', ' öğrenmeye hoşgeldiniz: ZİYA PAŞA

15 Ekim 2007 Pazartesi

ZİYA PAŞA

ÖNSÖZ

Ziya Paşa, 19. yy’da Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından biridir. Başarılı bir idareci ve büyük bir fikir adamı olan Ziya Paşa edebiyat alanında da önemli eserler bırakmıştır. Ziya Paşa üzerinde şimdiye kadar yapılan araştırmalar O’nun siyasi kişiliğinden çok edebi yönü esas alınarak yapılmıştır. Bu bakımdan O’nun tarihi bir perspektif içinde ele alınması, edebi ve fikri değerlerinin yanında tarihi ve siyasi fonksiyonlarının da ortaya çıkarılarak değerlendirilmesi lazımdır.

Yaptığım bu çalışmamda Ziya Paşa’nın, 19.yy Osmanlı siyasi tarihi içerisindeki oynadığı mühim rolü ve bıraktığı derin izleri incelemeğe çalıştım. Ancak gerek kaynakların yetersiz olması, gerekse mevcut kaynakların O’nun edebi kişiliği üzerinde yoğunlaşmış olması hazırlamış olduğum bu çalışmanın yetersiz kalmasına sebep oldu.

Bu çalışmamda benden yardımlarını ve teşviklerini hiçbir zaman esirgemeyen Yrd. Doç Dr. Hasan BABACAN ‘a, hocalarıma, maddi ve manevi anlamda daima yanımda olan aileme ve arkadaşlarıma teşekkürlerimi bir borç bilirim.

Azize KARAKUŞ

Isparta 2001

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ. i

İÇİNDEKİLER.. ii

GİRİŞ. 1

I. BÖLÜM... 3

ZİYA PAŞA’NIN ÇOCUKLUĞU VE MEMURİYETLERİ 3

1. Ziya Paşanın Doğumu. 3

2. Ziya Paşa’nın Çocukluğu ve Okul Hayatı 4

3. Ziya Paşa’nın Memuriyetlikleri 8

3.1. Mabeyn Katipliği 8

3.2. Saray Dışındaki İlk Memuriyetleri 9

3.3. Kıbrıs Mutasarrıflığı 10

3.4. Amasya Mutasarrıflığından Önceki Görevleri 10

3.5. Amasya Mutasarrıflığı 11

3.6. Canik Mutasarrıflığı 15

3.7. Yeni Osmanlılar Öncesindeki Hayatı 15

II. BÖLÜM... 19

ZİYA PAŞA’NIN AVRUPA'DAKİ HAYATI 19

1. Abdülaziz Devri Türkiye’sine Bakış. 19

1.1. Tenkit Edilen Durumlar 21

2. Yeni Osmanlı Hareketi ve Ziya Bey. 23

2.1. Hareketin Fikri Temelleri 23

2.2. Bir Gizli Cemiyet 25

2.3. Mustafa Fazıl Paşa’nın Faaliyetleri 28

2.4. Ziya Bey’in Avrupa’ya Geçişi 30

2.5. Ziya Bey’in Paris Hayatı 32

2.6. Ziya Bey’in Londra Hayatı 34

2.7. Ziya Bey’in İsviçre Hayatı 38

III. BÖLÜM... 40

SİYASİ HAYATI VE VALİLİKLERİ 40

1. Ziya Paşa’nın İstanbul’daki Son Yılları 40

1.1. Ziya Bey’in Masonluğu. 42

1.2. Medrese Talebelerinin Ayaklanması 42

1.3. Abdülaziz’in Hal’i ve V. Murad’ın Cülusu. 44

1.4. Sultan V. Murad’ın Saltanatı ve Ziya Bey. 45

1.5. Meşrutiyete Doğru. 46

2. Ziya Paşa’nın Valilikleri 48

2.1. Suriye Valiliği 48

2.2. Konya Valiliği 49

2.3. Adana Valiliği 50

SONUÇ.. 52

BİBLİYOGRAFYA.. 55


GİRİŞ

Tanzimat’la birlikte uygulanmaya başlayan eğitim ve iletişim politikaları beklenmeyen bir sonuç ortaya çıkarmıştı: Batıdakilere benzeyen, devlet katlarının dışında çalışan bir aydınlar grubu. Bu grup; 19.yy ortasında Avrupa’da ortaya çıkan ideolojik ayaklanmaları yakından görmüş ya da bunlardan etkilenmiş ve Osmanlı Devleti’nde 1860’larda edebi manifestolarla başlayan yani reform evresinin öncülerini oluşturmuştur. Genç Türkiye’nin ilk liderleri politikacılar değil ozanlar ve yazarlar olmuştur.

İşte bunların içinde gösterebileceğimiz önemli bir kişi de Ziya Paşa’dır. Ziya Paşa, 19.yy’da yaşamış Abdülmecid’in son yıllarından itibaren Türkiye’de çeşitli hizmetlerde bulunmuş, yurt dışında ve içinde Osmanlı İmparatorluğu’nu ilgilendiren mühim siyasi olaylara karışmıştır.

Eski Osmanlı kültürü kadar, yabancı dil bilgisine de sahip olan Ziya Paşa, bu bilgisi sayesinde Avrupa dünyasına açılan kapıyı aralayan ilk Osmanlı bürokratlarından birisi olmuştur.

Osmanlı Devletin’deki mutlakiyet idaresini, meşruti idareye kavuşturmak için kurulan “Genç Osmanlılar Cemiyeti”nin önemli isimlerinden olan Ziya Paşa, gerek bu cemiyet içinde yaptığı çalışmaları, gerekse edebi alanda verdiği özgün eserleri ile I. Meşrutiyetin hazırlayıcılarından olmuştur.

Genç Osmanlılar’ın düşünceleri anayasacı liberalizmden, modernist İslamcılığa, hatta olgunlaşmamış bir Türkçülüğe ve sosyalizme kadar çeşitli görüşleri içeren zengin bir yelpaze oluşturur. Daha da ilginci bütün bu görüşlere çoğun bir kişilik içinde rastlanabilmesidir.

Kararlı bir batıcı olmayan Ziya Paşa; Batı dillerini öğrenmenin önemini ısrarla belirtmekle beraber, her uygarlığın kendine has özelliği bulunduğunu düşündüğü için , Batılı edebi örneklerin taklidini tasvip etmiyordu. Ziya Paşa, gayrimüslimlere eşit statü tanınması konusunda da hiç de şevkli değildi. Fakat Ziya Paşa, kültürel ve dini muhafazacılığına rağmen, uygun bir şekilde örtülü olarak ifade ettiği Frenk fikirlerini izlemeyi de küçük görmedi.

Bütün bunların yanında Ziya Paşa’yı Yeni Osmanlılar Grubunun diğer üyelerinden ayıran en önemli özelliği Türkiye için muğlak bir parlamenter mekanizma kurmaya çalışırken, aynı zamanda Yeni Osmanlılar’ın isyanından uzak durmaya çalışmasıdır. Kaleme aldığı Rüya adlı esrinde Ziya Paşa’nın tavsiye ettiği hükümet tasarısı, O’nun monarşik ilkeye saygısını oldukça açık bir şekilde yansıtmaktadır. Bir millet meclisinin kurulması teklifine rağmen, bu teklifi, Hükümdar’ın meşru bağımsızlığının hiç bir şekilde kısıtlanamayacağı ifadesi bile belli başına anlamlıdır.

Sözünü esirgemeyen, cesur, insanları tenkit etmekten çekinmeyen, hırslı, zeki,bilgili, gayretli bir kişiliğe sahip olan, iki şehzadenin hocalığını yapan, Abdülaziz Han gibi bir hükümdarın çok yakınında bulunan Ziya Paşa, Türkiye’nin o dönemde son derece ihtiyaç duyduğu bir insan olduğu halde, Türkiye’de onun kabiliyet ve liyakatına uygun bir yer sağlanamadı.

Edebiyattan gazeteciliğe, eğitimden çocuk terbiyesine kadar el atmadığı alan kalmayan Ziya Paşa, eksik veya yanlış; doğru veya isabetsiz, Osmanlı cemiyetindeki müesseselerin değişmesi gerektiğini ve bu değişikliklerin Avrupa uygarlığı karşısındaki konumunu tartışma malzemesi yapmıştır ve Osmanlı düşün hayatına batıyı getirerek, aydın bir Osmanlı geleneğinin başlangıcını oluşturmuştur.

I. BÖLÜM

ZİYA PAŞA’NIN ÇOCUKLUĞU VE MEMURİYETLERİ

1. Ziya Paşanın Doğumu

Ziya Paşa Boğaziçi’nde, Kandilli mevkiinde dünyaya gelmiştir.[1] Babası, Galata Gümrüğü katiplerinden Erzurumlu Feridüddin Efendi’dir.[2] Ziya Paşa babası Feridüddin Efendi’den şöyle bahsediyor: “ Benim pederim Galata Gümrüğünde kâtip ve işini gücünü iyi bilir ve vazifesiyle kanaat eder bir merd-i muhâsıb idi.” Diğer bir yerde de: “Rütbe ve servetçe büyük bir familyadan “ olmadığını bildiriyor. Annesi Itır Hanımdır. Babası Feridüddin Efendi ise Erzurum’a bağlı İspir kazasının Kerap köyündendir.[3]

Ziya Paşa’nın adı hususunda kitaplar arasında ihtilaf vardır. Bazı kitaplar onu “Abdülhamid Ziya” , bazıları “Abdülhamid Ziyaüddün” diye tanıttıkları halde; bazı kitaplarda da bu iki kelimenin yer değiştirdiği görülmektedir.[4]

Şairin asıl adı Abdülhamid Ziyaüddin’dir. Başlangıçta nüfus siciline uygun olması gereken bu ad, onunla ilgili resmi kayıtlara girmiş, zamanla evinde kullanılmış olduğunu tahmin ettiğimiz kısa adıyla şöhret bulduktan sonra kendisi de yazılarında Ziya’yı tercih etmişti. “Ziyaüddin Abdülhamid” veya “Ziya Abdülhamid” şekli yanlıştır.

Ziya Paşa’nın doğum yılı konusunda Fatih Efendi ile Ebuzziya Tevfik Bey arasında uyuşmazlık vardır. Fatih Efendi 1829 yılında, Ebuzziya Tevfik Bey ise 1825’te doğduğunu bildirmiştir. Sicill-i Ahval defterinde Ziya Paşa’nın hal tercümesi bulunmadığı için, resmi kayıtlara bakarak doğruyu tespit etme imkanından mahrum bulunuyoruz.[5]

Türk araştırmacıları, çoğunlukla Ebuzziya Tevfik tarafından verilen tarihi kabul ederek, 1825’i Ziya Paşa’nın doğum tarihi olarak göstermişlerdir. Ancak. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil yaptığı araştırmalarla Ziya Paşa’nın 1829 yılında doğmuş olduğuna işaret eden deliller bulmuştur.

Bunları şöyle açıklayabiliriz:

Mr. Gibb, Harabat önsözündeki: Sinnim ki çihl ü çihari geçti.

Atı alan Üsküdar’ı geçti.

beytine dayanarak Ziya Paşa’nın doğum tarihini 1829 olarak almıştır. Bu önsöz 1873’te yazıldığına göre, söz konusu yılda yaşının kırk dördü geçtiğini bildiren şairin 1829’da doğması gerekir.

Ziya Paşa’nın 1829’da doğduğunu gösteren başka bir ipucu daha vardır : Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Padişah’a sunduğu Arz-ı hal’inde ikinci defa Kıbrıs mutasarrıflığına tayininden bahsederken:

“........Halbuki otuz sekiz yaşında düşmanlarımın tatyib ve terfihi içün beyhude yere can vermek dahi istenilür şey olmadığı gibi ..........” diyor.[6] Bu cümleden Ziya Paşa’nın 1829 yılında doğduğunu çıkarabiliriz. Çünkü Ziya Paşa ikinci defa Kıbrıs Mutasarrıflığı’na 8 Mayıs 1867 tarihinde tayin edilmişti.[7]

2. Ziya Paşa’nın Çocukluğu ve Okul Hayatı

Jean Jacques Roussea’nun Emile adlı terbiyesi eserini Türkçe’ye çeviren Ziya Paşa, bu esere yazdığı önsözde kendi çocukluk hayatı ile ilgili bir hayli bilgi vermiştir.[8]

Ziya Paşa’nın küçüklüğü İstanbul Kandilli’de geçmiştir. Kandilli, o zamanlar Boğaziçi’nin en sakin semtlerinden biriydi. Defter-i Amaline göre, Ziya Paşa ilk defa Kandilli’de öğrenime başladı. Bu sırada Ömer adlı bir Çerkez köle ile mektebe gidip gelirdi ki, on yedi on sekiz yaşlarındaki bu Çerkez delikanlı aynı zamanda evin sokak hizmetlerini de görüyordu. Ancak kölesi kendisine örnek olmuş, üstelik onu komşulara ait bağ ve bahçelerden meyve çalmaya teşvik etmiştir.[9]

Ziya Paşa daha sonra Defter-i Amal adlı eserinde başından geçenleri şöyle anlatır: “Köle memleketinde hırsızlıkla terbiye olunduğundan kiraz, üzüm, mevsimlerinde beni bağlara götürür, kendi eli yetiştiği meyvelerden çalardı; birlikte yerdik. Tahminime göre altı yedi yaşlarında idim. Bir gün köle ile beraber Kapudan-ı Esbak Damat Halit Paşa’nın Kandilli üzerindeki vaki bağlarından, Havuzlu Bağ derler, bir bağına gittik. Bağın etrafı dikenli çalılarla çevrili olduğundan köle giremedi. Elindeki sopa ile çalıları aralayarak güçlükle bir küçük delik açabildi. Bana : “ben buradan sığamam sen küçüksün, içeri gir, yanındaki kütüklerden üzümleri koparıp bana ver; birlikte yiyelim” dedi.[10]

Yazının devamından anlıyoruz ki, üzüm hırsızlığı esnasında küçük Ziya, Halil Paşa’nın emriyle kavaslarından Kandillili Ahmet Bey tarafından yakalanmış, Paşa’nın emriyle huzuruna götürülmüş, doğru sözlülüğünden dolayı Paşa tarafından takdir edilmiş, evine yollanmıştır. Bu olaydan sonra babası, köleyi azad ederek memleketin göndermişti. Bu arada Ziya Paşa’nın ailesi İstanbul’a taşınır. Bu taşınma Ziya Paşa için yeni bir hayatın başlangıcıdır. Zira, Ziya burada yeni bir mektebe başlar.[11] Bu, Reşid Paşa tarafından kurulan iki yüksek okuldan biri olan,[12] 2. Mahmud’un Süleymaniye Camiinde açtığı orta dereceli bir okuldur.[13] Ziya Paşa, Mekteb-i Edebiyye adındaki bu okula devam ederken ailesi, terbiyesi ile ilgilenmesi için elli ellibeş yaşlarındaki bir şahsı lala olarak tutmuştur.[14]

Ziya Paşa Defter-i Amalinde bu konuda şunları yazmıştır:

“......... Bizim lala, Kayseriyye kazası dahilinde Efke karyesinden olup, yeniçeri devrinde taşra vüzerasına iç ağalığı etmiş; ve çok şey görmüş oldukça dünyayı anlamış, hakikatte pişkin ve edip evlat harisi bir adamdı. Şu kadar ki gece ve gündüz derdü fikri beş on kuruş kazanıp bir gün evvel memleketine gitmek ahir vaktini çoluk çocuğuyla beraber geçirmekten ibaret olmağla para hanesi gelince, lala her türlü hayatı insaniyyeyi unuturdu. Mesela peder merhumun lalaya ve bana birinci tavsiyesi, camii havlısına gidip çapkınlarla oynamamak iken her gün mektepten çıkınca şeriklerimle beraber biz soluğu Süleymaniye camii havlısında alırdık. Eğer lala biraz titizlik edecek olursa pederden aldığın gündelikten cebimde kalan yirmi para yahut otuz kırk parayı eline şıkıştırırdım; derhal yüzü gülüp: “Haydi ben ikindi namazını kılmadım,sen biraz oyna, ben de namazı kılayım!” derdi ve namazdan sonra ekseriya son cemaat yerinde uykuya varıp bir iki saat beni halime erk ederdi. Sonra avdet edeceğimizde niçin geciktiğimizi şayet peder sorarsa ikimizin cevabı bir olmak için birlikte yalan hazırlardık.[15]

