktadır.İstikrar arayışının olduğu dönemlerde yüksek Enflâsyon ile mücadele ekonomik programı olumsuz etkilemektedir. Enflâsyon oranını hızlı bir biçimde düşürmenin tek amaç olarak hedeflendiği tutum da olumsuz etkisini daha pahalıya ödetmiştir.

Enflâsyon ile mücadele çabaları dahilinde zaman zaman daha yüksek faiz ortamına sürüklenildiği ekonomimizde ve diğer bazı ülkelerde de gözlenmiştir.Bu durumda bütçe açıklarını kapamaya yönelen ekonomilerde iç borç stokunun piyasa faiz ortamına rakip sağlayacak orandaki faiz oranları hazinenin finansman maliyetlerini arttırmaktadır.Dolaylı olarak bu labirentte tekrar Enflâsyon yükselmektedir.

Faiz oran maliyeti krizi arttırır. Krizin başlangıç aşamasında yükselmeye devam eden faiz oranları işletmelerin finansman maliyetlerini yükseltir, kredi imkanlarını daraltır, kârlılığını azaltır. Tüketim mallarında fiyat artışı yanı sıra mallara olan talep de azalır, işletmeler dar boğaza girerken işten çıkarmalar başlar, işsizlik ekonomiyi sarar.

2.8.2 Ödem Dengesi Üzerine Etkileri:

Ekonomilerde kamu açıklarının ekonominin daraldığı dönemlerde arttığı, genişleme dönemlerinde ise azaldığım biliyoruz. Ekonominin canlanma döneminde, sonraki evre olan ekonominin genişlediği döneme göre kamu açıklarının düşmesi daha da hızlı olmaktadır.

Kamu harcamaları ekonominin krizden yeni çıktığı dönemde çok az artmaktadır, genişleme d hızı biraz artan kamu harcamalarının deprasyon dönemlerinde hızı maksi mum seviyeye yaklaşmaktadır. Dolayısıyla kamu açıklan daralma dönemlerinde daha fazla artmaktadır. Diğer taraftan kamu gelirleri de genişleme dönemlerinde canlanma dönemine göre daha az artmaktadır.

Monetarist bir yaklaşım ile artan kamu açıklarının piyasa faiz ortamını crowding-out etkisiyle yükselttiği söylenebilir. Özellikle iç borçlanmaya fazla ihtiyaç duyan kamunun iç borçlanma ihalelerinle faiz oranını talebi hazine kağıtlarına çekmek amacıyla yükselttiği görülmektedir. Ülkemizde de zaman zaman piyasa faiz oranının üzerinde faiz oranı ile iç borçlanma gerçekleşmiştir.

2.8.3. Tüketim Harcamaları Üzerine Etkileri:

Kriz döneminin en belirgin etkilerinden birisi tüketimdeki daralmadır. Ekonominin genişleme ve faiz oranlarının düşük olduğu evrede ucuzlayan kredili mal talepleri nedeniyle tüketim harcamaları özellikle dayanıklı tüketim mallarında artarken, kriz evresinde hızla yükselen faiz ortamı önce kredili mal taleplerini pahalılaştırması sebebiyle azalır, ardından önceden alınan krediler ödenemez duruma gelir, artan fiyat artışları, işsizlik ve daralan ekonomideki azalan talepler tüketimi azaltır. Ürettiklerini satamaz hale gelen işletmeler, kur farkları sebebiyle zaten artmış olan ithal girdi maliyetlerinin yüksekliği, ve borçlanma maliyetlerinin de etkisiyle üretimi kısarlar hatta durdurabilirler, sonucunda da işten çıkartmalar, ücretsiz izinler mevcut kapasiteyi azaltma gibi sonuçlar meydana gelir. Daha ilerideki aşamada ise mali yapısı zayıf olan işletmeler piyasadan silinirler. Yani ekonomide genel olarak istihsal, istihdam, ihracat ve katma değer azalır ve resesyon meydana gelir.

2.8.4. Borsa Üzerine Etkileri:

Makro ekonomik değişkenlerin IMKB üzerindeki etkisi yapılan araştırmalarla da kanıtlanmıştır.Menkul Kıymet Borsaları için gelecekteki beklenen nakit girişlerinin ve ıskonto oranları yatırıma yönelmede önemli bir karar etkenidir. Gelecekteki nakit girişlerinin ve iskonto oranlarının belirsizliği ise talep üzerinde olumsuz etki yaratır. Hisse senetlerinin fiyatları makro değişkenlerin ışığı altında gelecek hakkında artan belirsizliği yansıtır Ekonomilerdeki kriz dönemlerinde ve krize yakın tarihte borsalarda suni bir artış ve volatilite artmaktadır.

Beklentilerin gerçekleşmelerden daha önemli olduğu gelişmekte olan ekonomilerin menkul kıymet borsalarında ise belirsizlik daha fazla volatilite getirmektedir.

Kriz dönemlerinde menkul kıymet borsalarına en fazla etken olan değişken piyasa faiz ortamıdır. Çünkü değişen faiz oranları ile gelecekteki nakit girişleri konusundaki bekleyişler de değişmektedir.

Diğer taraftan krizden çok kısa bir süre önce artmaya başlayan faiz oranları ve özellikle de kısa dönemli faiz oranları menkul zaten belirsizlik ile risk yükünü almış olan menkul kıymet borsalarından fonların kaçışı ile sonuçlanır. İşlem hacmi oldukça daralan borsanın yanı sıra tasarrufla kısa dönemli faizlere yönelir.

Yükselmiş faiz ortamından ne kadar yara aldığı ve kriz ekonomisine ne kadar dayanacağı belli olmayan şirket hisse senetlerine karşı etkili miktarda talep azalışı olur.Bu dönemde zaten şirketlerin gelecekteki kar beklentileri de belirsizlik altındadır.Krizin ardından gelen 3- 6 aylık dönemde ise faiz ortamı gerilese de hisse senedi fiyatlarındaki değişkenlik yükselir. Bu noktada kısaca bankacılık sistemindeki paniğin finansal sistemi etkilemesinin ardından ileri boyutlarda borsanın çökmesine kadar devam edebileceğini söylemek mümkündür. Merkez Bankalarının varlığı ve yönlendirici etkisi ise eğer müdahale beklenen onucu veriyor ise söz konusu çöküşe zamanında engel olabilir ya da hızını kesebilir.