Ziya Paşa Çerkez kölenin ve lalası İsmail Ağa’nın kendisi üzerindeki tesirlerini şöyle anlatıyor: “işte, eğer köle biz de kalıp da ben onunla daima düşüp kalkmış olsaydım, başı açık bir hırsız olmazsam da mutlaka afifmanzar mürtekiplerden biri bulunurdum. Eğer lalanın iyiliği galip olmayıp da yalnız paraya irtikap ile beni heva ve hevesime terk etseydi ben şair olmayıp baldırı çıplak bir tulumbacı olurdum.”[16]

Ziya Paşa hakkında yazılan çoğu eserde özellikle edebiyat tarihçileri tarafından şairin Beyazıt Rüştiyesinde okuduğu belirtilmektedir. Ancak Ziya Paşa’nın çocukluk hatıraları arasında Kandilli mahalle mektebinden sonra, Mekteb-i Edebiyye dışında bir öğrenim kurumunda ders gördüğüne dair hiçbir işaret yoktur.[17]

Mekteb-i Edebiyye de bir ara seçmeli olarak Farisi dersinin okutulması uygun görülmüştür. Ve bunun için İsa Efendi adında, zamanın alimlerinden sayılan bir Farisi hocası da tayin edilmiştir. Farisi dersine karşı her velinin tepkisi aynı olmadığından derse devam edecek öğrencilerin velilerinden muhakkak müsaade belgesi getirmeleri de şart koşulmuştur.[18]

Ziya Paşa bu dili, lalası İsmail Ağa’nın teşvikiyle öğrenmiştir. Hatıratında şöyle diyor: “ Benim mektebe gönderileceğim vakit peder Merhumdan ‘sakın olmaya ki Farisi okuyasın! Zira her kim okur Farisi, gider dinin yarısı’ deyu almış olduğum nasihat kulağımda küpe olduğundan, Farisi’ ye heves şöyle dursun, okuyanlara da dinsiz nazarıyla bakardım “Lalası gizlice şaire: “ Farısın her şeye lazım olduğunu, ve dine dokunmaksızın okunmasının mümkün olduğunu ve her Farisi okuyan dinsiz olmayıp hatta İsa Efendi’nin pek mütedeyyin adam olduğunu” söylemiş; imkan olsa kendisinin bile ak sakalına rağmen Farsça öğrenmek isteyeceğini, babasının yasak etmesinin, o dili bilmemesinden ileri geldiğini, Farsça öğrenmediği takdirde, imtihanda arkadaşları arasında geri kalacağını ilave etmiştir. Böylece Farsça’nın lüzumuna inanan Ziya Bey, o hafta derslere başlamıştır[19]

Ziya Paşa ile ilgili hemen hemen bütün eserlerde onun Arapça ve Farsça’yı tutulmuş olan hocalardan öğrendiği yazılı bulunmaktadır. Ancak bu hususi derslerin kimler tarafından ve nasıl verildiği hakkında hiçbir bilgiye tesadüf edilmemiştir. Ayrıca ailenin mali durumu Ziya’yı hususi hocalarda okutacak kadar yeterli de değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bu konuda, Defter-i Amel’de de hiçbir bilgi yoktur. Ziya Paşa’nın Arapça bilgisi gerçekten kuvvetlidir. Farsça’yı ise yukarıda izah edildiği gibi Mekteb-i Edebiyye’de öğrenmiştir. Bu duruma göre Ziya Paşa her iki lisanı da kendi gayretiyle öğrenmiştir. Bu duruma göre Ziya Paşa her iki lisanı da kendi gayretiyle öğrenmiştir diyebiliriz.[20]

İfadesine göre şairin ilk okuduğu eser Aşık Ömer Divanı’dır. Aşık Ömer Divanı’dır. Aşık Kerem’i, Aşık Garb’ı Gevheri’yi de okuyan Ziya Paşa bir müddet sonra, onlara nazireler ve bazı okul arkadaşlarına da hicviyeler yazmaya başladı.[21]

Ziya Paşa Mekteb-i Ulum-ı Edebiyye’deki öğrenimini 1845 yılında tamamlayarak aynı yıl veya 1846 yılının ilk aylarında Bab-ı Ali’ye girmiş, Sadaret-i Uzma Mektubi Odası’nda görev almıştır.[22] Ziya Bey Sadaret-i Uzma Mektubi Odası’nda dokuz veya on yıl kalmıştır. Fakat Şair, Bab-ı Ali’de geçen bu dokuz on yıl içinde maaş alamamış; her çeşit masraflarını babası karşılamıştır. Kaleme girdiği yıllarda Ziya Paşa’nın edebi zevki de değişmeye başlamıştır. Daha önce saz şairlerine ilgi gösteren şair, bundan sonra divanlar okumaya başlamıştır .Bu devrede rehberi, meşhur Davud Fatih Efendi’dir. (1813-1867) İkisi de Bab-ı Ali’de aynı yerde çalışıyorlardı.[23]

Ayrıca Ziya Bey bu yıllarda devrin şair ve alimlerinin toplanıp, edebi ve ilmi bahisler üzerinde sohbet ettikleri Şair Lebib Efendi’nin Konağına da gitmiştir. Bab-ı Ali hayatının sonuna doğru, divan şiirinin çeşitli hünerlerini tasarruf edebilecek derecede bu sahada kendisini geliştirmiş bulunuyordu.[24]

3. Ziya Paşa’nın Memuriyetlikleri

3.1. Mabeyn Katipliği

Ziya Paşa 1855 yılında saraya alındı ve Mabeyn’e katip tayin olundu.[25] Ziya Bey’in Saray’a kabulünde Mustafa Reşid Paşa’nın tesiri olmuştur. Ziya Paşa Sadrazam’a ve Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’e takdim ettiği kasideler sayesinde onların teveccühünü kazanmış, Sadaret mektupçusu Mahmud Nedim Paşa’nın delaleti ve Reşit Paşa’nın tavassufu ile Mabeyn kitabetine tayin edilmiştir.[26]

Ziya Paşa Mabeyn’e beşinci katip olarak girdi.[27] 1860 yılında Mabeyn-i Hümayun Dördüncü Katipliğine çıkarılmıştır. Şair 1862’de önce teveccühten düşmüş, sonrada çok bağlı bulunduğu Saray hizmetini kaybetmiştir.[28]

Saray Ziya’yı çok etkilemişti. Hemen hemen bütün eski alışkanlıklarında sıyrılmıştı. Mazbut, temkinli, ağırbaşlı, derin düşünceli bir adam olmuştu. Bu değişme bir taraftan da onu melankoliye sevketmiştir. Artık eskisi gibi okuyamıyor, fazla konuşmuyor, sadece düşünüyordu.[29] İçkiyi birdenbire bırakması da sıhhatine dokunuyor, gittikçe zayıflıyor, sararıyordu.[30] Şairin bu halini gören Mabeyn Feriki Edhem Paşa, ona Fransızca öğrenmesini tavsiye etmiştir, O da altı ayda okuduğunu anlayacak anladığını Türkçe’ye çevirecek derecede Fransızca öğrenmiştir. Ve Mabeyn katibi iken Fransızca’dan Tartufe’ü, Engizisyon Tarihini ve Viardot’un Endülüs Tarihini Türkçe’ye çevirmiştir.[31]

Ayrıca Mabeyn’deki vazifesi sırasında, her hafta Salı günleri Hersekli Arif Hikmet Bey’in Laleli’deki evinde toplanarak şiir ve edebiyat sohbetlerinde bulunan, birlikte gazeller ve kasideler tertip eden Encümen-i Şuara’ya katıldı. Burada Lebib Efendi, Osman Şems Efendi, Hoca Naili, Manastırlı Faik, Recaizade Celal, Kazım Paşa, Halet, Hakkı, Hersekli Arif Hikmet, Faik Memduh ve Namık Kemal gibi isimler bulunuyordu.[32]

Öğrendiği Fransızca’nın da yardımı ile Batı dünyasının düzeni ve yaşayışı hakkında bilgi sahibi olmaya başlayan Ziya Bey, Tanzimat’la kabul edilen prensiplerin hükümetçe gereği gibi tatbik edilemediği kanaatine varmıştı. Reşit Paşa’ya karşı beslediği büyük hayranlığın da etkisiyle, onun yetiştirmesi olduğu halde sonradan ona karşı Fuad Paşa ile birleşen ve yerine göz dikip sadrazamlığa kadar yükselen Ali Paşa’ya karşı ayrıca büyük bir antipati duyuyordu. O sırada bazı karışıklıkları bastırmak için Suriye’de komiser olarak bulunan Fuad Paşa’nın Ali Paşa’ya nispetle daha anlayışlı ve ihtirassız olduğuna inanan ve ayrıca vükela değişikliğinde üstün bir mevki kazanma hevesine düşen Ziya Bey, Padişah’ın kendisine olan teveccühünden faydalanarak, Ali Paşa’yı kötülemek ve Fuad Paşa’yı övmek suretiyle Sadaret’e Fuad Paşa’nın getirilmesinde kısmen etkili oldu.

Fakat 22 Kasım 1861’de Sadaret’e gelen Fuad Paşa tam bir antlaşma halinde bulunduğu Ali Paşa’yı Hariciye Nazırı olarak tekrar kabineye aldığı gibi, Ziya Paşa’nın kendisine yaklaşmasına da müsaade etmedi. Bu yönden hayal kırıklığına uğrayan Ziya Bey, Ali Paşa’nın sürekli uğraşmaları ile saraydan da uzaklaştırıldı (Ocak 1862).[33]

3.2. Saray Dışındaki İlk Memuriyetleri

Ziya Bey Ocak 1862’de Zaptiye Müsteşarlığına tayin edilerek saraydan çıkartılmıştı.[34] On üç gün sonra Atina Elçiliğine tayin edildi. O sıralarda Osmanlı İmparatorluğu ile ihtilaf halinde olan Yunanistan’a gitmek istemeyince, bu sefer kendisine Mir-i Miranlık (Beylerbeyi) rütbesiyle Kıbrıs Mutasarrıflığı verildi.[35] Bu Mutasarrıflık süresince unvanı “Paşa” dır.[36]

3.3. Kıbrıs Mutasarrıflığı

Ziya Paşa 1862 yılı Nisan’ında Hayrullah Paşa’nın yerine Kıbrıs Mutasarrıflığına gitmiştir. Ancak Ziya Paşa daha altı aylık hizmet süresini doldurmadan İstanbul’dan geri çağrıldı.

Ziya Paşa’nın adada hizmet yaptığı zaman zarfında, ziraatten başlayıp ticaret, maliye, mesken işleri, esnafın kıyafetine kadar çeşitli sahalarda icraatları olmuştur.

Ziya Paşa, çekirgelerle mücadele etmiş, haşarat için tuzak tertibatı kurdurmuş, hususi hendekler kazandırmıştır. Ayrıca böceklerle mücadele için bir heyet kurmuş, bununla yetinmeyip beş milyon kuruş sermayeli bir şirket teşkili için proje hazırlamış, bu uğurda kendisini çeşitli eziyetlere sokmuştur. Ziya Paşa adada ticaret işlerini, her yılın Eylül ayında on beş gün süre ile açık bulunacak bir panayır tesis edecek kadar ileri götürmüştür. Bu panayırda Suriye’nin, Karaman Bölgesinin ve Akdeniz adalarının Kıbrıs’a yakın olan kısımları, mallarını gönderip teşhir edecekti.

Ziya Paşa, zabıta işlerine de el atmış; bölgesinde silah taşımayı yasaklamıştır. Bu işleri takip ederken kıyafet değiştirerek halkın içine giriyor, onların konuşmalarını dinliyor, silah taşıyanları yasaklıyordu. Haksız para alan memurlara karşı da çok şiddetli davranmıştır. Ziya Paşa’ya ve ailesine iyi gelmemiş, daha gider gitmez orada sıtmaya yakalanmıştır. Hatta sıtmadan bir çocuğu vefat etmiştir.35

3.4. Amasya Mutasarrıflığından Önceki Görevleri

Müracaatı üzerine Ziya Paşa, Ekim 1862’de Meclis-i Vala üyeliğine tayin edilerek İstanbul’a döndü.36 Payitahta gelişinin on beşinci günü memuriyeti beylikçiliğe çevrildi, rütbesi de Mir-i Miranlığın Ula sınıf-ı evveline yükseltildi.[37] Ziya Paşa’nın beylikçiliği sırasında Ali Paşa Hariciye Nazırı idi ve aralarındaki ihtilaf burada da devam etmişti.[38]

Ziya Bey beylikçiliğe tayininden beş ay sonra Bosna teftişine memur edildi.[39] Fakat istifası üzerine 1863 Haziranında tekrar Meclis-i Vala üyeliğine tayin edildi.[40] Birkaç ay sonra da Adliye Nezareti demek olan Deavi Nezaretine getirildi.[41]

Saraydan uzaklaştırılmasına rağmen Fuad Paşa’nın ve bilhassa Ali Paşa’nın husumetleri karşısında kendisini Padişah’ın himayesine muhtaç gören Ziya Paşa, Padişah’a kendisini hatırlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, onun icraatı ile ilgili kasideler yazıyordu. Ancak Padişah’ın bu ilgiye karşı tutumu bir hayli gevşektir. Nitekim, Ziya Paşa’nın İstanbul’dan tekrar uzaklaştırılması için Fuad Paşa’nın yaptığı teklif sarayca da uygun görüldü ve 1863 Aralık ayında Amasya mutasarrıflığına tayin edildi.[42]

3.5. Amasya Mutasarrıflığı

Ziya Paşa, Amasya mutasarrıflığına tayin edildiği sırada başından rahatsızdı. Hastalığının hafiflemesinden sonra yola çıkmak için istediği bir aylık müsaade Saray tarafından reddedildi. Bunun üzerine karakışta yola çıkıp önce vapurla Samsun’a ve oradan da insan boyu karları yararak Amasya’ya vardı. Fakat soğuğun, rutubetin ve yol yorgunluğunun etkisiyle hastalığı büsbütün arttığından Amasya’ya varır varmaz yatağa düştü. Doktorlar ameliyatı lüzum gördüler. Amasya’da güvenilir bir operatör bulunmadığından, ameliyatı yaptırmak için İstanbul’a dönmek isteyen Ziya Paşa’nın İstanbul’a dönmesine müsaade edilmedi. Ziya Paşa sekiz ay yatakta kaldı. Ayrıca, o zamanlar Amasya’da sıtmalık olduğu için, Kıbrıs’tan sonra, bütün ailesi tekrar sıtmaya yakalandı ve aynı hastalıktan burada da bir çocuğunu kaybetti.

Uğratıldığı bütün sıkıntılara rağmen Paşa, iyileşir iyileşmez, devlet işlerine dört elle sarıldı. Ziya Paşa 1863 Aralık ayından 1865 Aralık ayına kadar iki yıl Amasya mutasarrıflığı yapmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu iki yılın sekiz ayı hasta yatağında geçmiştir. Geriye kalan bir buçuk yıla yakın zaman zarfında ise Ziya Paşa Amasya Sancağında cidden takrirle karşılanmaya değer işler başarmıştır. Bu işleri asayişe ve imara ait olmak üzere ikiye ayırabiliriz. İmar alanında başardığı işler arasında, yaptırdığı büyük bir köprü, çarşı ve bedestenle açtırdığı yeni yollardan başka; Amasya ile beş kazasında yaptırdığı altı hükümet konağı, altı ilkokul, altı saat kulesi, bir idadi ve bir hapishane vardır.[43] Ziya Paşa bütün bu faaliyetlere mali kaynak temin için Amasya’da Menafi-i Umumiyye Sandığı kurmuştur.[44] Asayiş alanında da, bütün sancağı sarmış olan eşkıya hareketlerinin önünü almış ve halk üzerinde baskı yapıp değişik şekillerde soygunculuk ve istismarcılık edenlerle amansız bir mücadeleye girişmiştir.[45]

Bölgedeki mütegallibenin en zorlusu, Zile Müftüsü Feyzullah Efendi’dir. Aynı zamanda kazada, halkı canından bezdirecek tavır ve hareketiyle Müftü Efendi’ye eş sayılabilecek Hacı Hasan Ağa vardır ki bu da, kaza meclisi azasıdır. Ahali, bunların şerrinden, Bab-ı Ali’ye kadar gidebilecek tehditlerinden korkarak, Ziya Bey’in mutasarrıflığına değin bunları şikayetten çekinmiştir.[46]

Ziya Paşa’nın mütegallibeyi sindirebilecek kudrette bir mutasarrıf olduğunu gören Zile halkı, Feyzullah Efendi ile Hasan Ağa aleyhine dilekçe yazarak şikayette bulundular. Ziya Paşa işin tahkikini Kaza Meclisine havale etmişti. Kendisi de Zile’ye gitmişti. Yapılan tahkikat sonunda, gerek Müfti Efendi’nin gerek Hasan Ağa’nın suçları sabit olmuştur. Ziya Paşa suçluların resmi sıfatlarını üzerlerinden kaldırtır, kendilerini tevkif ettirir. Bu durumu gören ahalinin cesaretlenerek şikayete devam etmesi üzerine, Ziya Paşa, tahkikatın selameti için, bunları Amasya’ya nakil ve hükümet konağına hapsettirir. Bir müddet sonra,Amasya’da ikametleri şartıyla tahliye edilen Feyzullah Efendi ile Hasan Ağa için göz hapsi başlamıştır.