2.9. Bankacılık Krizini Önlemeye Ve Aşmaya Yönelik Yöntemler

2.9.1.Bankacılıkta Risk Ölçme Yöntemi

Globalleşen finansal piyasalar, sisteme eklenen yeni finansal araç ve ürünler, kur dalgalanmaları ve yasal düzenlemeler gibi elde olmayan etkileyici faktörler riskin gerçek boyutlarının belirlenmesi ihtiyacım ortaya çıkarmıştır.

Amerikan bankacılık sisteminde RMD adı verilen Riske Maruz Değer konusu üzerine 1980’lerden bu yana çalışmalar yapılmaktadır. RMD, spesifik bir güven aralığında ve belli bir ölçüm süresi içinde bir portföyün maksimum kaybedebileceği değer olarak tanımlanabilir.

Gelişmiş ülkelerdeki çoğu finansal kurum, RMD yi günlük risk ölçümünün bel kemiği olarak kutlanmaktadır. Üç çeşit RMD vardır, Göreceli RMD riski önceden belirlenmiş bir bençmarkın performansına göre ölçer, Marjinal RMD bir pozisyonun portföye nekar risk eklediğini ölçer ve Farksal RMD pozisyonun portföy içindeki ağırlığındaki tüm küçük değişikliklerin etkisini ölçer. Yine riskin tespiti ve ölçülmesinde Stres Testi adı verilen testler de anormal piyasa ortamlarında muhtemel ekonomik kayıpların tahmini için tasarlanmıştır.

Uluslararası fınansal piyasalarda meydana gelen bu gelişmeler, Türk bankacılık sektöründe de düzeltici bir değişmeye gitmenin önemine, işaret etmiştir. Ayrıca geçtiğimiz Kasım ve Şubat aylarında yaşanan krizler, piyasa riski yönetiminin uygulamalarının yerleşmesinin önemine bir kere daha işaret etmiştir Bankaların maruz kaldıkları piyasa riski iki kısımdan oluşmaktadır. Birincisi, hazine tarafından gerçekleştirilen alım-satım işlemlerinden kaynaklanan risk (trading risk), ikincisi ise Bilânçodaki aktif -pasif vade uyuşmazlığından ortaya çıkan faiz ski (structural interest rate risk).

Gelişmiş 1ke1erdeki finans sektörlerinde piyasa riski yönetimi konusunda endüstri standardı haline gelen RMD modelleri istatistiksel yöntemleri kullanarak, bir bankanın belirli bir vadede ve belirlenmiş bir olasılık dahilinde taşıdığı portföyde meydana gelebilecek maksimum değer kaybını ölçmeyi amaçlamaktadır.

2.9.2. Bankacılıkta Riskin Yönetimi:

Risk yönetimi bankalar içinstratejik öneme sahip bir konudur. Bankalar iyi çalışan bir risk yönetimi sayesinde, bir yandan risklerini kontrol ederek kayıplarını azaltır, diğer yandan da riske ayarlı kârlılık analizi ışığında daha kârlı ürünlerde büyüyerek, hisselerini değerlendirirler.

Risk yönetimini ciddi yürüten bankalar, kredi risklerini , piyasa risklerini ve operasyonel riskleri izlerler ve muhtemel krizlerde olabilecek kayıplarını önceden belirleyebilirler. Böylece bankaların risk ve getiri karşılaştırmasını önceden yapma fırsatları olur. Diğer taraftan banka üst yönetiminin risk yönetimine göre kararlar alması gerekir.

Burada kredi riski problemli kredilerden doğan kayıplardır, piyasa riski döviz kuru ve faiz oranı gibi piyasa fiyatlarındaki hareketler ile likidite darlığı sonucu doğabilecek problemlerdir. Bankaların alabileceği diğer riskler ise operasyonel riskler kavramı ile verilmiştir.

Genel olarak ticari bankaların aldığı en büyük risk kredi riskidir, ancak Türkiye deki bankalar için aynı şey söylenemez, onların aldıkları en büyük riskler piyasa faiz oranları ve kurların değişmesinden kaynaklanan risklerdir.

Bankacılı sektörünün önündeki en önemli adım risk yönetimi konusunda kavran ve yapısal değişimin tamamlanmasını sağlamaktır. Bu amaçla her kurum yasal düzenlemelerin bir gereği olarak risk yönetimin i düşünmemelidir. Gelişmiş istatistiksel ölçüm ve karşılaştırma teknikleri kullanılmalıdır. Modellerde mutlaka beklenmedik durumlara ilişkin senaryo hazırlanmalıdır, Riske göre performans ölçülmelidir.

2.9.3. Risk Yönetimi İle ilgili Yasal Düzenlemeler

BDDK 8.2.2001 tarihinde Bankaların t Denetim Ve Risk Yönetimi Sistemleri Hakkındaki Yönetmelik ile 10.2.2001 tarihinde Bankaların Sermaye Yeterliliğinin Ölçülmesine Ve Değerlendirilmesine İlişkin Yönetmelik başlıklı yasal düzenlemeleri yayınlayarak bankalarda risk yönetimi sistemine adım atmıştır.

Söz konusu Yönetmelikte adı geçen Risk Kavramı ; Bir işleme ilişkin parasal kaybın ortaya çıkması veya bir giderin ya da zararın meydana gelmesi sebebiyle , ekonomik faydanın azalması ihtimali olarak tanımlanmıştır.

Risk Yönetim Grubu; Bankanın karşı karşıya kaldığı risklerin sistemli yönetilemesi amacıyla oluşturulan, üst dizey risk komitesini ve faaliyet birimlerini ifade etmektedir. Yönetmelikte adı geçen risk yönetim süreci şu unsurlardan oluşmaktadır; Risklerin tanıtılması ve i Risk politikaları ve uygulama usullerinin oluşturulması ve uygulanması, Risk analizi ve izlenmesi, raporlanması, araştırılması ve denetimi, Yönetmelikle, bankanın tüm iştiraklerinin faaliyetlerinin konsolide mali tablolara girsin ya da girmesin risklerinin izlenmesi gereği de ifade edilmiştir..

Yönetmelikte söz konusu sk1e belirli ölçü ve ölçütler kullanılarak, sayısal y analitik bir biçimde ifade edilmesi istenmektedir. Burada üç kategori vardır. Birinci, İkinci ve Üçüncü Ölçüm Kategorisi. Yani; Tahmin Edilen Kayıp Veya Zarar, Tahmin Edilemeyen Kayıp Veya Zarar, Oluşturulan senaryo çerçevesinde stres altında tahmin edilen kayıp veya zarar.

Yönetmelikte Riske Maruz Değer ( Value at Risk); Elde tutulan bir portföy ya da varlık değerinin faiz oranlarında, döviz kurlarında ve hisse senedi fiyatlarındaki dalgalanmalar nedeni ile meydana gelebilecek de neticesinde maruz kalabileceği en yüksek zararı, belli bir güven aralığı ve zaman dilimini dikkate alarak ifade eden ve muhtelif istatistiki yöntemlerle ifade edilen değerdir.[13]

3. ULUSLARARASI BANKACILIK KRİZİ

Daha önce de değinildiği üzere, 1982 yılında bazı ağır borçlu durumdaki az gelişmiş ülkelerin uluslararası bankalara olan borçlarını ödeyememeleri sonucunda uluslararası bankacılık buhranı ortaya çıktı.

Bunun çeşitli nedenleri vardı. Birisi, uluslararası kredilere uygulanmaya başlanan değişken faiz sistemidir. Bu sisteme göre borç faizleri, piyasada geçerli faiz oranlarına göre belirli aralıklarla, örneğin her altı ayda bir, yeniden ayarlan maya başlanmıştı. Böylece reel faizlerdeki yükselme dış borçların büyük ölçüde artmasına neden olmuştu. Diğer yandan doların değerindeki artışlar da (dış borçların büyük bölümünün dolara bağlanması dolayısıyla) ağır borçlu ülkeler üzerindeki baskıyı şiddetlendirmişti.

Oysa daha önceki uygulama, uluslararası kredilere sabit faiz uygulaması biçiminde idi. Nitekim, 1970’lerin büyük bölümünde yüksek enf1inyon ve dolar değerindeki düşüşler ödünç alıcılar yönünden çok uygun bir ortam yaratmıştı. Çünkü fon talep edenler, yüksek enflâsyonun geri ödemelerde reel maliyeti düşürerek borç yükünü azaltmasını bekliyorlardı.

Dış borç krizinde etkili olan ikinci bir neden de 1979’da petrol fiyatlarında görülen ikinci sıçrama idi. Dış şoklara hızla uyum sağlayacak politikaların yokluğu karşısında, petrol ithal az gelişmiş ülkelerin dış açıklarında büyük artışlar olmuştu. Örneğin toplam az gelişmiş ülkelerin dış ödeme açığı 1980’de 62 milyar dolara, ertesi yıl da 67 milyar dolara yükselmiş ve dış finansman talebi çok büyük ölçülerde artmıştı. Uluslararası bankalar, az gelişmiş ülkelere yönelik fon akımlarını artırarak bu gelişmeye tepkide bulundular. Rakamsal olarak örneğin, az gelişmiş ülkelerin uluslararası bankalara olan borçları 1978’de 11 milyar dolardan 1982’de 44 milyar dolara. çıkmıştı.

Dış borç krizi üzerinde etkili olan bir diğer neden de kuşkusuz ki sanayileşmiş ülkelerin, özellikle ABD’nin izlemiş olduğu ekonomik politikalardır. Artan enflâsyon karşısında ABD, bir yandan genişletici mali politikalar, diğer yandan da sıkı para politikaları uyguluyordu. Bu ise Amerika’da reel faiz oranlarını yükseltmişti. Çoğu bankaların da uluslararası kredilerini finanse etmek üzere euro piyasalara yönelmeleri, faiz artışlarını hızlandırıyordu.

Bu arada sanayileşmiş ülkelerde baş gösteren ekonomik durgunluğa da değinmek gerekir. Bu ülkelerde görülen ekonomik duraklama, gelişmekte olan ülkelerin ihraç mallarına olan talebi hızla azaltmış ve bu ülkelerin dış borç ana para taksit ve faizlerinin ödenmesini daha da güçleştirmişti. 1982’de bazı az gelişmiş ülkelerde dış borç faiz ödemelerinin ihracat gelirlerine oranı yüzde 50’lere ulaşmıştı. Bu demektir ki ülkenin tüm ihracat gelirlerinin yarısı sırf faiz ödemelerine gidiyor, geriye kalan ise ancak zorunlu ithalat ile banka ödemelerine ayrılabiliyordu.

Uluslararası bankacılık sistemine ilk darbe, en ağır borçlu ülke, Meksika’nın 1982 Ağustos dış borçlarını düzenli ödeyemeyeceğini bildirmesi ile ortaya çıktı. Bundan kısa bir süre sonra ikinci ve üçüncü sıradaki en ağır borçlu ülkeler olan Brezilya ve Arjantin de aynı duruma düştüler. 1983’ün ilk baharına kadar 25 dolayında az gelişmiş ülke, uluslararası bankalara olan borçlarının üçte ikiye yakın kısmını ödeyemediler ve böylece de alacaklı bankalarla yeni ödeme planları (loan-rescheduling) görüşmesi yapmaya başladılar.

a. Bankacılık krizi: Çözüm Önerileri: Yukarıda sözü edilen gelişmeler karşısında bankalar, az gelişmiş ülkelere yeni kredi vermeyi derhal kestiler. Ayrıca dış borç sorununun çözümü yolunda bazı planlar ortaya atıldı. Bu planların birisi, 1985 Ekiminde zamanın Amerikan Hazine Bakanı James Baker’a aittir. Baker Planı onbeş borçlu, orta gelirli az gelişmiş ülkeyi kapsıyordu. Planda bu ülkelerin büyümeye yönelik yapısal reformlar yapmaları öngörülüyordu. Dünya Bankası, bunlara finansman desteği sağlayacak, ayrıca uluslararası ticari bankalar da sınırlı ölçüde taze kredi açacaklardı. Gelişmiş ülkelerden de piyasalarını az gelişmiş ülke mallarına açarak, onların reformlarına destek olmaları isteniyordu.

Baker Planı’nda güdülen amaçlar, az gelişmiş ülkelerin ekonomik büyümelerine yardımcı olmak, ödünç alma güçlerini artırmak ve uluslararası sermaye piyasalarına yeniden çıkmalarını sağlamak, biçiçimde özetlenebilir. Az gelişmiş ülkelerin çoğu vaat edilen politika değişiklik ve uygulamalarını gerçekleştirmekte geç kaldılar. Bankalardan daha da fazla kredi talebinde bulundular.