Serbest kalan suçlular, alışılmış hileleriyle harekete geçerler. Önce, Zile’ye tekrar müftü ve kaza meclisi azası olarak dönecekleri haberini yollamışlardır. Bu haberler üzerine kaza halkını korku ve dehşet kaplamış olacak ki, her şeyi göze alarak, gerçekleri bütün çıplaklığı ile açığa vurmak ve bu tayinleri önlemek için müşterek bir dilekçe hazırladılar. Şikayetlerin arkası kesilmeyip de verecekleri hesapların zamanla ve süratle artacağını hisseden Feyzullah Efendi ile Hasan Ağa, adamları vasıtasıyla Zile ve Amasya’da Mutasarrıfın aleyhine tahrik ve düzenlere başlayarak, mukabil bir kampanyaya giriştiler.

Kampanyanın ilk hamlesi Sadaret’e Ziya Paşa hakkında gönderttikleri ve mahalle imamları ile muhtarlarına tehdit ve baskı ile imzalattıkları bir şikayet dilekçesi ile başladı. Bu dilekçe, Ziya Paşa “Lütfullah Efendi ile Hacı Hasan Ağa’ya karşı garezkarlık göstermekle suçlanmış ve bu garezkarlığın sebebini de aslı olmayan şeylere dayandırmışlardır. Ayrıca Ziya Paşa’nın adı geçen kişileri şikayet eden dilekçeyi kasaba imam ve muhtarlarına yeni usul vergi defteri diyerek zorla imzalattığını söylemişlerdir.

İlk adımı böylece atan iki zorba, Ziya Paşa hakkındaki bu şikayet dilekçesinden hemen sonra, yine Bab-ı Ali’ye ikinci ve imzaları daha bol (yüz otuz iki) bir dilekçe daha yolladılar. Tarihsiz olan bu iki dilekçeyi 29 Kasım 1865 tarihli üçüncü bir şikayet dilekçesi izledi. Altmış ikinin mühürlerini taşıyan bu dilekçede daha objektif, daha tesirli olmak maksadı ile, iki mütegallibe ile doğrudan doğruya ilgili hiçbir dilekte bulunulmuyor: Umumi olarak, Ziya Paşanın mutasarrıflığa başlamasından beri yaptığı yolsuzluklardan söz ediliyordu. Dilekçedeki şikayet ve suçlamalarda, üstü kapalı olarak, Ziya Paşanın bir an evvel Amasya’dan uzaklaştırılması isteniyordu.

Ardı ardına yaptıkları bu şikayetlerde İstanbul’daki yetkililerinin zihinlerini bulandırdıklarını ve Ziya Paşa aleyhinde bir kanaat uyandırdıklarına inanan zorbalar, son olarak şahsen de şikayette bulunmayı uygun gördüler.

Yapılan şikayetlerden sonra Sadarete bağlı Meclis-i Ahkam-i Adliyye dairesi Amasya Mutasarrıflığına bir yazı yollayarak olaylar hakkında bilgi istemiştir. Bunun üzerine Liva Meclisi toplanarak istenilen cevabı hazırlayıp Sadarete gönderdi. (5 Aralık 1865) Bu korkunç iftira kampanyası karşısında sabrı tükenen Ziya Paşa iki gün sonra kendi el yazısı ile Sadarete olayların iç yüzünü anlatan bir yazı daha gönderdi. Ancak Sadarete bu yazısını gönderdikten bir iki gün sonra Amasya’dan alınarak sancak merkezi Samsun olan Canik Mutasarrıflığına tayin edildi.

Hükümet yine eski geleneğine uymuş ve bir iki kötünün oyununa gelerek, halkın huzuruna ve kendi adamına kıymıştır. Ziya Paşa, arzuhalinde bu sonucu hükümet erkanının kendisine karşı duyduğu husumete bağlar. Ona göre: Hükümettekiler, kendisini Amasya’ya kendisini unutturmak ve çürütmek için göndermişlerdir. Fakat iki yıl içinde Amasya’da başardığı büyük imar işleri Anadolu’nun her tarafına ve İstanbul’a kadar duyulunca, hükümet yaptığı hesapta aldandığını ve onu unutturmadığını anlamış ve buna canı sıkılmıştı. Onun buradaki şerefi ve şöhretini silmek için hükümet erkanı şuna buna yazdırdıkları mektuplarla kendisi aleyhinde bir tahrik ve iftira kampanyası açtırmış ve onu oradan lekeleyerek uzaklaştırmak istemişlerdir.

Ziya Paşa hükümet erkanı hakkındaki bu şüphe ve istinatlarını sırf eski husumetleri ve bilhassa Ali Paşanın kinciliğine dayanarak mı ileriye sürüyor, yoksa dediği gibi bu hususta elinde bazı kesimler deliller mi var bilemiyoruz.

Ancak bu iddialar bir gerçeğe dayanıyorsa, Ali Paşa, Ziya Paşaya bütün hayatınca ve hatta bu güne kadar süren en büyük kötülüğü yapmış onun düşmanlarına hücum fırsatı vermiş ve dostların bile zihninde zaman zaman tamamıyla haksız tereddütler uyanmasına sebebiyet vermiş tek şahsiyet olarak kalacaktır.

Ziya Paşa’nın ani olarak Amasya Mutasarrıflığından alınması, gerek halk ve gerekse memurlar arasında büyük bir üzüntü ve endişe yarattı. Sancağın ileri gelen on iki memuru tarafından imzalanmış ve Sadaret’e hitaben yazılmış bir yazıda “Ziya Paşa’nın yerinde kalması veya yirmi dört saat mesafede bulunan Samsun’a gitmesi gerekiyorsa iki livayı birden idare etmesi” istenmiştir. Fakat hükümet bu dilekçeyi göz önüne almamıştır.

O sırada Erzurum’da ki Muhacirin Komisyonu reisliğinden azledilmiş olan Mirliva Nusret Paşa’da harita yapmak vesilesiyle Amasya’ya gelir. Başarılı bir mutasarrıfa karşı duyduğu hasetten veya Amasya Mutasarrıflığını elde etmek midinden Ziya Paşa aleyhindeki harekete karışır,şehrin idaresine müdahale eder. Şairin aleyhtarları Bab-ı Ali’ye başvurarak Mutasarrıfın Samsun’a gitmek üzere bulunduğunu, kendisiyle davaları olduğunu bildirerek davaya Amasya’da bakılmasını isterler. Ziya Paşa’da muhakeme altına alınması gerekiyorsa, bu işin İstanbul’da icrasını ister. Ancak kendisine bir telgrafla Amasya’dan ayrılması bildirilir.

Sadaret Ziya Paşa hakkındaki şikayetlerin incelenmesini Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye’ye havale eder. Tahkikatin Canik’ten gelecek olan yeni mutasarrıf Ata Bey tarafından yürütülmesi uygun görülür. Çok uzun süren tahkikat sonunda, bir iki karanlık kalmış olmakla beraber, Meclis-i Vala’yı Ahkam-ı Adliyye, Ziya Bey aleyhindeki iddia ve isnatlardan hiçbirinin varid olmadığına karar verir.[47]

3.6. Canik Mutasarrıflığı

Ziya Paşa 8 Aralık 1865’te Sancak Merkezi Samsun olan Canik Mutasarrıflığına tayin edilir.[48] Ancak Ziya Paşa’nın Samsun’da neler yaptığına dair bir kayda rastlanmamıştır. Canik Mutasarrıflığı Ziya Paşa’nın hayatında karanlık bir safhadır.

Ziya Paşa’nın Canik Mutasarrıflığına tayinden önce, memuriyet hayatında azil safhası vardır. Ziya Paşa, yeni vazifeye tayin edilip Amasya’dan Samsun’a hareket etmek üzere hazırlığa başladığı sırada, hakkında şikayette bulunanların müracaatıyla Sadaret’ten tahkikat sonuna kadar bulunduğu yerden ayrılmaması için emir almıştır.[49]

Prof. Akyüz, Ziya Bey aleyhindeki tahkikatın dokuz ay sürdüğünü tespit etmiştir. Kazalardan, köylerden adam çağırtmak, bunların ifadelerini almak, isnatların kabarıklığı, her iddia karşısında Ziya Bey’in müdafaasına başvurmak, yeni şikayetler vukuunda bunları incelemek kabilinden muameleler göz önüne alınınca, bu zamanın dört ayının Amasya’da geçmiş olması gerekir.[50]

Tahkikatın neticeye bağlanmasındaki gecikme, Meclisin Sadaret’in hatta Mabeyn’in tutumu ile ilgilidir. Muhtemelen Ziya Bey tahkikat biter bitmez İstanbul’a dönmüştür. Netice olarak Ziya Bey, Canik mutasarrıflığına tayin edilmiş olmasına rağmen, aleyhindeki tahkikatın uzaması yüzünden Samsun’a uğramaya fırsat bulamamış, tahkikatın mahalli safhası biter bitmez İstanbul’a dönmüştür.[51]

3.7. Yeni Osmanlılar Öncesindeki Hayatı

Ziya Bey, 1866 Mart ayı sonuna kadar Canik Mutasarrıflığı sıfatını taşımıştır. Taşradan döndükten sonra İstanbul’da yeni bir memuriyete girebilmek için aşağı yukarı beş ay bekledi. Nihayet 1866 yılının Ekim ayında tekrar Meclis-i Vala’ya getirildi.

Bu yıllar, Türkiye Devleti’nin Sırbistan’da, Suriye’de, Girit’te... birtakım ayaklanmalarla, toprak veya nüfuz kaybıyla karşılaştığı devreye rastlar. İleride göreceğimiz 1865 yılında kurulan İttifak-ı Hamiyyet adlı siyası cemiyet az zamanda kadrosunu genişletmişti. Basında hükümet ağır bir şekilde tenkit ediliyordu.

Bir ara Ziya Beyle Ali Paşa’nın arası düzelmiş, hatta Şair Ali Paşa’yı ziyaret ederek ondan iltifat görmüştü. Fakat Ziya Bey’in Belgrad Kalesinin Sırbistan’a verilmesiyle ilgili tepkisi Ali Paşa’yla tekrar aralarının açılmasını sebep oldu. Daha sonra da Ziya Bey ilk sayısı Filib Efendi tarafından “1 Ocak 1867” tarihinde yayınlanan Muhbir gazetesinde hükümeti ve Ali Paşa’yı alenen tenkit etmeye başladı.[52]

Ziya Bey bu arada Fransa’da açılacak umumi sergiyi görmek, birkaç ay Avrupa’da seyahat etmek için sadrazamdan izin istemiş; Ali Paşa, bu isteğini kabul etmekle beraber Avrupa’da seyahatin hayli masraflı olduğunu, bir memuriyetle gitmesinin uygun düşeceğini, kendisi için sergiye eşya götürecek komisyonun reisliğini düşündüğünü, kabul ettiği takdirde Hariciye Nezareti görüşülerek kararın tebliği olunacağını bildirmişti. Ziya Bey’in sadrazam tarafından ileri sürülen bu teklifi kabul edip Avrupa seyahatine hazırlandığı günlerde, 17 Nisan 1868 tarihli Ruzname’de Kıbrıs Mutasarrıflığına tayin olduğu haberi çıktı.[53]

Hükümet, kendi siyasetini tasvip etmeyen kalem sahiplerini İstanbul’dan uzaklaştırmayı uygun görmüş,hatta birkaç ay önce Namık Kemal Bey’i Erzurum Vali Muavinliğine tayin etmiş, şimdi de sıra Ziya Bey’e gelmişti. Bu tayin vaktiyle Kıbrıs’ta ailevi felaketlere uğramış, orada kazandığı hastalığı,döndükten sonra da iki yıl çekmiş olan Şair üzerinde darbe tesiri uyandırdı. Politika hasmı zannettiği zevatın canına kastettiklerini ikinci defa anlamış oluyordu.[54]

Ziya Bey, Padişaha sunduğu dilekçede,altı yıl önce Kıbrıs’ta mutasarrıflık yaptığını,buranın ağır havası yüzünden yakalandığı sıtma illetini iki sene çektiğini,bir çocuğunun orada hastalanıp İstanbul’da öldüğünü,pederinin de üzüntüden vefat ettiğini,hanımının ise hala hasta döşeğinde yatmakta bulunduğunu,kendisinin zayıf bünyesinin de meydanda olduğunu da bildirerek Kıbrıs Mutasarrıflığı’ndan affını istemiştir. Ziya Bey’in bu müracaatı Sadaret tarafından muamele mevkiine konulmuş;mazereti yerinde bulunarak, Rodos mutasarrıflığına memuriyeti veya yerinde bırakılması teklif edilmiş, Mabeyn, bu tekliflerden ikincisini kabul etmiştir.fakat bu karar çıkmadan üç gün önce Ziya Bey Türkiye’yi terk etmişti. Ziya Bey eski memuriyetinde bırakıldığını bilmiyordu ve büyük bir ihtimalle ömrü boyunca da öğrenememiştir.

Ziya Bey Avrupa’ya hareket etmeden önce Sadaret’e istifa-name göndermiştir. Ali Paşa Şair’in Avrupa’ya gittiğini öğrenince,rütbesini kaldırtmıştır. Ancak bunu ilan ettiği resmi yazıda Ali Paşa, Ziya Bey’in istifanamesinden söz etmeyerek,onu üzerinde resmi bir memuriyet varken firar etmiş bir şahıs olarak tanıtmıştır.[55]

Ziya Paşa’nın Yeni Osmanlılar hareketi içindeki hayatına geçmeden önce Ali Paşa ile aralarındaki husumetin gelişimine ve bu husumetin Şairin hayatı üzerindeki etkisine kısaca değinmek istiyorum.

Sultan Abdülaziz padişah olduktan sonra Ziya Bey, sunduğu kasidelerle yeni Hünkar’ın teveccühümü kazanmıştı. Bu teveccüh, kendisindeki yükselme hırsını kamçıladı; buna karşılık saray içinde bulunan bazı şahısların da kıskançlığını uyandırdı.[56] “1859’da Reşid Paşa öldü; bundan kısa bir süre sonra (1861’de) Sultan Abdülmecid de öldü. Böylelikle Reşid Paşa’nın egemen nüfusu, yerini Fuad ve Ali Paşa’ların nüfuslarına bıraktı.”[57] Ziya Bey Ali Paşa’yı, Reşid Paşa ile karsılaştırınca, onu işgal ettiği mevkii için kıyafetsiz görüyordu. Ziya Bey Ali Paşa’nın memleket idaresindeki hatalı tutumunu her fırsatta tenkit ediyordu. Hatta bu işi, Padişah’a, Ali Paşa’nın yerine Fuad Paşa’nın getirilmesini telkin edecek kadar ileri götürmüştür.Ziya Bey’e ait teşebbüsler günü gününe Ali Paşa’ya bildirilmiştir.