Baker Planı’nın borç krizini çözmede başarısız kalması karşısında halefi, Hazine Bakanı Nicholas Brady, 1989’da yeni bir plan ortaya attı. Brady Planı’nda bankaların mevcut alacaklarının bir kısmını silmeleri, buna karşılık borçlu ülkelerden devlet tahvilleri satınalmaları öngörülüyordu. Bu devlet tahvillerinin faiz ödemeleri ise IMFnin güvencesi altında, olacaktı. Diğer bir deyişle, Brady Planı’nda uluslararası bankaların bir yandan,, mevcut borçların bir kısmını silmeleri, diğer yandan da borçlu ülkelere yeni krediler açmaları ilkesi benimseniyor tekim bu plan sonucunda alacaklı durumundaki bazı uluslararası bankalar, alacaklarının bir bölümünü zarar göstererek az gelişmiş ülke borç piyasasından çekilmişlerdir..

1980’lerin başlarından sonra birçok borç erteleme veya borçları yeni ödeme planına bağlama anlaşmaları yapılmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi, krize ilk tepki olarak bankalar, az gelişmiş ülkelere yeni kredileri kesmişlerdir. Böylece alacaklı ve borçlu taraflar arasında yapılan ikili görüşmelerle bir kısım borçların faizi silinmiştir.

Bir kısım borçlar ise, geçmiş bölümlerde açıklandığı gibi, alacakların borçlu ülkelerdeki şirketlere ait hisse senetleri ile değiştirilmesi (debt-for-equity-swaps) yoluyla ödenmiştir. Bu sırada, dış borçların iskorıto ile alınıp satıldığı bir piyasa ortaya çıkmıştı. Özellikle bazı Orta Doğu ve Avrupa kökenli bankalar, Latin Amerika ülkelerinden olan tüm alacaklarını büyük iskontolarla satıp elden çıkartmayı tercih ettiler. Bunlar, kredi koşullarını yeniden düzenleyip borçlu ülkelere toparlanmaları için zaman tanımaktan yana olmayanların grubu idi. Söz konusu bankalar bunun yerine,, tüm kredileri hemen satıp Bilânçolarında zarar gösterme yoluna gitmişlerdi.

Tablo 17-1 Az Gelişmiş Ülkelerin Uluslararası Bankalara Toplam Borçları ve Borçların İkincil Piyasada Satış Fiyatı (Haziran 1986)

Borçlu Ülke

Toplam Banka Borçları (milyar dolar)

İkinci Piyasada Satış Fiyatı

Arjantin

49.6

63

Bolivya

4.2

7

Brezilya

104.5

76

Şili

21.5

68

Kolombiya

13.6

85

Ekvator

7.7

64

Meksika

97.3

60

Peru

142

20

Uruguay

4.7

64

Venezuela

36.5

77

Kaynak: Economic Review, Federal Reserve Barak of Kansas City, Jan. 1987, s.25.

Tablo 17-1’de başlıca borçlu ülkelerin toplam borçları ve ikinci piyasada çeşitli ülkelere ait bir dolarlık borcun sent olarak değerleri gösterilmiştir. Tablo’da, iskonto oranlarının büyüklüğü dikkati çekmektedir. Örnek olarak, Bolivya’nın 1 dolarlık borcunun değeri 7 cerıt’e ve Peru’nun 1 dolarlık borcunun değeri 20 cent’e kadar düşmüştü. Kuşkusuz, iskontıo oranının büyüklüğü borcun geri ödenmesine duyulan güvensizliği ifade eder.

1983 ‘ün sonlarından itibaren uluslararası borç krizi etkisini yitirmeye Dünya ekonomisindeki gelişmeler, az gelişmiş ülkelerin ihracat gelirlerini ve bu ülkeler borç erteleme anlaşmalarıyla yeni bir ödeme planına bağlanan borçlarını düzenli biçimde ödediler. Bir kısım borçla yukarıda belir gibi, karşılıklı anlaşmalarla silinmişti. Bir kısmı da yerli şirketlerin hisse senetleriyle değiştirildi. Bu gelişmelerden sonra bir kısım uluslararası bankalar yeniden az gelişmiş ülkelere kredi açmaya başladılar. Fakat bu krediler bir .. 1970’lerdeki düzeylere ulaşamadı.

b. Uluslararası banka kredileri ve ülke riski: Uluslararası kredilerle yurut içi krediler arasındaki başlıca farklardan birisi, kredi risklerinden ileri geliyordu. Normalde, bankalar kredi sözleşmeleri ile ödünç alanların kredi koşulları .. malarını denetimleri altına alırlar.

Oysa uluslararası krediler durumunda, ödünç alıcılar ya bağımsız devletlerin kendileridir, ya da onların geri ödeme olanağı bağımsız bir devletin denetimi altında bulunur. ödünç alanın egemen bir devlet olması, kredi sözleşmelerinin bağlayıcılığını geçersiz duruma getirebilir. Egemen devletler, normalde bankaların koydukları ekonomik ve mali politika kısıtlamalarını da kabul etmeyebilirler.

O halde, uluslararası kredilerde asıl sorun borç geri ödemelerinin nasıl sağlanabileceğidir. Alıcı, borcu aldıktan sonra kasıtlı olarak ödemezse ne olacaktır. Eğer borçlanan ülkenin, kredi alınan ülkede banka hesapları varsa, bu hesaplara el konması düşünülebilir. Nitekim siyasi ilişkilerin gerginleştiği dönemlerde bu yola zaman zaman başvurulduğu görülmektedir (ABD’nin kendi ülkesinde .. lara ait banka hesaplarını dondurması gibi). Ama eğer buna olanak bulunmazsa ne yapılacaktır?

Borçlu tarafı ödemeye zorlama konusunda şu ilke çok iyi bilinmektedir ki borcunu ödemeyi reddeden bir alıcı yeniden özel mali piyasalara girme olanağını yitirir. Bankalar, borçlarını ödemeyen alıcılara yeniden kredi açmazlar, alıcının bir bankaya olan borcunu yerine getirmemesi, diğer banka ve mali kuruluşlara karşı da bir örnek oluşturur. Dolayısıyla kredi itibarı kaybolur.

Sendikasyon kredilerinde de aynı durum söz konusudur. Birçok banka ve mali kurumun bir araya gelerek borçluya kredi sağlandığı durumlarda, ödünç alıcının bunlardan birisine karşı borcunu yerine getirmemesi, tümüne birden ödemenin yapılmamış olması ile aynı anlama gelir. bu da sonuç olarak, krediyi ödememe yaptırımının ağırlaştırılması gibidir. O bakımdan uygulamada uluslararası kredi borçlarının inkâr edilmesi fazla yaygın değildir. bunun yerine, … çok görülen, borç ana para ve faiz ödemelerinin geciktirilmesi veya daha uzun zamana yayılmasıdır.

Kısacası, bankaların ülke riski analizleri, geri ödeme isteği yerine, ödeme yeteneğinin bulunup bulunmaması üzerine dayalıdır. Ayrıca borçların ödenmemesi durumunda banka kaynakları azalacağından başkalarına da yeni kredi açılması güçleşir. Kitle halinde borçluların ödeme yapmamaları durumu ise uluslararası borç krizinin doğması demektir.

Uluslararası banka kredilerinin riskleri de ticari risk ve ülke riski olarak ikiye ayrılır. Ticari riskler (commercial risk) ekonomik hayattaki gelişmeler dolayısıyla yabancı ülkedeki borçlu müşterinin borcunu ödeyememesi olasılığıdır.

Beklenmedik ekonomik ve siyasal olayların, kredi almak isteyen ülke hükümeti veya o ülkeye ait özel işletmelerin borcu geri ödeme kapasitesini olumsuz yönde etkileme olasılığına da ülke riski denir. Ülke riski (country risk) siyasal risk ve döviz riski diye ikiye ayrılabilir. Bu konular hakkında önceki bölümlerde ayrıntılı bir açıklama yapıldığından burada yalnızca bir hatırlatma ile yetinilmiştir.[14]

4. ULUSLARARASI MALI KRİZLER, NEDENLER, SONUÇLAR VE ÖNLEMLER

Günümüzde mali krizler dünya ekonomisinin adeta ayrılmaz bir parçası durumuna gelmiştir. Petrol fiyatlarındaki artışa bağlı alarak 1982’de ortaya çıkan dış borç krizinden sonra dünyada ortaya çıkan bazı mali krizler şunlardır: 1992’de Avrupa Para Sistemi Döviz Kuru Mekanizması (ERM)’nın geçirdiği kriz, 1994 tarihli Meksika Krizi, yine aynı yıl Türkiye’de 5 Nisan Kararları diye bilinen önlemler, 1997 Temmuzunda Doğu Asya Krizi, 1998 Temmuzundaki Rusya krizi ve Türkiye’de UOÜ Kasım ile 2001 Şubat krizleri. Bu kesimde mali krizlerin kısa bir analizi yapılacaktır.

a. Krizlerin türleri ve nedenleri: Mali krizler döviz krizi, bankacılık krizi ve dış borç krizi biçiminde farklı türlere ayrılabilir. Döviz krizi, bir ülke ulusal parasına güvenin kaybolması dolayısıyla spekülatif fonların yoğun biçimde ülkeyi terk etme ye başlaması ve mevcut kurun sürdürülemeyerek ulusal paranın devalüe edilmesi veya tümden dalgalanmaya bırakılması biçiminde kendini gösterir. Döviz krizi sırasında merkez bankası aşırı talebi karşılamak için bir yandan piyasaya büyük miktarlarda döviz arz ederken diğer yandan da fon çıkışını caydırmak için yurtiçi faizleri yükseltme gibi önlemlere başvurulabilir.

Bankacılık krizi ise mali güvenin kaybolması dolayısıyla tasarruf sahiplerinin mevduatlarını geri çekmek için bankalara hücum etmeleri durumudur. Bankaların bu talepleri yerine getirememeleri ile baş gösteren mali panik, krize dönüşmüş olur. 1994 Meksika Krizi ve Türkiye’de 1994 5 Nisan Kararları sırasında bazı bankalar tasarruf sahiplerinin bu tür hücumlarına uğramıştı.

Bazen banka kapılarına bir yığılma ortaya çıkmaz, ama hükümet, potansiyel bir tehlikenin belirmesi sonucu mali yardımlarla, ya da diğer önlemlerle bankaları kurtarmaya çalışır. Çoğunlukla gelişmiş ülkelerdeki bankacılık krizleri bu şekilde oluşur (1980 sonları ve 1990 başlarında İsveç, Norveç ve Finlandiya gibi ülkelerde ve Japonya’da görülen bankacılık krizlerinde olduğu gibi).

Dış borç krizi ise dış borçlarını düzenli ödemekte olan bir ülkenin karşılaştığı dış ödeme sorunları dolayısıyla bu borçların ana para ve faizlerini ödeyememe (borç servisinin yapılamaması) durumuna düşmesidir. Genellikle resmi dış borçlar için kullanılır.

Bu farklı kriz türleri ayrı ayrı görülebilecekleri gibi bir arada da bulunabilirler. Genellikle bankacılık krizinin döviz krizini izleyerek ortaya çıktığı dikkat çekmektedir.

Bankacılık krizinin ileri boyutlara ulaşması durumunda, bankaların reel ekonomiye kaynak sağlama fonksiyonunu yerine getirememesi dolayısıyla ulusal ekonomi bundan zararlara uğrayabilir. Bankacalık krizinde bankacılık kesimindeki yasal düzenlemelerin yetersizliği ve denetim yokluğu gibi etkenlerin rolüde olabilir.

1980 başlarında mali liberalleşme ile birlikte sanayileşmiş ülkelerde bankalar arasında yoğunlaşan rekabet, bu kuruluşların yüksek getiri arayışlarına yol açmış ve sonuçta yeni gelişmekte olan ülkelere yatırımları özendirmiştir. Dışarıdan yoğun likidite girişleri ise az gelişmiş ülkelerdeki bankaları, kredilerini aşırı biçimde genişletmeye yöneltmiştir. Ancak iç piyasadaki yüksek kredi talebi ve sahip oldukları geniş fon olanakları, bankaları kredi açarken daha az dikkatli davranmaya yöneltmiş, böylece de bankaların kredi portföylerinde şüpheli alacakların artmasına neden olmuştur.

Bankacılık kesimindeki sorunlar genellikle enflâsyonist dönemlerde fazla dikkat çekmemektedir. Ancak ekonomi daralmaya başladığında bu sorunlar kendini göstermekte ve hatta bir krize dönüşebilmektedir. Çünkü enflâsyonun önlenmesi için talep hacminin daraltılması ile birlikte, birçok firma ödeme güçlüğü içine düşmekte, böylece de bankalardan alınan kredilerin önemli bir payı geri ödenememekte ve kriz başlamış olmaktadır. Bunu bir anlamda enflâsyonda “aşırı ısınmış” bir ekonominin Enflâsyonun düşürülmesi ile “soğutulmaya” başlanmasının doğurduğu kriz biçiminde düşünmek olanağı vardır.