Fuad Paşa sadrazam olunca, Ali Paşa’yı Hariciye Nazırı olarak tekrar kabineye aldı. Daha sonra da el ele vererek Ziya Bey’i önce Padişah’ın Gözünden düşürdüler. Sonra da saraydan uzaklaştırılmasını sağladılar. Bir daha Padişah çevresine girememesi için her imkanı kullandılar. Ona sık sık memuriyet değiştirttiler. Bazen bir memuriyette on beş gün kalabildiği dahi görüldü.[58] Bu Ali Paşa’nın ona entrikalarının cezasını çektirme yoluydu.[59] Taşrada bulunduğu zaman tedavi için dahi İstanbul’a dönmesine izin vermediler. Ayrıca İstanbul’dan uzaklaştırmak için Kıbrıs’a gönderilmesi onda iki yıl kadar sürecek olan sıtma hastalığının başlamasına sebep oldu. Ölen çocuğu, sinir bozukluğuyla malul zevcesi, hastalığı Kıbrıs’ta kazanmıştır. Babasının ölümü de, Kıbrıs Mutasarrıflığı sırasında olmuştur

Bütün bunlardan sonra memleketin gördüğü bütün fenalıkları her şeyden önce, Ali Paşa’dan bilmek, Ziya Bey’de sabit fikir haline gelmiştir. Ali Suavi Efendi bir yazısında ” Türkiye’de Ziya Bey Şark’a dair her ne ziyan olsa Ali Paşa yaptı der”diyor.[60]

Ali Paşa’nın amansız kini ve Ziya’nın idarecilik hayatı boyunca gördüğü kötülükler, Ziya Paşa’yı Türkiye’de siyasi reform sorununa el atması gerektiği düşüncesine yöneltti.[61] Bu durum onun başkentteki gayri memnun unsurlarla işbirliği içine girmesine ve Avrupa’da yeni Osmanlılar içinde aktif bir rol almasına sebep olmuştur. Kısaca Bir ferdi düşmanlık , bir dava adamı çıkardı diyebiliriz.[62]

II. BÖLÜM

ZİYA PAŞA’NIN AVRUPA'DAKİ HAYATI

1. Abdülaziz Devri Türkiye’sine Bakış

Abdülaziz döneminde, Karadağ, Sırbistan, Girit, Suriye, Eflak ve Boğdan’da isyanlar çıkmış, bu isyanlar devlete gaileler açmıştır.[63]

Rusya, Paris ant. bozarak Karadeniz’e donanma çıkarmış, tesiri bunlar kadar olmasa da Mısır, yeni emellerle İstanbul’u uğraştırmaktan geri kalmamıştır. Yabancılara, imparatorluk toprakları içinde imparatorluğun iç işlerine müdahale edebilme imkanları verilmiştir.[64] Ayrıca yabancılar Türkiye’de mülk sahibi olma hakkı da elde etmişlerdir.[65]

Hükümet para sıkıntısı karşısında devamlı borçlanma yoluna gitmiş, konsolide gibi suni tedbirler yüzünden güç durumlara düşmüştür. Kanun yapma kuvveti ulema elinden çıkmış, yeni yetişen bazı aydınlarda meşrutiyet fikri uyanmıştır. Bazı gazetelerde yer alan muhalefet havasından dolayı, hükümet basına ağır kayıtlar koymuştur. [66]

Abdülaziz döneminde demiryolları ve telgraf tesisi gibi bayındırlık işlerinde bazı teşebbüslere girişilmiştir.[67] maliyede büyük gedikler açmış olmasına rağmen Türk donanması çok ileri seviyeye ulaşmış, eğitim alanında rüştiyelerin çoğaltılarak Galatasaray Sultanisi gibi yeni tipte öğretim müesseseleri açılmıştır.

Genel olarak baktığımızda Abdülaziz devri Türkiye’si sarsıntıyla, sıkıntıyla ve israfla dolu olan bir Türkiye’dir. Padişahın esas vasfı çevresindeki insanlardan gelecek tesirlere kendisini açık bulundurmasıdır. [68] Mesela, Namık Kemal’in yazılarından birindeki bir örnekte, başkentte rastladığı hayali bir köylüyü, sarayların çokluğu hayrete düşürür. Köylü birçok hükümdarın bulunduğunu düşünür. Namık Kemal’in verdiği cevap ise şöyledir:

“Evet birden fazla hükümdar vardır; fakat bunlardan birisi padişah olarak adlandırılır, bu gerçek hükümdardır. Diğeri onun unvanını henüz elde edememelerine rağmen, artık hakimiyetine ortak duruma gelmiş bulunuyorlar. Şimdilik nazır olarak anılıyorlar.[69]

Kaybedilen kalelere, verilen imtiyazlara, Mısır parası karşısında dahi gösterilen zaaflara rağmen, Hünkar; büyük bir devletin başında bulunma gururunu kaybetmemiştir. Arada, hizmetleri kısa sürenleri saymazsak bu devrenin dört belirli sadrazamı vardır. Ali ve Fuad Paşalar, Mahmud Nedim ve Mithat Paşalar. İlk ikisinde hangisi Sadaret mevkiine gelmişse, diğerini tutmuştur. Ali Paşa , Padişahın bazı hareketlerini kısıtlama yolunu arayan bir insandır. Fuad Paşada bu türlü davranışlar görülmez. Ali Paşa ve Fuad Paşa, Reşit Paşa tarafından geliştirdiği halde, Ali paşa Sadarete geldikten sonra Reşit Paşaya karşı bir rakip tavrı kazanmıştır. [70]

Ali Paşa, ciddi, çalışkan, zeki ve kendi gayretiyle kültür seviyesini yükseltmiş bir devlet adamıydı. Islahat yapılmasına taraftardı. Fakat bu konuda yabancı devletlerin hiçbir surette müdahalelerine taraftar değildi. [71] Ali Paşa, herhangi bir meşrutiyetçilik veya temsili hükümet teklifine karşı sert tavır almaktaydı. O, Osmanlı İmparatorluğunun çok milletli yapısı yüzünden, imparatorluktan ayrılma eğilimdeki pek çok unsurun temsil edilmesine yol açabilecek milli bir meclisin kurulmasına yönelik her hareketin engellenmesi gerektiğini düşünüyordu.[72]

Mahmud Nedim Paşa, sağlam bir karaktere sahip değildi. Mustafa Reşid Paşa, “Bizim Mahmud Nedim, cıvık sabuna benzer, ne onunla el yıkanır ne de çamaşıra gelir.” diyerek onun tabiatının bulaşıklığını ifade etmiştir. Tanzimat devri vükelasında, bulunması gereken bilgilere sahip bulunmadığı ve özellikle yabancı dil bilmediği için kendisine bir aşağılık duygusu vardı.[73] İktidar mevkiini muhafaza için İgnatieff’in desteğini beklemiş, bu yüzden de memleketin başına birçok fenalıklar gelmiştir.[74]

Mithat Paşa valiliklerde, memleketin içinde bulunduğu durumu görerek ıslahat fikrine bütün kuvvetiyle sarılmıştı. Bununla beraber İmparatorluğun yalnız halkın refah seviyesinin yükselmesi ile kurtulacağına da ihtimal vermiyordu. Bu sebeple, kanunun her şeyin üstünde tutulmasını zaruri görmekteydi, parlamenter sistem taraftarıydı.[75] Mithat Paşayı; hayatı, Yeni Osmanlılar’ın olgunlaştıramadıkları meyvenin zehriyle sönmüş bir şahıs olarak anacağız.[76]

1.1. Tenkit Edilen Durumlar

Abdülaziz döneminde; kaybedilen topraklar, elden giden haklar, verilen imtiyazlar, maliyedeki bozukluk, Bab-ı Ali’deki hatalı tutum açık veya kapalı tenkidlere yol açmıştır. Vilayet teşkilatında seçimle gelmiş meclisler yer alınca bazı gençler meşrutiyet emeline düşmüşler; arzularının gerçekleşmesi konusunda Ali Paşadan Mukavemet görmüşlerdir.

a) Ali Paşa ile tenkidi, daha Sultan Abdülmecid zamanında Mustafa Reşit Paşa tarafından gördü. Türkiye’deki azınlıklara imtiyazlar sağlanması için 18 Şubat 1856’da bir Islahat Fermanı kaleme alınmıştır.[77] Bu fermanın esasları Ali Paşa ile İstanbul’daki Fransız ve İngiliz Elçileri arasında kakarlaştırılmış ve PARİS Konferansı Devletlerine Paris anlaşmasının bir maddesinde işaret edilmek müsaadesiyle gönderilmişti. Mustafa Reşit Paşa; bu fermanı Paris Antlaşmasında işaret edilmiş olmasına, yabancı müdahalesine de yol açacağı düşüncesiyle tenkit etmiş ve ferman hakkındaki düşüncelerini layiha halinde Padişah’a sunmuştur.[78]

b) İkinci tenkit konusu ise Memleketeyn’den “Romanya” adlı tek bir emaretin meydana çıkması, bunun az zamanda diğer devletlerle münasebet kuracak hale gelmesi, bu emaretin başına izinsiz olarak Prusyalı bir prensin geçmesi, üstelik altı kalenin söz konusu emarete terkidir.[79]

c) Bab-ı Ali ile Paris anlaşmasını imzalayan devletler arasında yapılan görüşmelerle 8 Eylül 1862’ de Sırbistan meselesi bir karar bağlandı. Buna göre Bab-ı Ali Sohod ve Oujtza kalelerini Sırplılara terkedecek [80] ve Belgrat, Fethül- İslam, Semendre ve Iskabac kalelerinde Asker bulundurmak hakkına sahip olacaktı.[81] Fakat 20 Mart 1867’de Ali Paşa Belgrad’ı diğer kalelere birlikte ve bütün mühimmatıyla Sırplılara terketti. Bu kalelerden çıkan Müslüman ahaliye ait arazi ve emlakın bedelleri, Sırplılar tarafından ödenecekti; ödenmedi. Emlaklarını terk etmiş olan biçare halk Rumeli’ye döküldüler ve çoğu sokaklarda kaldı.

d) Ali Paşa, Girit’te baş gösteren isyanı bastırmak üzere bu adaya gidip Girit ahalisine muhtariyet vererek dönmüş, bu da muhalifleri için başka bir itiraz konusu olmuştur.[82]

e) 1860’da Hersek’te çok geçmeden Karadağlıların da katıldıkları bir isyan çıkmış ve ancak iki buçuk yıl sonra kontrol altına alınabilmişti. Sonunda Karadağ ile Türkler arasında yapılan anlaşmayla, Türkler Karadağ’ın anayolunu tutan garnizonlar kurma hakkını elde etmişlerdi.[83] Müzekkire gelindiğinde de Ali Paşa, Padişaha bu yerine getirilmediği taktirde yabancı devletlerin müdahale edeceklerini söyleyerek kabulünü sağlamıştır.[84]

f) Mısır Valiliğinde veraset sisteminin değişmesi, İsmail Paşa’nın Hidiv unvanını alması ve Avrupa Devletlerinden borç para alması, ayrıca imtiyazları arttırmak için saray nezdinde açık – kapalı bazı teşebbüslere girmesi o devir için tenkit konusu olmuştur.

g) Abdülaziz Han, tahta geçtiği zaman kendi masraflarını kısıtlamış maliyenin ıslahı için teşebbüslerde bulunmuştu. Fakat idare yine eski müsriflerin elinde olduğundan bu yapılanlardan olumlu bir netice alınamamıştır.

h) İleri sürülen diğer bir iddia da, Ali Paşa’nın Padişah’tan bahşiş almadan iş yapmamasıdır. Bu sadrazam, kale satmaktan, Avrupalılara yapılan işlerden komisyon almaya kadar çeşitli iddialarla itham edilmiştir.[85]

Burada kısaca değindiğimiz ve sayıları çoğaltılabilecek bu iddialarda gerçeklik payı nedir bilemiyoruz. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki Ali Paşa ve Fuad Paşa, Osmanlı Devletinin yönetimini talihsiz bir zamanda üzerlerine almışlardı.

2. Yeni Osmanlı Hareketi ve Ziya Bey

2.1. Hareketin Fikri Temelleri

1789 Fransız ihtilalinin getirdiği Milliyetçilik ve Hürriyetçilik fikirleri Osmanlı İmparatorluğu içinde de yayılamaya başladı. 19.yüzyılın ilk yarısı boyunca, Batıya seyahat eden Türkler, Avrupa’ya kıyasla kendi ülkelerinin gerilik ve yoksulluğunu üzüntüyle farketmeye başladılar. Avrupa’nın başarısının sırrının ilim ve teknolojide yattığına inanıldı. Onun için de bir çok reformcu ve yenilikçi, çalışmasının temelini bu esaslara dayandırdı.

Avrupa’da seyahat eden, Türkiye’den Avrupa’ya eğitim için gönderilen Türkler, orada Batı dillerini öğrendiler ve artık Avrupa hayat ve hükümetinin özelliğinde aramya başladılar. Avrupa’ya giden daimi elçiler yazmış oldukları raporlarında ve mektuplarında Avrupa’yı anlatmışlardır. Bunlardan 1837’de Viyana Türk elçiliğine gitmiş olan Sadık Rıfat Paşa, kendi kuşağından bir çokları gibi Avrupa’nın servet, endüstri ve biliminden etkilenerek ülkenin kurtuluşu için esas çareleri bunlarda görmüştür. Fakat Avrupa’nın gelişme ve refahını bazı siyasal koşullara da dayandırır. Geleneksel İslamcı olan Sadık Rıfat Paşa, hürriyetten çok adalet ile ilgilidir. “Halkın Hakları” ve “Hürriyet Hakları”gibi yeni fikirlerden bahsetmektedir.

Bu elçilere göre hürriyet, kanun önünde eşitlik ve güvenlik anlamına gelir. Tebaa hükümetin keyfi ve kanunsuz faaliyetlerine karşı korunmalı, fakat yönetime katılma hakkı olmamalıdır. Tanzimat devlet adamları da aynı görüşü taşıdılar ve yeni kanunlar koymak ve yeni mahkemeler kurmak suretiyle, tebaayı hükümetin veya memurların keyfi hareketlerinden korumaya çalıştılar. 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1856 Islahat Fermanı kağıt üzerinde oldukça etkileyicidirler hatta bazı gözlemciler bu reform fermanlarını Osmanlı İmparatorluğunun hürriyet beratları olarak tanımlamışlardır. Fakat gerçekte merkezi hükümetin mutlak otoritesi 19. yy boyunca azalmamış, artmıştır. Sultanın üzerinde eski ve denenmiş frenlerin hepsi gitmiştir.[86]

19. yy ortası Avrupa’sında ise ayaklanma ideolojileri vardı. Ve İslamlık buna uzak değildi. Genç Fransa, Genç İngiltere, Genç Almanya, Genç Türkiye için örnek oluşturmuştur.

Türk öğrencileri ve diplomatları 1848 olaylarını gözleriyle görmüşler, hatta muhtemelen onlara katılmışlardır. Mesela İbrahim Şinasi bu devrime katılanlardan biridir ve Pantheon’a bir cumhuriyet bayrağı asmıştır. Yine 1848 yılında bastırılan Macar ayaklanmasından sonra Türkiye’ye sığınan birçok Macar ve Polonyalı devrimciler, Türklerin yabancı olmadıkları yeni fikirleri de beraberlerinde getirmişlerdir.

Artık yeni bir reform evresi başlamıştı. Ancak bu yeni reform evresi devlet kanunlarıyla değil, edebi yayınlarla başladı. Genç Türkiye’nin ilk liderleri ozanlar ve yazarlar oldu.[87]

“Tanzimat’ın genel stratejisinin gereklerinden biri ülkenin eğitim düzeyini yükseltmektir. Tanzimat’ı başlatan bir ya da iki kuşak sonra ürün vermeye başlayan Rüştiyelerde bu amaçla kurulmuştu. Bu alanda önemli bir girişimde Batı’nın önemli sayılabilecek Coğrafya, Tarih ve Müspet bilimlerle ilgili eserlerinin tercüme edilmeye çalışılmasıydı. Bütün bu konularda devletin girişimi esas şablona bağlıydı: Rüştiyeler çağdaş bir idare için gereken memurları sağlayacaktı. kitaplar bu memurlara Batı’nın geliştirdiği bilgileri verecekti. Batı’dakilere benzeyen, devlet katlarının dışında çalışan bir aydınlar grubunu geliştirmek Tanzimatçıların amaçları arasında yer almıyordu fakat eğitim ve iletişim politikalarının uygulanması beklemediği böyle bir sonucu karşısına çıkardı: Yeni Osmanlılar Harekatı Tanzimatçıların önceden kestiremediği sonuçlardan biri olarak oluştu.[88]

Topluluğu meydana getirenler Tanzimat devrinde yetişen ilk aydınlar olup çoğunluğunu gazeteciler teşkil etmekte idi. Bu devirde şahıslar tarafından çıkarılan ilk Türk gazetesi Tercüman-ı Ahval’ı çıkaran Agah Efendi’den sonra Şinasi’nin başında bulunduğu Tasvir-i Efkar denilebilir ki memleketimizde gerçek gazeteciliğin başlangıcıdır. Bunu takiben Ali Suavi’nin başyazarı olduğu Muhbir’den sonra gazetecilik yayıldı. İşte bu ilk gazetedeki yazılarıyla şöhret yapan İbrahim Şinasi, Namık Kemal, Ziya Bey, Ali Suavi ve agah Efendi gibi yazarlar gazetede hükümet icraatını şiddetle tenkit ettikleri gibi hükümetin başında bulunana Ali ve Fuad Paşa gibi Tanzimat liderlerini de aynı şiddetle eleştirmeye başladılar.