Yakın tarihlerde IMF’nin üye ülkelerde bankaların güvenilirliğini artırmaya yönelik yasal düzenlemelere ağırlık vermesi bununla ilgilidir. Alınması vurgulanan önlemler arasında bilânçoların saydamlığı, uluslararası standartlara uygun muhasebe uygulamaları, vs yer almaktadır.

Mali krizlerin ortaya çıkışının önlenmesinde aşırı dış ödeme açıklarından kaçınılması, kamu finansman açıklarının giderilmesi, Enflâsyonun makul düzeylere indirilmesi ve ulusal paranın aşırı değerlenmesinin önüne geçilmesi gibi önlemlere başvurulur. Bununla birlikte günümüzdeki mali krizlerin ortaya çıkması ve bunların yayılmasında etkisi olan en önemli faktörlerden birisinin kısa süreli uluslararası sermaye akımları olduğu bir gerçektir.

b. Kısa süreli yabancı fon akımları: 1980’lerden sonra ülkeler bireysel olarak ulusal mali piyasalar üzerine konulan kısıtlamaları kaldırarak bu piyasaları serbestleştirmişlerdir. Diğer yandan bankacılık tekniklerinde, iletişim ve haberleşme teknolojilerindeki gelişmelerle, fonları bir ülkeden diğerine aktarmak ucuz ve sıradan işlemler durumuna gelmiştir. Bu gelişmelerin sonucunda ise tüm uluslararası mali piyasalar adeta bütünleşmiş ve mali küreselleşme adı verilen olay yaşanmaya başlamıştır. Böylece, örneğin faiz oranlarında ve döviz kurlarında beklenen gelişmelere göre fonlar, anında ve kitleler halinde bir piyasadan diğerine kaymaya başlamıştır. Bu tür kısa süreli fon akımlarına alışılan deyimle “sıcak para fonları” da denir.

Aslında mali küreselleşmenin doğurduğu uluslararası fon akımlarının olumlu yönlerini gözden uzak tutmamak gerekir. çünkü bu sayede mali yatırımcı, artık yalnız kendi ülkesinin dar piyasası ile sınırlı kalmaktan kurtulmuş ve elindeki fonları tüm dünya piyasalarında değerlendirme olanağına kavuşmuştur. Diğer yandan, kısa veya uzun vadeli fon talep edenler de bu fonları en uygun koşullarla dünya piyasalarından elde edebilecek bir esnekliğe sahip olmuş Bu ise ekonomik teori açısından mali fonların en çok ihtiyaç duyulan, ya da en verimli kullanılan alanlara yönlendirilmesi demektir ki, bunun dünya kaynaklarının etkin kullanımına katkıda bulunacağına kuşku yoktur.

Bununla birlikte, özellikle kısa süreli yabancı fonların çok hareketli ve istikrarsız olması, bu fonların yoğun olarak girdiği ve çıktığı ülkelerde mali sorunlar yaratabilmekte ve bu sorunlar kriz boyutlarına ulaşabilmektedir. Günümüzde kamu finansman açığı yaşayan bazı ülkeler, yüksek reel faiz politikası izleyerek bu açıkları borçlanma ile karşılama yoluna gitmektedirler. Yüksek reel faizler, kısa süreli yabancı fonların ülkeye girişini özendirir. Böylece, kısa süreli yabancı fon girişleri hem döviz açığını, hem de bütçe açığını azaltır ve ülkeye geçici bir nefes aldırır.

Fakat bu fonların faizi ile birlikte ve kitleler halinde ülkeyi terk etmeye başlaması ile sorun kendini gösterir. Fonların ülkeden ayrılmaya başlamasının nedenleri, mali güvenin kaybolması, dünyanın başka bir yerinde faizlerin yükseltilmesi, yatırım yapan ülkede ulusal paranın aşırı değerlenmesi ve bir devalüasyon olasılığının belirlenmesi, vs ile ilgili olabilir.

Hangi nedenle olursa olsun, kısa süreli fonların aniden ülkeden kaçmaya başlaması, ev sahibi ülkenin de artan döviz talebini karşılayacak dış rezerve sahip olmaması, veya IMF gibi uluslararası kuruluşlardan yeterli finansman sağlanamaması bir döviz krizine neden olabilmektedir. Döviz piyasasında başlayanpanik mali piyasalara olan güveni sarsarak yatırımcıları bankadaki mevduatlarını geri çekmeye ve ellerindeki menkul değerleri satmaya yöneltmeleri ile bir banka ve borsa krizi durumuna dönüşebilir. Ayrıca aynı baskıların kendi ülkelerinde de yaşanacağından endişe duyan diğer ülkelerdeki yatırımcılar da benzer davranış içine girince kriz başka ülkelere yayılmış olur.

Kısacası, günümüzde mali küreselleşmenin yol açtığı ani ve şiddetli fon akımları mali krizlerin sık sık ortaya çıkmasında ve yayılmasında önemli derecede etkili olmaktadır. Bununla birlikte mali krizler için gerekli ortamın hazırlanmasında yine büyük ölçüde ülkelerin uyguladıkları makro ekonomik politikalardaki dengesizliklerin rolü olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu konuda, özellikle kamu finansman açığının yüksek faizli borçlanma ile finanse edilmeye çalışılması ve aşırı değerlenmiş kur politikası uygulamalarının etkilerini de belirtmek gerekir.

c. Aşırı değerlenmiş ulusal paralar: Hatırlatmak gerekir ki yüksek faiz politikası uygulayan ve ulusal parasını sabit veya yönetimli dalgalanmada olduğu gibi istikrarlı tutan bir ülkede uygulanan bu politikalar kısa süreli yabancı fon girişlerini özendirici etkide bulunur. çünkü yabancı sermayenin en çok endişe ettiği nokta, yüksek faiz gelirinden yararlanırken öngörülmeyen bir kur yükselişi dolayısıyla zarara uğrama olasılığıdır. Ülkenin geleneksel olarak istikrarlı bir kur politikası sürdürmesi (ulusal para aşırı değerlenmiş olmakla birlikte) yabancı sermayenin bu endişelerini bir ölçüde giderebilir. Kuşkusuz böyle bir ortamda ülkeye giren kısa süreli fon akımları sonuçta bir mali kriz yaratmışsa bunun sorumluluğunu istikrarlı kur uygulamasına yüklemek de doğru değildir. çünkü, istikrarlı kur uygulamasının uluslararası ticari ve mali ilişkileri geliştirici etkileri inkâr edilemez.

Asya Krizinde aşırı değerlenmiş kur politikası uygulamalarının önemli etkisi vardır. Kriz ilk kez 1997 Haziran ayında Tayland’da ortaya çıkmıştı. Fakat belirli dalgalanma marjı içinde dolara bağlanmış olan bu ülkede, dış ticaret açığı kısa süreli yabancı mali sermaye girişleri ile karşılanıyordu. Ticaret Bilânçosu açık verirken önceleri ülkede bir döviz darlığı görülmüyor, hatta döviz rezervlerinde birlik sağlanıyordu (yabancı mali fonların etkisiyle). Ancak bu tarihte Tayland’ın para .. bah’tın aşırı değerlendirildiğini fark eden yabancı yatırımcılar, ulusal paranın olası devalüasyonundan zarara uğramamak için fonları, dolara çevirtip ülkeden kaçırmaya başladılar. Sonuçta Tayland, piyasadaki döviz talebini karşılayamayınca parasını devalie etti, panik yine de durulmayınca parasını serbest dalgalanmaya bıraktı.

Tayland’da döviz piyasasında panik biçiminde başlayan bu kriz kısa zamanda bölgede sabit kur sistemi uygulayan Malezya, Endonezya, Filipiner ve Güney Kore’ye yayıldı. Kriz ayrıca döviz piyasası ile sınırlı kalmayıp bankacılık kesimine de sıçradı ve tüm mali piyasaları etkisi altına aldı. Mali piyasa krizi, özellikle döviz çıkışının durdurulması için faizlerin yükseltilmesi ve kredi kapılarının kapatılması sonucu, bu ekonomilerde büyük bir talep daralması yaratarak reel ulusal hasılatın düşmesine ve işsizliğin yaygınlaşmasına neden olmuştur.

Bir yıl arayla 1998 Ağustos’unda Rusya’da başlayan krizde de kamu açıklarının kısa süreli borçlanma ile karşılanmaya çalışılmasının büyük etkisi olmuştur. Bu amaçla çıkartılan hükümet bonolarının önemli bir bölümü yabancıların elinde bulunuyordu. Yabancı yatırımcılar bu ülkeye yatırım yaparken Rusya’nın “iflâs etmeyecek kadar büyük” (too big to fail) bir ülke olduğunu düşünmüşlerdi. Ancak yanıldılar ve Rus Hükümeti’nin aşırı boyutlara ulaşan kısa süreli borçların ödenmesini erteleme kararı alması üzerine mali kriz patlak verdi.

Rusya Krizinin önemli bir sonucu yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülke yatırımlarını artık çok riskli olarak kabul etmeleri, portfolyolarında bu ülkelerin menkulleri satmaya başlamaları ve yeni yatırım yapmaktan da kaçınmalarıdır. Kısacası Rusya Krizi, az gelişmiş ülkelerin yabancı piyasalardan borçlanmasını güçleştirmiş ve dış borçlanmanın maliyetini yükseltmiştir.

1994 Meksika ve Türkiye krizlerinde de benzer özellikler görülmektedir. Artan kamu açıkları yüksek faizli borçlanma ile karşılanmış, bu arada ulusal para aşırı değerlendirilmiştir. Sonuçta ülkeye önemli ölçüde kısa süreli fon girişi olmuş, ancak bu fonların ülkeyi terk etmeye başlaması ile mali kriz baş göstermiş ve ulusal paralar da devalüe edilmiştir. Türkiye’de 5 Nisan 1994 kararları ile TL devalüasyonun yanında, kamu harcamalarının kısılması ve vergilerin artırılması yönünde önlemler alınmıştır. bu önlemler de ekonomiyi şiddetli bir daralma sürecine sokmuştur. Şubat 2001 Krizi sırasında da para sepetine (1 dolar artı 0.77 eurodan oluşan) banka sabit kur sistemi terk edilerek TL dalgalanmaya bırakılmış ve böylece de piyasalar büyük değer kayıplarına uğramıştır.

O halde özetle, günümüzde yaşanan mali küreselleşme ile birlikte mali krizler de uluslararası ekonominin temel bir özelliği durumuna gelmiştir. Mali krizlerin ortaya çıkmasında yüksek Enflâsyon, kamu finansman açıkları, aşırı değerlenmiş Banka politikaları, bankacılık kesiminin zayıflığı gibi etkenlerin rolü vardır. Ancak krizlerin hem başlatılması, hem de yayılması açısından denetimsiz uluslararası sermaye (özellikle kısa süreli sermaye) akımları büyük bir önem taşır.

d. Krizin reel ekonomiye etkileri: Mali krizler, yalnız mali kesimle sınırlı kalsalardı doğuracakları ekonomik zarar o derece yüksek olmayabilirdi. Oysa bu krizler ve uygulanan yüksek faiz, harcama daraltıcı politikalar toplam talebi düşürerek birçok firma ve işyerinin iflâsına, ülkede reel üretimin düşmesine ve iş artmasına neden olabilmektedir. Ayrıca kriz, ithal daralmaları yoluyla diğer ülkelere yayılmakta, dünya ticaret hacmini düşürmekte ve dış dünyada da benzer sonuçlana ortaya çıkmasına ortam hazırlamaktadır.

Yukarıda da açıklandığı gibi, Uluslararası Para Fonunun başlıca görevlerinden birisi mali krizle karşılaşılmaması için önlemler almak, kriz doğduğunda da etkilenen ülkelere yardımda bulunmak ve uluslararası mali sistemin gelişmesini sağlamaktır. Şimdi IMFnin bu konudaki faaliyetlerinin değerlendirilmesine geçelim.

e. IMF’nin kriz politikaları: IMF’nin, sağlayacağı kredilerle, koyduğu ilkeler ve yüklendiği gözetim fonksiyonu ile uluslararası krizlerin önlemesi amaçlanmaktadır. Ancak geçmiş uygulamalar IMF’nin geleneksel politikalarının mali krizler karşısında çok başarılı olmadığını göstermektedir.

Gözetim fonksiyonu çerçevesinde yapılan danışma toplantılarında ilgili ülkenin tüm para, maliye, döviz, iç ve dış borçlanma, vs. gibi politikaları gözden geçirilir. ilgili ülkeye krizden kaçınması alınması gereken önlemler ve yapılması gereken politika de konusunda önerilerde bulunulur.