Bu durum karşısında hükümet,gazeteler hakkında bazı yasaklar uygulamaya başlamıştır. Hele Ali Paşanın son sadrazamlığı sırasında çıkarılan meşhur “ Kararname-i Ali”(13 Mart 1867) ile gazeteler hükümet emriyle süreli süresiz kapatmaya başlayınca Ali Paşaya karşı kin ve nefret bir kat daha artmıştır.[89]

2.2. Bir Gizli Cemiyet

imparatorlukta oluşan bu okumuş, idealist, tutkulu yeni idareci ve egemen elite, Osmanlı hükümet ve toplumunun değişimi yeni fırsatlar ve arzular vermişti. Avrupa eserlerinin çevirisi ve taklidi onların yeni inançlar ve fikirler kazanmalarını sağlamıştı. Böylece 19. yy’ın ikinci yarısında, Sultanın ve nazırlarının gittikçe artan istibdatı onları usandırmaya ve yerlerine mıhlanmış kıdemli memurlar onların yükselme yollarını tıkamaya başladığı zaman, mücadele ve devrimin ideolojisi ve tekniği hakkında bilgileri de vardı.

Mutlakiyete karşı Türk hürriyetçi hareketi, 1859 tarihli Kuleli Vakası diye bilinen olayla başlatılır. Avrupalı birçok yazar bu başarısız suikasti, meşruti ve parlamenter hükümetin kabul ettirilmesi için ilk teşebbüs olarak tanımlar.[90]

Kesin bir grup teşkili için ilk teşebbüs ise 1865’ te gelmiştir. Hükümetten memnun olmayanlar içinde küçük bir zümre, 1865 yılında gizli bir siyasi cemiyet kurdular. Mehmed, Reşat, Nuri, Ayetullah Beyler aralarına Namık Kemal Beyi de kattıktan sonra, Haziran ayında bir Cumartesi akşamı Mehmed Bey’in yalısında toplandılar. Ertesi gün, Belgrat köyüne öğle yemeğine gittiler. Beykoz da kendilerine Mir’at gazetesi sahibi Refik Bey’de katıldı. Valide bendine bakan benzersiz ağaçlıkta oturdular.[91] İşte bu toplantıda kurulan cemiyet, Ebbuziya Tevfik’e göre bir Cemiyei İnkılabiyye’dir.[92] Diğer taraftan bazı araştırmacılar Namık Kemal’in bu cemiyetten söz ederken kullandığı “İttifak-ı Hamiyyet” Terkibini cemiyetin adı olarak kabul etmişlerdir. Halbuki Namık Kemal’in kullandığı bu terkip cemiyetin adı değil sıfatıdır. Nitekim aynı cemiyet için Mehmet Bey “İade-i Hukuk Cemiyeti” derken, Ali Suavi onu “Hürriyet ve Hamiyyet” kelimeleriyle sıfatlandırır.

Aslında bütün bunlar cemiyetin adı değil cemiyete yakıştırılan özelikler veya onu tasvir eden sıfatlardır. [93] Bu cemiyetin “Meslek” adlı cemiyet olduğu ilk defa Prof. Dr. Kaya Bilgegil tarafından tespit edilmiştir. Adı geçen cemiyet mensuplarından bir kısmı, 1867 Haziranında Bab-ı Ali’yi basmak üzere harekete geçeceği sırada yapılan ihbar üzerine olay açığa çıkmış ve bu olayla ilgisi olanlar çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Bu Komplo girişimiyle ilgili Mazbata’yı Başbakanlık Devlet Arşivi’nde bularak yayınlayan Bilgegil, bu ismin Fransızca’daki “mission”un karşılığı olarak kullanılmış olabileceğine dikkati çekmiştir. Söz konusu mazbataya göre bu cemiyetin faaliyet programı, Meslekname adını taşıyan kağıtlar üzerinde tespit edilmiştir. Teşkilatın ileri gelenleri ise daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti içerisinde yer alacak olan Mehmed, Nuri, ve Reşad Beyler’dir.[94]

Bu cemiyetin kurulduğu toplantıya katılanların hemen hepsi, Bab-ı Ali tercüme odasında zaman zaman çalışmışlardı; bu yüzden çoğu İmparatorluğun dış işlerinin yürütülüş şekli kadar Avrupa Siyasi sistemlerini de öğrenme fırsatını elde etmişlerdi. “Onlar karşı çıktıklar birçok kişinin gayretleri sayesinde, Batı tarzında yetişmiş bir nesil idiler. Ali ve Fuad Paşalar, kendi zamanlarında, çok ılımlı bir reformcu sayarak Reşid’e nasıl karşı çıktılarsa, şimdi de kendileri yeni nesil siyasi muhalifler tarafından aynı şekilde tenkit ediliyorlardı.[95]

Ayetullah Bey toplantıya gelirken beraberinde, 19.yy başlarında Fransa ve İtalya’da restorasyona karşı mücadele etmiş, olan gizli cemiyet Carbonari teşkilatı hakkında iki kitap getirmişti. Bu kitaplar gizli cemiyetin teşkil edilmesinde rehber olacaktı.[96] Cemiyetin nizamnamesini hazırlama işi, Ayetullah Bey’e verildi.[97]

İleride kendilerine Yeni Osmanlılar adını vererek Avrupa’da neşriyat yoluyla siyasi mücadeleye girecek olan teşekkülün çekirdeği bu altı kişilik küçük topluluktur. Ancak Enver Koray, Bu toplulukla Yeni Osmanlılar arasında bir bağlantı bulunmadığını ileri sürmektedir.[98]

Memleketteki muhalefet havası yüzünden cemiyet hızla büyüdü ve bir süre sonra üye sayısı, 245’e yükseldi. Şehzade Murad ve kardeşi Abdülhamid Efendiler de bu cemiyetle ilgili idiler.[99]

Bunları gayesi, Ali Paşanın ağır ve ezici politikasına son vermek ve devletteki mutlakiyet idaresini meşruti idareye dönüştürmekti. Bunun için önce Ali Paşa’yı devirecekler sonra da yerine yeni usulü kabul edecek, hürriyet esaslarına bağlı bir şahıs getireceklerdi. Ebuzziya Tevfik Bey’in ifadesine göre bu gayeyi gerçekleştirmek için takip edecekleri yolu tesbit etmişlerdi. Cemiyetin programının özetinin özeti şöyledir: “Memleketin Mutlakiyet idaresini, meşrutiyet idaresine çevirmek için hazırlanan idare usulünü ki şimdi buna Kanuni Esasi demekteyiz, milletin bir meşru talebi olmak üzere, Muharremin 15’inde, adet olduğu üzere, Bab-ı Ali’yi teşrif eden Padişaha verilecek bir istid’aya ilişik olarak takdim etmek ve onun kabul ve icrası için Hünkar-ı “Hırka-i Şerife” dairesinde tahlife davet eylemek hususundan ibarettir. [100]

Ali Paşa’dan başka devletin bütün ileri gelenlerinden yardım göreceklerini umuyorlardı. Ali Paşa; buna mani olmak, Padişah’a dilekçe verenleri dağıtmak veya tevkif ettirmek isterse; Fuad Paşa, Mehmed Rüştü Paşa, Mısırlı Sami Paşa, Yusuf Kamil Paşa, ve Boşnak Refik Efendi itiraz ederek, Abdülaziz Han’ı istida isteklerinin yerine getirilmesine zorlayacaklardı.

Cemiyet halini alan bu gençler, yeni kabineyi oluşturacak kişileri belirlemek üzere bir gün Ayasofya Camiinde toplanmışlar; nezaretlere münevver, dürüst insanları namzet göstermişlerdir, Mehmed Bey amcası Mahmud Nedim Paşa’nın Sadarete getirilmesini istemiş fakat diğerleri de bu makama Ahmet Vefik Efendiyi layık bulmuşlardı. Ayasofya toplantısından sonra hükümet durumu haber alarak tatbikata girişti. Bunun üzerine, Mehmed, Reşad, Nuri Beyler İstanbul’dan Paris’e kaçtılar. Bu hadiseler üzerine hükümetin takibatı genişledi. Bir kısım kimseler tevkif edildi. Hükümet bu suikast planının Mustafa Fazıl Paşa’dan gelmiş olduğu kanaatindeydi.[101]

Ziya Bey’in bu teşkilata ne zaman girdiğini belirlemek zordur. İttifak-ı Hamiyyet Cemiyeti kurulduğu zaman Ziya Bey Anadolu’da bulunuyordu.

Bu cemiyetin azası olan Ebuzziya Tevfik Bey, onun Avrupa’da Yeni Osmanlılar arasına katıldığını bildirir. Şairin 1967 yılından önce bu cemiyete dahi olduğuna dair bilgi yoktur. Ancak suikast haberinin yayıldığı sırada Avrupa’da bulunan Ziya Bey Paris gazetelerine mektup gönderecek kendi topluluğunun İstanbul’da Tevkif edilenlerle ilgisi olmadığını bildirmişti. [102] Şüphesiz ki bu mektup maksatlıydı. Ziya Bey böylece hem Mustafa Fazıl Paşayı suçlayanları yalanlayacak, hem de kendisini zan altından kurtarmış olacaktı. [103]

2.3. Mustafa Fazıl Paşa’nın Faaliyetleri

Mustafa Fazıl Paşa, Mehmed Ali Paşa’nın torunu, korkunç İbrahim Paşa’nın oğlu ve Hidiv İbrahim’in kardeşiydi. Fazıl Paşa’nın meslek hayatı Mısırda kaldığı 4 yıl hariç, Osmanlı Devletinin bir memuru olarak geçmişti. Zihni bütünüyle resmi vazifeleri ile meşgul değildi, Aynı zamanda Mısırdaki çıkarlarıyla da ilgileniyordu. Mısırdaki saltanat veraseti usulüne göre, İsmail’in ölümünden sonra yerine hidiv olarak Mustafa Fazıl’ın geçmesi gerekiyordu. Fakat İsmail hidivliği kendi sulbünden olan ahfadına bırakmak istiyordu. Fuad Paşa, Mustafa Fazıl yanlısı olduğu için Hidiv İsmail’in bu isteği reddedilmişti.

1865 Ekiminde kurulan Meclis-i Hazain’in reisliğine, Mustafa Fazıl Paşa tayin edilmişti.[104] Fazıl Paşa maliyede ıslahat yapmak istiyordu.[105] Bu amaçla Fuad Paşanın mali politikasını tenkit ederek; Sultan’a Bab-ı Ali’nin mali hususlardaki beceriksizliği konusunda bir tezkere sundu. Fuad Paşa bunu öğrenir öğrenmez derhal Mustafa Fazıl’ı makamından azletti.( 7 Şubat 1866). 4 Nisan 1866’da da Mustafa Fazıl’dan 24 saat içinde başkenti terk etmesi istendi. Mustafa Fazıl’ın devre dışı kalışıyla, Sultan veraset meselesi üzerinde nihayet nazırıyla birleşti ve 27 Mayıs 1866’da yayınlanan bir fermanla hidivliğe geçiş hakkı, İsmail’in sulbünden gelenlere bırakıldı.[106] Mustafa Fazıl’a ise hidiv kardeşi tarafından satın alındığı bildirilen Mısırdaki emlakinin karşılığında dört buçuk milyon İngiliz lirası verildi.

Mustafa Fazıl Paşa hem sürgün edilmiş olmasından hem de Mısırdaki veraset hakkını yitirmesinden dolayı buna sebep olan Bab-ı Ali’ye karşı intikam duygusuyla doluydu. Kararlar her ne kadar Sultan’dan çıkıyorsa da idareye Sultanın etrafındaki halka hakimdi. Onun bundan sonra yapacağı şey her vasıtaya başvurarak Bab-ı Ali’ye karşı muhalefet etmekti. [107]

1867 Şubat ayında Paris’te çıkan bir dergide Mustafa Fazıl Paşa’nın Türkiye’deki reform hareketinin liderliğini, özellikle Genç Türkiye olarak bilinen muhalefet grubunun yönetimini kendi üzerine aldığı haberi yayınlandı.[108] Paris’ten Mord gazetesine gönderdiği bir mektubunda ise, kendisinin şahsi işlerden çok umumi, mühim işlerle ilgilendiğini ve ülkesini menfaatlerini kendi menfaatlerinin üstünde tutuğu belirtilmiştir. Paşa bu mektupta, kendisinin de dahil olduğu yenilikçi Osmanlı gençliğinden söz ederken ilk defe “Jön Türk” tabirini kullanılır.[109]

Mustafa Fazıl Paşanın Paris’ten Sultan Adbülaziz’e gönderdiği mektup çok daha fazla ses getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü, Meşrutiyeti bir mekanizmanın bulunmayışına bağlayan bu mektuba, Sultan’ın meşruti temsil hareketine önderlik etmesini öngören bir anayasa önerisi taslağının ekli olduğu söylenir. 24 Mart 1867’de önce La Liberte gazetesinde Fransızca olarak yayınlanan mektup daha sonra İstanbul’da Sadullah Bey tarafından tercüme edilip elli bin adet basılarak dağıtılmıştır.[110]

Söz konusu mektubun altında Mustafa Fazıl Paşa’nın imzasının bulunmasına karşın, birçok kaynak tarafından mektubun kendisi tarafından yazılmadığı ileri sürülmüştür. Ali Suavi bu mektubun bir Ulahlı tarafından yazılıp, Mustafa Fazıl tarafından imza edildiğini bildirmiştir.[111] Tercümesi paket paket dağıtılan bu mektupla Mustafa Fazıl Paşa, İstanbul’daki siyasi cemiyet mensuplarının gözünde büsbütün ehemmiyet kazandı.[112]

Mustafa Fazıl Paşa, Avrupa’da her fırsatta, basın yoluyla kendi propagandasını yaptırırken, diğer taraftan devletin gidişinden memnun olmayan ve yüksek sesle olmasa bile basında muhalefet görevi üstlenen genç yazarlarla temas kurmaya çalışıyordu. 1867 yılı Martında bazı gazeteler hükümete karşı açıktan muhalefet etmeye başlamışlardı. Namık Kemal Tasvir-i Efkar’da, Suavi ve Ziya Bey Muhbir’de yazıyorlardı. Suavi’nin Belgrat Kale’sinin Sırplılara terk edilmesi üzerine açıkça hükümetten hesap sorması ve aynı sayıda Mustafa Fazıl Paşa’nın Girit Müslümanları için yaptığı yardımın birinci sayfada, flaş haber olarak duyurulması Muhbir’in otuz birinci sayıda bir ay süreyle kapatılmasına ve Suavi’nin Kastamonu’ya sürülmesine sebep olmuştur.

Namık Kemal Tasvir-i Efkar’da yazdığı “Mesele-i Şarkiyye” makalesinde, Suavi kadar açıktan olmasa da hükümeti tenkit ediyordu. Filip, sahibi bulunduğu Muhbir gazetesinin kapatılmasına bir beyanname ile itiraz etmiş ve Tasvir-i Efkar bu beyannameyi yayınlamıştır.[113] Bütün bu hadiseler üzerine hükümet, 12 Mart 1867’de “Kararname-i Ali” diye meşhur olan “Basın Nizamnamesini” yayınlar.

2.4. Ziya Bey’in Avrupa’ya Geçişi

Namık Kemal’in Erzurum Vilayeti Vali Muavinliği’ne, Ziya Bey’in Kıbrıs Mutasarrıflığı’na tayin edilmiş olduğunu öğrenen Mustafa Fazıl Paşa, bunlardan faydalanmayı düşündü. Bu iş için de katibi Sakakini’yi memur etti. Bu iki şair 1 Nisan 1967 Cumartesi günü Sakakini tarafından Asmalı mescitte bulunan Courrier d’Orient idarehanesine davet olundular. Önce Ziya Bey gelmişti. Daha sonra Namık Kemal geldi. [114] Ebuzziya’nın atandığına göre, Kemal Bey, Ziya Bey’i uzaktan tanıyor; Ziya Bey ise Kemal’i şahsen tanımıyordu.[115] Ancak daha önce Ercümen-i Şuara’da karşılaşmış olmaları gerekiyor. Bu iki yazar hemen birbirlerine kaynaştılar.

Sakakini davetin sebebini bilmeyen Ziya ile Kemal’e kendini tanıttıktan sonra Fazıl Paşa’nın şairlere hitaben yazmış olduğu Fransızca ibareli bir mektup okudu. Bu mektupta memleketin içinde bulunduğu tehlikeli durumu, bu iki aydın düşünceli kalem sahibinin meziyetleri, vatanın saadet ve selameti için kalemlerini kullanmanın zamanı gelmiş olduğunu anlattıktan sonra “Sizi ben, hizmeti birlikte ifa için Paris’e davet ediyorum” deniyordu. Lüzum görecekleri kalem ve hamiyyet sahiplerini de götürebilecekleri bildirilmiş, hepsinin geçimini sağlayacak kadar paranın da mevcudiyeti ilave edilmişti.

Namık Kemal önce bu teklifi kabulde tereddüt etmiş, sonra Ziya Paşa’nın telkiniyle Avrupa’ya gitmeye razı olmuştur. Ali Suavi Efendi ile Agah Efendileri de davete karar vermişlerdir. Ancak Ali Suavi, Kastamonu’da Sürgün bulunuyordu.[116] Türkçe bildiği için, Courrier d’Orient Matbaası’nın Başmürettibi olan Kalavasi’nin Suavi Efendiye gönderilmesine karar verildi.[117]

Namık Kemal ve Ziya Bey, Suavi ve Agah Efendileri, Mesina’da beklemek üzere harekete karar verdiler. Fazıl Paşa, Kemal Bey’e bin, Ziya Bey’e üç bin frank harcırah yollamıştı. Ziya Bey bu paranın iki bin frankını hanesine bırakacaktır.

Avrupa’ya gitmeye karar veren bu iki mücadele adamı, bir gece Mithat Paşa’yı Topkapı dışındaki evinde ziyaret ederek bu kararlarından onu da haberdar ederler.[118] 16 Mayıs Perşembe günü akşamı saat on bir buçukta Fransız Elçiliğinin karşısındaki Volari lokantası buluşma yeri olarak belirlenmiştir. Ziya Bey, lokantanın cadde üzerindeki şehnişininde oturmuş olacak, gözünü Kemal Bey’in geleceği taraftan ayırmayacak, Namık Kemal’de Uzaktan şehnişindeki Ziya Bey’i görecek. Bu suretle güneş batıncaya kadar orda kalınacak, önce Ziya bey yukarıdan inecek, Kemal Bey’e bakmadan kapıdan çıkarak karşı taraftaki Fransız Elçiliğine müntehi yokuştan aşağı inecek.Lokantadaki Kemal ise önce bakışları biraz sonra da bil- fiil Ziya Bey’i takip edecek. Fransız Büyükelçisi Monsieur Bouret de kendilerini elçiliğin kabul salonunda bekleyecekti. Ziya Beyle Namık Kemal o akşam yemeğinde Monsieur Bouret’in misafiri oldular. Gece saat iki buçukta elçiliğin arka kapısında çıkıp gittiler. Tophane iskelesinde bekleyen bir sandal, onları Fresnie vapuruna götürdü.[119]

17 Mayıs Cuma günü, güneş batarken Ziya Beyle Kemal’i taşıyan Frensie vapuru Sarayburnu’ndan Marmara’ya geçiyordu. Ziya Bey, İstanbul’a bakıp muhtemelen arkasında bıraktığı çocuklarını ve ailesini düşünerek:

Vatan me’luf olanlar bu sebep terki diyar etmez

Zaruretsiz cihanda kimse gurbet ihtiyar etmez.

Beytini okumuştur.[120]

22 Mayıs 1867’de ise Kastamonu’da sürgünde bulunan Ali Suavi, Messagerie şirketinin Marsilya vapuruna bindirilir. Suavi’yi taşıyan gemi İtalya’nın Mesina limanına vardığı zaman, Suavi, bir sandalda iki fesli adan görmüş ve bunlardan Ziya Bey’i tanımıştır. Güverte de yanına yaklaşan genç bir delikanlı fesli zatları kendisine tanıttı. Bu genç, Mustafa Fazıl Paşa tarafından çıkaracağı gazetenin mürettipliğini yapmak üzere getirilen Ermeni Agop’tur. Fakat Suavi’nin henüz bundan haberi yoktu.[121]

Ziya Bey, İstanbul’daki evine Kemal, Suavi, ve kendisinin sağ salim Mesina’ya vardıklarını bildiren bir telgraf yollar.[122]

2.5. Ziya Bey’in Paris Hayatı

Bu üç Osmanlı aydını Marsilya’dan tirene binerek 30 Mayıs 1867’de Paris’e varırlar. Doğruca Mustafa Fazıl Paşa’nın Boulevard Malesherbes’teki konağına giderler. Prens onları görünce memnunluk göstermiştir. Paşa’nın ilk sözü “Benim servetim size de kafidir. Aman çalışalım, artık ne olacaksa olsun, elbette bir şey yapalım” olmuştu. [123]

Bir müddet istirahattan sonra, yer bulmaya çıkmışlardır. Şair Şinasi Efendi, Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın idaresiyle Rue Pepiniere’de oturmaktadır. Mustafa Fazıl Paşa, Ziya ve Namık Kemal Beylerle Suavi Efendiyi kendilerine yer bulması için Şinasi Efendi’ye gönderir. Şinasi Efendi, bunlara aynı sokakta 4 numaralı binada odalar tutmuştur. Ayrıca Fazıl Paşa Ziya Bey’e üç bin, Kemal ve Rıfat Beylere ikişer bin Suavi ve Agah Efendilere bin beşer yüz Reşat ve Nuri Beyler biner lira aylık tahsis etmişti. [124]

Namık Kemal ve Ziya Beyle Ali Suavi Efendi’nin Avrupa!da görünmesi, bir iki Fransız gazetesine haber mevzu oldu. Önce La Liberte, bu bahse sütunlarında birkaç satır yer ayırdı. Gazete bunları, serbest düşüncelerinin ve Islahat lehindeki teşebbüslerinin kurbanı diye vasıflandırıyordu.

Bir gün sonra aynı konu, başka bir gazete tarafından ele alındı. Le Monde gazetesi sahibi Eugene Taconet, gazetesindeki yazısında Ziya Bey ve Namık Kemal’in resmi vazifelerine, Ali Suavi Efendinin üç aydan beri Kastamonu’nda sürgün bulunduğuna temas edildikten sonra bu üç La Jeune Turquie Partisi Mensubunun Paris’e geldikleri bildirilmektedir. Ayrıca Ziya Beyden çok mühim bir şahsiyet diye bahsedilmekte, uzun müddet Padişahın teveccühünü muhafaza etmiş olan bu simanın, mutasarrıflıkla Kıbrıs’a sürgünü kabul edilmemesi yüzünden Paris yolunu tuttuğu yazılmaktadır.

Bu üç zatın Paris’e yerleşmek üzere bulundukları günlerde Avrupa basınında İstanbul’daki suikast hadiselerinin akisleri görülmeye başlandı. Hadise, Yeni Osmanlıların bir tertibi olarak gösteriliyordu; suçlamalar arasında da yer yer Ziya Bey’in ismine rastlanıyordu. Suçlamanın Ali ve Fuad Paşalardan çıktığı sanılmıştı. Ziya Bey, hadiseyle ne kendisinin ne de yeni Osmanlılar cemiyetine mensup başka kimselerin ilgisi bulunmadığını ifade eden bir mektup kaleme aldı ve bunu muhtelif Fransız gazetelerinde neşretti.[125]

Jaune Turc’ler Paris’e vardıklarından tam bir ay sonra nazik bir davet ile şehri terke zorlanıyorlar. Sebep Sultan Adbülaziz’in Paris Seyahatidir. Paris’te her milletin zirai ve sanayi mamulleri teşhir edileceği bir sergi inşa olunmuştu. Bu vesileyle üçüncü Napolyon tarafından Paris’e davet edilen Hükümdarlar arasında Abdülaziz Han da vardı. Yeni Osmanlılar görünüşte Padişah dönünceye kadar Paris’ten uzaklaşmayı uygun buldular. Fransız Hükümeti de, muhteşem misafirleri huzursuz edebilecek şeyleri mümkün olduğu kadar azaltmak istiyordu.[126]

Fransız İçişleri Bakanı Marquis Volette, Ziya ve Kemal Beyleri davet etmiş ve almak zorunda kaldıkları tedbirlerden söz etmesine ihtiyaç kalmadan Ziya Bey arkadaşlarıyla Londra’ya gitmek üzere bilet aldıklarını beyan edip müsaade istemişlerdir. 30 Haziran 1867’de Jeune Turc’ler partiden ayrıldılar. Ziya Bey, Namık Kemal, Agah ve Suavi Efendiler Londra’ya; Mehmed Reşad, Nuri Beyler Jersey adasına gittiler; Kani Paşazade Bruxelles’e gitti.

Ziya Bey ve arkadaşları Paris’te bulundukları birkaç ay içerisinde ilk defa gördükleri ve kendi ülkelerine hiç benzemeyen Paris’i tanımaya çalışmış ayrıca Mustafa Fazıl Paşanın konağındaki meclislerde gerek Fransız ve gerekse diğer yabancılarla temas kurmuşlardır. Polonya’dan, İtalya’dan Fransa’ya gelen ihtilalcilerle, Avrupa’nın muhtelif yerlerinde rastlanan sosyalistlerle hatta Frank-masonlarla temaslarının daha bu devrede başlamış olacağını tahmin edebiliriz.

Bu devrede Yeni Osmanlılar, Avrupa’da dört çeşit insanla münasebetteydiler.

a) Memleketlerindeki siyasi şartlardan memnun olamayarak Batı Avrupa’ya gelmiş muhtelif milletlere mensup ihtilalciler grubu (Leh, İtalyan, Avusturya asıllı cümleler)

b) Daha önceden Türkiye’de tanınmış olup bunlarla irtibatlarını sağlayan kimseler

c) III. Napolyon idaresinden memnun olmayan bir kısım Fransız yazarları

d) Hususi veya hasbi rabıtalarla görüştükleri kimseler. Bu devrede Yeni Osmanlılar içinde en çok düşüp kalkan şahıs Ziya Bey’dir.[127]

2.6. Ziya Bey’in Londra Hayatı

Mustafa Fazıl Paşa Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati esnasında kendisini karşılamış İstanbul’a dönüşüne izin verilmesi için çeşitli vasıtalara baş vurmuştur. İngiliz elçisi Henry Ellist, Paşanın Galler Prensinin aracılığıyla affedildiğini Londra’ya yazdığı ir resmi raporda belirtmiştir. Meşhur bir mason olan Galler Prensinin Mustafa Fazıl Paşayla bu derece yakından ilgilenmesinin sebebi büyük ihtimalle, Paşanın da mason olmasıdır.[128]

Mustafa Fazı Paşa, Hünkarın Avrupa seyahatine büyük ilgi göstermiştir. Her gittiği yerde maiyetinde bulunmuştur. Sultan Aziz’in M. Fazıl Paşa’ya kırgın ve hatta kindar olmasına rağmen iltifatının sebebi paşanın üzerinde kendi resmi bulunan bir goblen halısını Padişahın oturacağı yere sermesiydi. Padişah bu jesti sadakat ve iltica saymış, Paşanın resminin olduğu halıyı derhal yerden kaldırtmıştır. Hatta çok müteessir olmuştur.

M. Fazıl Paşa, Padişahla beraber İngiltere, Belçika ve Avusturya’ya kadar gelmiş İstanbul’a avdeti için ferman-ı şahane tebliğ edilmişti. Fakat Paris’te olan oğlunun ani hastalık haberinin gelmesiyle Fransa’ya döndü. Daha sonra bunun şekli kurtarmak için yaratılmış bir sebep olduğu anlaşıldı. Paşa, kendisine güvenerek yurtlarını terk etmiş hürriyet mücadelesine girişmiş Yeni Osmanlıları terk etmediğini göstermek istemiştir.[129]

Abdülaziz Han, Kraliçe Victoria’nın misafir olarak Londra’yı ziyaret ettiği zaman Padişaha hürmeten Birighton’a çekilen Ziya Bey, Hünkar’a bil vasıta meşhur “Arzuhal”ini takdim etti. [130] Sultan Abdülaziz Londra’ya geldiği zaman Ziya Bey’in dışındaki üç arkadaşı fesleriyle Hünkar’ın dikkatini çekmiş ve bu fesli gençlerin kim olduğunu sormuştur. Fuad Paşa: “ M. Fazıl Paşa kulunuzun teşkil eylediği Fırka-yı Muhalife efradından bazıları” şeklinde cevap vermiştir.[131]

Sultan Abdülaziz’in Paris sergisini ziyareti Yeni Osmanlıların Avrupa’da takip edildikleri yolla ilgili bir program hazırlamalarını geciktirdi. Hele M. Fazıl Paşanın Padişahla birlikte bazı Avrupa şehirlerinde dolaşması onlarda büsbütün endişe uyandırmıştı. Kendilerini Avrupa getiren bu insanın İstanbul’a döneceği fikri Yeni Osmanlıları özellikle Namık Kemali iyice sarstı. Mısırlı Prens Paris’e döndükten sonra genç Türkler arasında bazı mülakatlar cereyan etti, bunlardan biri Prensin bu şehirdeki evinde vuku buldu. 11 Ağustos 1867’de M. Fazıl Paşanın başkanlığı altıda toplanan bu heyet Ziya Bey Suavi Efendi, Mehmed, Reşad, Nuri, Namık Kemal, Rıfat Beylerle, Agah Efendiden teşekkül ediyordu. Suavi Efendinin Muhbir gazetesini çıkarması kararlaştırıldı. Ayrıca Ziya Bey’le Namık Kemal hürriyet gazetesini çıkaracaktı. Prens bu faaliyet için iki yüz elli bin frank tahsis etmişti. Bu para Ziya Bey tarafından tasarruf edilecekti. Diğer bir mülakat yeri Baden Baden’dir. Namık Kemal babasına yazdığı bir mektupta 17 Ağustos 1867 Baden Baden’de Prensin yanında olduğu bildiriyor. Yeni Osmanlılar cemiyetinin çalışama programını hazırlayan heyet, burada buluşup statüyü hazırlamıştı. Bu toplantıya katılanlar arasında yalnız Türkler değil Comte Wladyslam Plater Simon Deutsh de vardı.

Söz konusu statünün birinci maddesinde “Genç Türkiye Fırkası teşkil edilmiştir” denildikten sonra cemiyetin kuruluş gayesi açıklanmıştır. M. Fazıl Paşanın Padişaha gönderdiği mektuptaki esaslara uygun olarak Reform programı takip edileceği ve neticede Türkiye rejiminin ve idareyi elinde tutan şahısların değiştirileceği; Avrupa’da Rus Propagandası tesirinin zayıflatılacağı; Osmanlı ülkesi içinde Hıristiyanlar üzerinden Çarlık himayesinin kaldırılacağı; Rus Barbarlığına karşı müstakil kahraman ir leh milleti getirileceği ifade ediliyordu .Aynı statünün 13. Maddesine göre de M. Fazıl Paşa programın gerçekleşmesi için yılda üç yüz bin Frank tahsis edecekti. Bu statüyü imza edenlerden Osmanlılar, Türkçe Neşriyatta bulunacaklar; ecnebiler de dış seyahatlerde Avrupa gazetelerinde propagandayı sağlayacaklardı. Bu sözü edilen mülakatlarda verilen kararların ilk tatbik edileni Ali Suavi Efendi’nin Londra’da 31 Ağustos 1867 Muhbir gazetesini yayınlaması oldu.[132]

Suavi Avrupa’daki yayın mücadelesine adeta bir meydan okuma ile başlıyordu. Gazetenin ilk cümlesi şudur. “ Muhbir doğru söylemek, yasak olmayan bir memleket bulur yine çıkar” o bununla hem İngiliz basın kanununu rahatlığını dile getirmiş hem de Bab-ı Ali’ye İstanbul’daki muhbiri kapatmasının kendisini susturamayacağını kendisine ihbar etmiştir. Ne gazetenin çıkış ilanında ne de gazeteyi çıkarmakta olan cemiyetin amacını açıklayan yazıda cemiyetin Osmanlı hükümetine karşı sert bir muhalefet organı olacağına dair bir ifade yoktur.[133] Gazete genel muhtevasıyla siyasetten ziyade maarifle uğraşacak gibi görünüyordu.[134] Suavi ye göre Londra’da kurulan bu İslam Cemiyetinin esas amacı eğitim hizmetidir.

Suavi bu ilk sayıyla bütün şimşekleri üzerine çekmişti. O her ne kadar Mustafa Fazıl Paşadan maaş alıyor ve ister istemez bu cemiyetin içinde bulunuyor ise de kendi bildiğini okuyacağını muhbirin daha ilk sayısında ortaya koymuştur.[135]

Muhbir yedinci sayıdan itibaren Ziya Bey tarafından hazırlanmış olan yeni Osmanlılar cemiyeti damgasıyla çıkmaya başladı. Gazete 11. Sayıya kadar Türkiye’ye girmiş olan gazetelerin daha sonra girişi yasak edilmiş ancak tüm güçlüklere rağmen İstanbul’a sokulmuştur.

Yeni Osmanlılar arasındaki ahenk uzun müddet devam edemedi. Ali Suavi’nin arkadaşlarından farklı bir tutumu vardı. Ziya ve Kemal Bey dışında kalan cemiyet mensupları Suavi Efendi’ye kızıyorlardı. Fakat bir müddet sonra Suavi ile Namık Kemal ve Ziya Bey’lerin de arası açıldı.[136]

Muhbirin ilk sayısı çıktıktan biraz sonra İstanbul’a gitmiş olan Prens, artık yeni Osmanlıların Bab-ı Ali’ye hücum etmelerini istemiyorlardı. Halbuki gazetede Şuray-ı Devletin açılışı münasebetiyle sultan Abdülaziz tarafında söylene nutuk dahi tenkit edilmişti.[137]

1868 Martında M. Fazıl Paşadan Namık Kemale başka bir gazete çıkartması için kesin talimat geldi. Böylece 29 Haziran 1868 günü Londra’da Hürriyet çıktı. Yeni gazetenin ilk sayısında Ziya Bey tarafından yazılmış Osm. kabilesini yeren bir makale çıktı. [138] Bunun üzerine prens “ ya susarlar ya tahsislerini keserim” yollu bir emir yolladı.[139]

Hürriyetin işletme masrafları ve yazı işleri hayati üyelerinin maaşları her ay ödeniyordu. Bu yüzden M. Fazıl’ın elinde yeni Osmanlıları isteklerine boyun eğdirme hususunda güçlü bir koz vardı. Bu aylık yardımlar Hürriyetin Bab-ı Ali’yi tenkidini aşırı bularak M. Fazıl’ı destekleyen Rıfat bey aracılığıyla gönderiliyordu. Rıfat bey yazdığı bir mektubu gazetede yayınlanmasını fırsat bilerek yeni Osmanlılara yapılan ödemeyi durdurdu. Ancak Rıfat Bey’in bu hareketinin M. Fazıl tarafından teşvik edilip edilmediği belli değildir. Rıfat bey 5 ay sonra ( 22 Ocak 1869) yazdığı bir mektupla grupla ilişkilerini kesin olarak kopardı.

Yaşça büyüklüğü dolayısıyla başlangıçta yeni Osmanlı grubunun lideri olan Ziya sert tenkitleri yüzünden artık M. Fazılın gözünden düşmüştü. [140]

Ziya Bey bu gazetede çıkan yazılarda Tanzimat’ı; Kanunlar hazırlanırken şeriat dışı kaynaklara başvurulmasını yurt içinde yabancı devlet temsilcilerine verilen imtiyazları yabancıların imparatorluk topraklarında mülk sahibi olabilme hakkını kazandırmaları dış ticareti Avrupa büyük sanayisi karşısında Türkiye’de el sanatlarının işlemez hale gelmesinin Tanzimat’ın getirdiği imkanlardan yabancı himayesinde bulunana azınlıkların faydalanmasına öğretim sistemimizi tenkit etmiş; müsabat konusunda fikir yürütmüş, Ali ve Fuad Paşalara hücum etmek için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır.[141]

Hedefleri aynı olan fakat fikir yapıları birbirinden farklı olan cemiyet mensupları arasında bir müddet sonra anlaşmazlıklar baş göstermeye başladı. Bunlardan ilki Ali Suavi’nin Muhbir’de arkadaşlarının görüşüne uymayan tutumu olmuş, daha sonra ise yukarıda bahsettiğimiz gibi M. Fazıl Paşanın Bab-ı Ali aleyhinde neşriyat için Avrupa’da topladığı bu insanları, susmadıkları takdirde maaşlarını kesmekle tehdit etmesi, herkeste, M. Fazıl Paşaya karşı güvensizlik oluşmasına sebep olmuştur.[142] Paşa’nın yardımlarını iyice azaltması ise gazetenin çıkışını hayli zorlaştırıyordu. Bu yüzden gazetenin çıkarılması için Hidiv İsmail Paşanın yardımları kabul edildi.[143]

Cemiyet içindeki ayrılık rüzgarları 1869 yılında Kemal ve Ziya Bey arasında esmeye başlamıştır. Ziya bey memleketin feci vaziyetinin sebebini vezirlerin suiistimalinde; Kemal, sistemde görüyordu. 1869 yazında Namık Kemal, M. Fazıl Paşa’nın emrine uyarak Hürriyet gazetesinden ayrıldı.[144] Bu durum üzerine Ziya Bey şiddetli öfkeye kapılarak, acil ihtiyaçlar için ayrılmış bulunan 250.000 frank, Mustafa Fazıl Paşaya geri gönderdi ve Cenevre’ye çekildi.

2.7. Ziya Bey’in İsviçre Hayatı

Hidiv İsmail’in casusları, Ziya ya Cenevre’de de yanaşarak kendisine gazeteyi çıkartabilmesi için destek sağladılar. 13 Eylül 1869 tarihinde tek elden yayımlanmaya başlayan Hürriyet, artık Ali karşıtı bir polemik gazetesine dönüşmüştür.

Ocak 1870’de Namık Kemal, Hürriyete kendisinin gazeteden ayrıldığını bildiren bir yazı vererek yayımlamasını istemiş, bu yapılmayınca hürriyetle ilgili bütün bağlarını tamamıyla kestiğini belirten bir ilan bastı ve dağıttı. Bunun sebebi açıktı: Hidiv’in himayesi altındaki Hürriyet artık Yeni Osmanlıların Reform davalarına hizmet etmiyordu.[145]

Ziya Bey bir süre Cenevre’de kaldıktan sonra Londra’ya geçerek burada da Hürriyet gazetesini çıkarmaya devam etti. Gazetede Ali Suavi’nin Osmanlı Maliyesini tenkit eden bir makalesini neşretmesi üzerine İngiliz makamları kendisine karşı dava açtılar. İngiliz makamlarınca tutuklanan Ziya Bey, kefalet karşılığında tahliye edilince Arif efendi ile Fransa’ya kaçmıştır. Fakat Londra’da evrakı, eşyası, matbaası müsadere olunmuştur.

Ziya Bey, 1870 Nisanında tekrara İsviçre’ye gelmiştir. Burada İsmail Paşa yardımıyla yeni bir matbaa kurmak istemiş, ancak bunu gerçekleştiremeyince Hürriyeti taşbasması olarak çıkarmıştır.[146] Gazetenin Cenevre sayıları, gittikçe artan bir şekilde Sultanı savunmuştur. [147] Hürriyet 100. Sayısına kadar Cenevre’de yayınlanmış ve gazete 29 Mayıs 1870’te kapanmıştır. Bundan sonra Ziya Bey yeni bir gazete çıkarmak istemişse de mevcut olumsuz şartlar yüzünden bunu başaramamıştır.[148]

III. BÖLÜM

SİYASİ HAYATI VE VALİLİKLERİ

1. Ziya Paşa’nın İstanbul’daki Son Yılları

8 Ağustos 1871’de Ali Paşa öldü. Sadrazamlığa Yeni Osmanlılardan Mehmed Beyin amcası olan Mahmud Nedim Paşa getirildi. Bu olay Yeni Osmanlılara ümit kaynağı olmuştu Şu halde İstanbul’a vatanına dönmekte hiçbir mahsur kalmıyordu. Fuad ve Ali Paşalar ölüp gitmişlerdi. Artık Mahmud Nedim’in etrafına toplanıp Abdülaziz’i yola getirmek, Kanuni Esasi’yi Meşrutiyet’i, millet meclisini kabul ettirmek içten bile değildi. Bütün Yeni Osmanlılar azası partide toplanmıştı. Yeni sadrazamın şerefine Bab-ı Ali’de bir affı umumi ilan etmişti.

İstanbul’a dönmeye karar veren Yeni Osmanlılar bunun için sefarete müracaat ettiler. Sefaret önce yalnız Mehmed Bey’in dönüşüne müsaade etmişti.Mehmet bey İstanbul’a döndükten bir müddet sonra diğerleri için de izin çıkmıştır. Ziya Bey İstanbul’a dönüşünü şöyle anlatıyor: “Ali Paşa vefat edipte Mahmud nedim Paşa sadrazam olunca Sultan Aziz’in arzusu üzerine Avrupa’dan memlekete dönmeme müsaade olurdu. Daha doğrusu Avrupa’dan davet ve celb olundum ve icra cemiyeti riyasetine tayin edildim”.[149]

Ziya Bey İstanbul’a 1871 yılının son ayında veya 1872 yılının ilk ayında dönmüştür. Döndükten sonra Divan-ı Alaka-ı Adliye’de icra cemiyeti reisliğine tayin edilmiştir. Ziya Bey, icra cemiyetindeki riyaseti sırasında bir şerri meselede faka basmış, böylece de azledilmiştir. Kendisine beş bin kuruş maaş tahsis edilmişse de iki ay sonra bu maaş kesilmiştir. Şair’e destek olan Mahmud Nedim Paşa, bu hadiseden önce Sadaretten ayrılmış yerine Şirvani-zade Rüştü paşa getirilmiş bulunuyordu.[150]

Ziya Bey’in hayatında bundan sonra uzun süreli bir menkupluk devresi başlar. Bu müddet içinde geçirdiği mali sıkıntı; onu, kasapla bakkala borçlarını ödeyebilmek imkanından bile mahrum bırakmıştır. Azil Hadisesinden sonra, bir misyona, şairin evine uğrayarak büyük bir para karşılığında imzasız kitap yazmasını ister. Ziya bey misyonere verdiği cevabı şöyle anlatıyor:

“Efendi dedim....... Siz beni paraya, dinini, ismini, milletini, satan bir adam mı zannediyorsunuz?”

Ziya Bey’in yaşadığı bu sıkıntılar sağlık durumu üzerinde de yıpratıcı tesirler bırakmıştır. [151]

Ziya Bey Mahmud Nedim Paşa sadrazam olduğu zaman sevmişti. Padişaha yazdığı kasidelerde de bir yandan Ali Paşadan gördüğü zulümleri yazarken, diğer yandan da Mahmud Nedim Paşa’yı övmüştür. Şair, eski hamisine karşı bu bağlılığını onun ilk Sadaretten uzaklaştırılmasından sonra devam etmiştir.

Adbülaziz han istediği tarzda padişahlık edebilmek için en müsait şahıs olarak Mahmud Nedim Paşa’yı görüyordu. Bu yüzden de; kendisinden yalancı diye bahsettiği bukalemun mizaçlı bir adam olduğunu iyi bildiği birinci Sadareti esnasında kötülükleri tecrübe ettiği Mahmud Nedim Paşa’yı ikinci defa Sadarete getirdi. Yeni Osmanlılar o kadar hücum ve tenkit ettikleri Fuad ve Ali Paşalar öldükten sonra kendilerine idarenin tevdi edilmesi için onlar kudretinde vezir kalmıştı. Padişah; İdare-i Bab-ı Ali’yeden saraya almak istiyordu.

İlk sadrazamlığı esnasında Padişahın istibdat eğilimini artırıp onu keyfi idareye teşvik ederek memurlara sürekli yer değiştirten her mühim meselede Rusya seferini Ignatiyeff’in fikirlerini alan Mahmud Nedim Paşa ikinci Sadaretinde bunlara yeni şeylerde katarak kötülüklerini devam ettirdi.[152]

Mahmud Nedim Paşa’nın Hirsh ile Ali paşa zamanında imzalanmış olan demiryolu mukavelesini bozması, Ziya Bey’le arasının açılmasına sebep olur. Çünkü Mahmud Nedim Paşa yeni tanzim ettirdiği mukaveleyi zorla Ziya Bey’e mühürletmek istiyordu. Ziya Bey, memlekete zarar getirecek böyle bir mukaveleyi mühürlemeyi kat’i surette reddetti. Mahmud Nedim Paşa, Ziya Bey’i sindireceğini zannederek iftira yoluna gitmiştir. Ancak Ziya Bey Buna şiddetle mukabele ederek, namusunun gün gibi ayan olduğunu bildirmiştir. Ziya Bey Mahmud Nedim Paşa’nın yaptıkları karşısında Ali Paşa’nın zemzemle yündüğünü düşünmeye başlamıştır.[153]

Mahmud Nedim Paşa’nın sadrazamlığı devam ederken, Ziya Bey’de menkubiyet yıllarını yaşıyordu. Sağda solda hükümet aleyhinde kıpırdanmalar vardı. Ziya Bey bu gidişle işlerin düzelmeyeceğine kani idi. Sadrazamın yaptıkları ortada idi. Artık Abdülaziz’den de ümit kesilmişti. Yeni Osmanlılar, Veliaht Murad Efendi ile sık sık münasebetlerde bulunuyordu. Ayrıca o sırada Tavşantaşı’ndaki konağında menkup bulunan Midhat Paşa, Yeni Osmanlılardan faydalanmak istiyordu. Görüşmeler sonucunda Yeni Osmanlılarla Midhat Paşa ve Murad Efendi arasında müşterek hareket hazırlıkları başladı.[154]

1.1. Ziya Bey’in Masonluğu

Tanzimat’tan sonra, İstanbul’da bazı mason loncalarının bulunduğu muhakkaktır. Türkiye’deki masonluk tarihiyle ilgili kitaplardan Tanzimat ricalinden Fuad ve Ali Paşa’ların da mason olduğunu öğrenmekteyiz. Daha önce Yeni Osmanlılar’ın Avrupa’da masonlarla münasebette bulunduklarını belirtmiştik. Araya Mustafa Fazıl Paşa’yı da katmak şartıyla, bu devrin diğer masonlarını şöyle sıralayabiliriz: Ahmed Vefik Paşa, Midhat Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa, Sadullah Paşa, Namık Kemal Bey, Abdülaziz’in ikinci mabeyincisi bestekâr Ali Haydar Bey, ayrıca hanedan üyelerinden Sultan Beşinci Murad, kardeşleri Nureddin, Kemaleddin Efendiler.

Mabeyn Başkatibi iken Şehzade Murad ve Yusuf İzzettin Efendilere hocalık yapan Ziya Bey’in Şehzade Murad’ın mason olmasında çok büyük etkisi olmuştur.[155]

1.2. Medrese Talebelerinin Ayaklanması

Talebe isyanı, Midhat Paşa, Ziya Bey ve bazı Medrese hocalarının başları altından çıktı. Hadise, geriden de Şehzade Murad Efendi tarafından takip ediliyordu.[156] 8 Mayıs 1876’da Softalar Medreselerinden çıkarak İstanbul’un büyük cami ve alanlarında düzenlenen toplantılara katıldılar.

Bu isyana en ziyade Abdülaziz’in padişahlık ve Hilafet prensiplerinde değişiklik yapmak istediği havadisi sebep olmuş ve oğlu Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’yi veliaht tayin edeceği söylentisi galeyanı şiddetle körüklemişti.[157]

1876 Mayısında Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye medreselerindeki talebeler, dersleri tatil etmek suretiyle grev yaptılar. Bunlar; “Devlet ve milletin hakları ve istiklâli şunun bunun ayağı altında kalmıştır, böyle bir zamanda ders ile meşgul olunmaz, Müslümanlar Hıristiyanların eziyet ve hakaretlerine uğramışlardır, sebep olanları ortadan kaldırmak vazifemizdir, Hasan Efendi’yi (Şeyhülislâm) istemeyiz, Mahmud Paşa hala Sadarette kalacak mı?” tarzında nutuklar söylediler.[158]

Bunlar meydanda toplanarak halkı da aralarına aldılar. Bab-ı Ali ve Şeyhülislâmın kapısında silahlı olarak dolaşan talebeleri, halkın çoğu desteklemiştir. Halk arasında asıl şikayet Abdülaziz’in davranışlarından kaynaklanıyorsa da bu fenalıklardan Mahmud Nedim paşa ile şeyhülislâm Hasan Efendi sorumlu tutuluyordu.

Sultan Abdülaziz kalabalığı dağıtmak yerine arzularını yerine getireceğini vaat etmiştir. Ulemaya ise bir daha böyle bir şey olursa üzerlerine asker göndereceği tehdidinde bulunması, böyle kritik bir zamanda ulemayı korkutmuş ve ihtilalcilerle işbirliği yapmaya sevk etmiştir.[159]

Talebe kıyamından maksat Midhat Paşa’yı Sadrazam yapmaktı ama bu gerçekleştirilememişti. Mehmed Rüştü Paşa dördüncü defa Sadarete getirilmiş, hasan Hayrullah Efendi şeyhülislâm ve Hüseyin Avni paşa da Seraskerliğe tayin olunmuştu. [160] Balete isyanı neticesinde ne Balkan yarımadasındaki karışıklıklar durmuş, ne de Türkiye Devleti mali sıkıntıdan kurtulabilmiştir. Yalnızca Mahmud Nedim Paşa’nın yeni felaketler getirmesi önlenmiştir. Bu hadisede Ziya Bey’in şahsi bir kazancı olmamış, yine mekubiyeti devam etmiştir.

1.3. Abdülaziz’in Hal’i ve V. Murad’ın Cülusu

Abdülaziz’in hal’ine dört kişi karar verdi: Padişah’a büyük kin besleyen Serasker Hüseyin Avni Paşa, Türkiye’ye meşrutî idareyi getirmek isteyen Midhat Paşa, günün birinde Mahmud Nedim Paşa Sadarete getirilecek olursa, mevkilerini kaybedeceklerini düşünen Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi.[161]

Vükela heyetinde Padişah’ı hal’ etme fikri ilk defa Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından benimsenmişti.[162] Hüseyin Avni Paşa, İstanbul’daki medrese talebeleri üzerinde büyük nüfuz sahibi olan meşrutiyet yanlısı Midhat Paşa’nın desteğini almak istemiştir.. bunun için de meseleyi önce Midhat Paşa’ya açmıştır. Midhat Paşa ise, hükümetin başında bulunan mütercim rüştü Paşa ile fetva verecek olan Şeyhülislâmın kazanılması gerektiğini ileri sürdür. Bu son iki zatın hadiseye katılmasında, mevkileri için besledikleri endişe kadar, Hüseyin Avni Paşa’nın tehdidinin de tesiri vardır.[163]

Bu dört kişinin dışında hal’ işinden haberi olan yoktur. Avni ve Midhat Paşalar’ın dışında hal’e katılanların hepsi meseleden son hafta haberdar edilmişlerdir. Olayı Avni ve Midhat Paşa’lar planlamış, nasıl gerçekleştirileceğini ise Avni Paşa düşünmüştür.[164] Fetva verilmesi hususunda Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi son ana kadar tereddüt ettiyse de nihayet fetvayı vermiştir. Fetvaya göre, Abdülaziz siyaset işlerinden anlamayan bir halife idi, zevk ve eğlence peşinde olup halkıyla ilgilenmemekteydi.

Başta Hüseyin Avni Paşa olmak üzere vükeladan Sadrazam Rüştü Paşa, Midhat paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi meseleyi beraberce gizli olarak görüşmüşlerdir. Bu gizli toplantıda, 2 Haziran 1876’da Sultan Murad’ın kararlaştırılan usul üzere Bab-ı Hümayun’da cülusuna karar verilmiş ancak Hüseyin Avni Paşa meselenin duyulmasından şüphelenerek gitmekten vazgeçip özür dilemiştir. Bundan sonra ise Hüseyin Avni Paşa, derhal gerekli askeri tertibatı aldırmış ve cülusun Bab-ı Seraskeri’de yapılmasına karar vermiştir. Nihayet gerekli hazırlıklar yapılır ve harekete geçilir. Olay ortalığa çabuk yayılıp halk arasında duyulduğu için henüz resmen cülus ilan edilmeden Bab-ı Seraskeri Meydanı’nı ve Beyazıt civarını insanlar doldurmuştu. Gerek devlet erkanı ve ricali gerekse halk arasında sevinç gösterileri yapılmaya başlamıştı.[165]

Önce Abdülaziz’in hal’ine dair fetva okundu. Sonra da Murad’a biat edildi. Bu sırada toplar atılmaya başladı. Böylece 30 Mayıs 1876 Salı günü Abdülaziz hal’ edilerek V. Murad Padişah olmuştur.[166]

Şehzade Murad Efendi’nin Saraydan alınıp Bab-ı Seraskeriye’ye götürülme işinde takip edilecek hareket hattı Midhat Paşa’nın konağında görüşülmüştür. Müstakbel Padişahın davet tarzının belirlendiği müzakereye Ziya Bey’de katılmıştır.[167]

1.4. Sultan V. Murad’ın Saltanatı ve Ziya Bey

Topkapı Sarayı’na nakledilen Abdülaziz burada V. Murad’a bir mektup yazmıştır. Mektupta; “Taht-ı Saltanat Abdülmecit Han Hanedanı’na mübarek olsun. Elimde silahlandırdığım asker, tesis ettiğim donanma aleyhime ayaklandı. Benim başıma geleni Allah sana göstermesin” dedikten sonra, Topkapı Sarayı’ndan başka bir yere nakli için ısrar etmiştir. Bunun üzerine 2 Haziran 1876’da Çırağan Sarayı’na nakledilmiştir.[168]

Ancak Abdülaziz bu sarayda 48 saat yaşayabilmiştir. 4 Haziran sabahı odaya girenler Abdülaziz’i kanlar içinde buldular.[169] Abdülaziz’in ölümünün intihar mı, katl mi olduğu hâlâ çözülememiştir.

Sultan V. Murad’ın padişahlığı talihsizlik içinde başlamış ve öylece bitmiştir. Saraydan askerler tarafından alınışı, saray kadınları arasında bir suikast ihtimali fikrini uyandırarak çığlıklarla karşılamıştı. Bu hal, Murad Efendi’nin asabı üzerinde sarsıcı bir tesir bıraktı. Abdülaziz’in intiharı veya katli ise yeni hükümdarın dengesini büsbütün bozdu. Bu hadiseden sonra “Ne kan ne padişahlık isterim” dediği rivayet olunur.

Bab-ı Seraskeri’de biat merasimine koşanlar arasında Ziya Bey’de vardı. Cülus günü kendisi Mabeyn Başkatipliği’ne getirilmiştir. Ancak Ziya Bey bu görevde bir gün kalabilmiştir. Henüz biat merasimi tamamlanmadan Ziya Bey’in, Namık Kemal ve diğer arkadaşlarının affı için vakitsiz teşebbüse girişmesi Rüştü Paşa’nın canını sıkmış ve derhal Mabeyn-i Hümayun Başkatipliğine Sadullah Bey’i getirmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, bu azil işinde Rüştü paşa, Sadullah Bey’i o mevkiye getirmek isteyen Hüseyin Avni Paşa’dan faydalanmıştır. Böylece saray içinde Midhat Paşa’nın bir adamı bulunması önlenmiş oluyordu. Sultan V. Murad zamanında Ziya Bey’e tevcih edilen ikinci memuriyet, Maarif müsteşarlığıdır (4 Haziran 1876). Ziya Bey altı ay süren bu memuriyeti esnasında politik meselelerle uğraşmıştır.[170]

V. Murad’ın cülusundan sonra Midhat paşa meşrutiyet ve anayasa üzerinde çalışmalara başlamıştı. Ancak Hüseyin Avni paşa buna taraftar değildi. Kanun-i Esasi ve meşrutiyet konusunda ilk büyük toplantı, bütün Nazırları, hal’ olayını gerçekleştirmiş Süleyman ve Redif paşa gibi askerlerin ve bazı aydınların katılmaları ile gerçekleşti. Toplantıda Mütercim Rüştü Paşa’nın meşrutiyetin ilanı için henüz erken olduğunu savunması üzerine bu konu ileri bir tarihe bırakılarak şimdilik bunun yerine “Şuray-ı Ümmet” denen Millet Meclisi’nin nizamnamesinin hazırlanmasına karar verilmiştir. bu iş içinse Midhat Paşa görevlendirilmiştir. Şuray-ı Ümmet nizamnamesi altında hazırlanacak olan aslında Kanun-i Esasi yani Anayasa oluyordu.[171]

1.5. Meşrutiyete Doğru

V. Murad’ın sağlık durumu günden güne kötüleşiyordu. Murad’ın bu hastalığı zamanında Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa onun adına işleri yürütüp, Sultan Murad’ın vaziyetini bir müddet idare etti. Midhat Paşa’nın Kanun-i Esasi konulması hususundaki teklif ve ihtarlarına da “Padişah’ın şuuru bozulmuştur, bu sebeple devletin idare tarzının değişmesine zaman müsait değildir” şeklinde karşılık verdi. Ancak Murad’ın bu hali herkesin diline düşmüş, ulema arasında Padişah’ın arkasında Cuma namazı kılmanın caiz olmadığına dair dedikodular çoğalmıştı.[172]

Sultan Murad’ın sağlık durumunun düzelmeyeceğinin anlaşılmasından sonra Midhat Paşa Abdülhamid Efendi ile bir çok kereler buluşup, meşrutiyeti ilan edeceğine dair ondan söz almıştı. Midhat paşa ile veliaht arasında üç noktada anlaşmışlardı:

1. Anayasanın ilânı,

2. Devlet işlerinde yalnız sorumlu uzmanların oylarına başvurulması,

3. Sultan Murad zamanında sarayda görevlendirilmiş bulunan Sadullah ve Namık kemal Beyler ile Ziya Paşa’nın yelerinde bırakılmaları.[173]

Ancak Abdülhamid Midhat paşa ile konuşurken gerçek duygularını gizliyor, hürriyetçi gibi davranıyordu.[174]

31 Ağustos 1876’da, şeriata göre deliren Sultan’ın tahttan indirilmesi gerektiği yolunda alınan bir fetvaya dayanılarak V. Murad tahttan indirilmiş, yerine II. Abdülhamid Padişah olmuştur. Bir müddet sonra da Sadrazam olan Mütercim Rüştü Paşa istifa etmiş, yerine Midhat Paşa Sadarete getirilmiştir (20 Aralık 1876).[175]

Bu sırada Bosna Hersek Eyaleti’ndeki ayaklanma devam ettiği gibi Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri de Osmanlı Devleti’ne isyan ettiler.

Osmanlı Devleti bu isyanları bastırmakla uğraşırken Rusya, Bab-ı Ali’ye ültimatom verdi. Savaşı göze alamayan Bab-ı Ali harekatı durdurdu.[176] Midhat Paşa yapılacak olan konferansta lehimize karar alınması için Anayasanın ilan edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Anayasayı hazırlamak üzere bir komisyon teşkil edildi. Bu komisyon da ziya Bey, Namık Kemal ve arkadaşları vardı. Ziya bey, Maarif Müsteşarlığı’nda bulunduğu altı aylık hizmet süresinde maarif işleri yerine, Kanun-i Esasi hazırlığıyla uğraştı. Nihayet Kanun-i Esasi layihası hazırlandı. Midhat Paşa söz konusu layihayı Padişah’a arz etti. Sultan Abdülhamid, layihayı eski devlet ricaline de inceletmeyi uygun gördü. kanun-i Esasi layihası, Mabeyn’e götürüleli on-onbeş gün geçmiş fakat neticesine dair hiçbir haber çıkmamıştı. Namık Kemal, Abdülhamid’in tuzağına düşmüş olduklarını ileri sürüyordu. Ziya bey ve Namık Kemal bir gece Midhat Paşa’yı ziyaret ederek işi takip etmesi için sıkıştırdılar. Ertesi gece yine gittiler. Midhat Paşa, Kanun-i Esasi’nin 113. maddesine bir fıkra eklenerek kabul olunduğunu bildirdi. Sözde umumi asayişi bozacak şekilde harekette bulundukları zabıta tarafından tespit edilen kimselerin, Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasına, Padişah’ın yetkili olduğunu belirten bu maddeyi, Midhat Paşa’nın ağzından dinleyip, onun tarafından da kabul edildiğini öğrenen Namık Kemal, Ziya Bey ve Ebuzziya maddenin reddedilmesini istediler. Ziya Bey bu madde ile, Kanun-i Esasi’de kanun-i Esasi denecek yer kalmadığını, bundan böyle hükümetin dilediği tarzda tahkikat yürütüp Kanun-i Esasi’ye dayanarak istediğini yurt dışına çıkaracağını söyledi. Midhat Paşa, söz konusu maddenin Başkatip tarafından sokulmuş bir çivi olduğunu, zamanı gelince sökülebileceğini bildirdiyse de, Ziya Bey’i ikna edemedi. 23 Aralık 1876 Kanun-i Esasi top sesleriyle ilan edilmiştir. O gün İstanbul’da konferans için yabancı devlet temsilcileri toplanmıştı.[177]

Ziya Paşa’nın kehaneti kısa zamanda gerçekleşmiştir. Kabul edilen 113. madde Midhat Paşa’nın sonunu hazırlamıştır. Padişah, Midhat Paşa’yı Abdülaziz’in ölümünden sorumlu tutarak mahkemeye vermiş; mahkeme, Ceza Kanunu’nun 170. maddesine göre önce idama mahkum etmiş, ancak cezası Padişah’ın emriyle müebbet hapse çevrilmiş ve Taif’e sürülmüştür.

Namık Kemal ise verilen bir jurnal üzerine tutuklanır. Jurnalde, Namık Kemal’in bir mecliste Padişah’ın tahttan indirilmesi gerektiğini ifade ettiği yazılıdır. Hemen mahkemeye verilir. Berat eder, ancak Midilli’de ikamete memur edilir.[178]

2. Ziya Paşa’nın Valilikleri

2.1. Suriye Valiliği

Abdülhamid, Midhat Paşa ve Namık Kemal’den sonra Ziya Bey’i de Vezaretle Suriye Valiliğine tayin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı. Suriye; içinde Arap, Dürzi, Maruni gibi ayrı ayrı unsurların bulunduğu, İslâmlık, Hıristiyanlık, Musevilik nevinden çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı; üstünlük davası veya çeşitli menfaatler yüzünden mahalli mütegallibelelerin, memleketi kana boyayacak rekabetlere giriştiği, hatır ve hayale gelmez entrikalar çevirdiği; birçok Avrupalıların bu durumdan kendilerine menfaat teminine çalıştığı bir vilayetti.

Ziya Paşa fazla serbest fikirli olduğu için, Müslümanların sevgisini kaybetti. Vilayet içinde birikmiş konsolideleri paraya tahvil edememesi yüzünden Hıristiyan ve Yahudiler içinde bekledikleri menfaatleri sağlayan bir Vali olamadı. Hükümet eliyle, kötü işlerini yürütmeye alışmış mütegallibe; Ziya Bey, o bölgede vazifeye başlayınca, bu imkanlarını kaybettiler. Bundan dolayı entrikalar çevirdiler. Bir kısım kabileler, birbirleriyle mücadele için dağlarda silah yığmaya başladılar. Çekingen valilerin üzerinde kapitülasyonların nüfuzunu kullanarak iş yürütmeye alışmış yabancı devlet temsilcileri de, bildiğinden şaşmayan bir Vali ile karşılaştılar. Bunlardan İngiliz Consul’ü ile Vice Consul’ü Londra’ya, İstanbul’a mektuplar göndererek Ziya Paşa, Suriye’de kaldığı takdirde memlekette büyük felaketler çıkacağını bildirdiler. Bu ısrarlı yazılar üzerine Ziya Bey, buhran kaynağı olan Suriye’den alındı.

8 şubat 1877’de Beyrut’a gelerek göreve başlayan Ziya Bey Suriye Valiliğinde ancak üç buçuk ay kalabilmişti.[179]

2.2. Konya Valiliği

Zayıf bünyeli Ziya Paşa; Suriye ile Konya arasındaki yolda hayli sıkıntı çekmiş olacak ki, bu münasebetle;

Vali-i Şam olarak üç buçuk ay

Konya’ya sonra göründü gitmek

Dağda dondum ovalarda yandım

Mersin üstü Karaman’a giderek

Göstere göstere germ ü serdin

Dünyeyi Konya’yı öğretti felek.

beyitlerini söylemiştir.[180]

Ziya Paşa’nın Konya Valiliği sırasında sağlık durumu pek iyi değildi. Vücutça pek rahatsız, umumiyetle üzüntülü ve öfkelidir. Öfkesinin en mühim kaynağı ise, resmi işlerde hatalı veya yolsuz saydığı muamelelerdi.

Ziya Paşa, Konya’da mektep işlerini çok ciddi bir surette ele almıştır. Mevcut mektepleri tamir ve ıslah ettirmiş, yeni mektepler açtırmış, bunlara yeterli gelebilecek muallim, kalfa ve müfettiş tayini için uğraşmıştır.

Ziya Paşa, Konya’da hususi surette murabahacılarla mücadeleye girmiştir. Fena gördüğü her şeyi, her ne pahasına