IMF, kriz içindeki ülkelere kısa süreli mali yardım sağlar. Bu yardımlar bir çok yönlerden eleştirilebilir. Şöyle ki, geleneksel olarak IMF kredileri, kriz başladık tan sonra verilmiştir. Bu ise krizin ekonomiyi sarsıcı etkilerinin ortaya çıkması demektir. Ancak 1997’deki Ek Rezerv Kolaylığı Hesabı ve daha sonra oluşturulan Acil Önlemler Hesabı ile bu politikalarda değişiklik yapılmak istenmiştir. Sözü edilen krediler olası bir kriz durumuna karşı önceden verilirler.

Ayrıca IMF’nin kredi verirken öne sürdüğü geleneksel ‘şartlılık ilkeleri de kriz koşulları ile çelişmektedir. Kredi alan ülkenin harcama daraltıcı ve faizleri yükseltici politikalar uygulaması, toplam talebi daha da düşürerek içinde bulunduğu kriz ortamını daha da derinleştirir.

Bundan da öte, IMFnin açtığı krediler ülkeyi terk eden yabancı fonlara ödeme amacıyla kullanılır (merkez bankasının piyasada yaptığı döviz satışları ile). Bu ise bir çok yönlerden sakıncalıdır. Önce, yabancı yatırımcılar bir kriz durumunda IMF’nin desteği ile fonlarını geri çekebileceklerini bilmenin rahatlığını yaşarlar. Böylece, adeta verdikleri bir yatırım kararının riskini üslenmekten kurtulmuş olurlar. Bu ise onları dış yatırıma karar verirken gerekli özeni göstermemeye (moral hazard) yöneltebilir.

Ayrıca, IMF kredileri krizden asıl zarara uğrayan yerli üreticilerin derdine de çare olmamaktadır. İçerdeki talep daralması ve faizlerdeki 5nemli yükselme dolayısıyla birçok firma zarara uğramaktadır. Firmaların banka borçlarını ödeyemediği, iflâsa sürüklendiği ve üretimlerini kıstığı bir ortamda ülkede işsizlik de artmış ve yoksulluk yaygınlaşmış duruma gelir. IMF kredilerinin ise bu durumdaki insanlara pek az yararı dokunmaktadır.

f. Kısa süreli sermaye akımlarının sınırlandırılması: Krize karşı en iyi politika krizlerin ortaya çıkmasını önlemektir. Bu da ülkelerin ekonomik ve mali politikaları arasında bir uyum ve işbirliği sağlanması, ülke içinde sürdürülemez makro ekonomik dengesizliklerin önlenmesi, bankacılık kesiminin güçlendirilmesini, istatistik bilgilerin doğru ve zamanında sağlanabilmesi gibi uygulamaları gerektirir.

Ancak yakın bir gelecekte ülkelerin ekonomik ve mali politikaları arasında işbirliği sağlanması olasılığı zayıf bir olasılık olarak görülmektedir. O bakımdan mali krizlerin önlenmesi açısından ülkelerin kısa süreli yabancı fonların giriş ve çıkışlarını belirli ölçüde sınırlandırma yoluna gitmeleri de alınabilecek önlemler arasında düşünülmelidir. Aslında sermaye hareketleri üzerine kota konması geçmişte sanayileşmiş ülkelerde de yaygın olarak uygulanmıştır. Bu sayede ülkeler denetimsiz sermaye giriş ve çıkışlarının doğuracağı zararlı etkilere karşı bir ölçüde kendilerini korumuş olurlar.[15]

5. SONUÇ


ÖZGEÇMİŞ

1984 yılında Antalya’da doğan Sevil TOY İLKOKULU VE ORTA OKULU Konuksever İlköğretim okulunda ve Liseyi Hızır Reis Ticaret Meslek Lisesi’nde okumuştur.

Sevil TOY’un annesi ev hanımı, babası Antalya SSK Hastanesinde çalışmaktadır. 8. sınıfa giden bir kız kardeşi vardır.

Sevil TOY 2003 yılında girdiği Süleyman Demirel Üniversitesi Atabey Meslek Yüksekokulu İktisadi ve İdari Bilimler Bölümü Bilgisayarlı Muhasebe ve Vergi Uygulamaları Programında halâ 2. sınıf öğrencisidir. Yabancı dili İngilizce’dir.



[1] Dr. Mehmet Takan, Bankacılık Teori Uygulama ve Yönetim, Mart 2001 – Adana.

[2] Fonksiyonlar ve İşlemler açısından Bankacılık, Yrd. Doç. Dr. Mikail ALTAN, ISBN 975 – 486 – 458 - 6, Ekim 2001 – İSTANBUL.

[3] Dr. Ekrem Keskin, Melike Alparslan, Emre Alpan İnan, “Bankacılar Dergisi, Türkiye Bankacılar Birliği!, ISSN 1300 -0217, Sayı 49, 2004.

[4] Yrd. Doç. Dr. Timurhan GÜR, “Para ve Finansal krizler Öncü Göstergeleri”, H.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt 20, Sayı 1, 2002, s. 9-36.

[5] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman BENLİ, Öğrt. Gör. Gökhan SÖNMEZLER, “İşletme ve Finans, Haziran 2002.

[6] http://www.geocities.com/Unetlcengrenciler/yazi/m-serkan 02a.htm.

[7] http://www.gencbilim.com/ödev/gencbilim-iktisat-000064.html.

[8] http://www.gencbilim.com/odev/gencbilim-iktisat-000017.html.

[9] http://www.gencbilim.com/ödev/gencbilim-iktisat-000064.html.

[10] http://dergi.iibf.gazi.edu.tr/pdf/5304.fdf.

[11] Prof. Dr. M. Tuba ONGUN, “İstikrar Arayışında Kriz Bir Değerlendirme” GÜİİBF Dergisi 1302-2024, 2001.

[12] Prof. Dr. Halil Seyitoğlu “Uluslar arası Finans Geliştirilimesi”, 4. Baskı, İst. 2003.

[13] Gazi Üniversitesi, İBF Dergisi, 2/2001, s. 15-30.

[14] Prof. Dr. M. Tuna ONGUN, “İstikrar Arayışında Krize Bir Değerlendirme”, GÜİİBF dergisi, 2001, s. 1302 – 2024.

[15] Prof. Dr. Halil Seyitoğlu Uluslararası Finans Geliştirilmesi, 4. Baskı, , İst. 2003.

0 yorum: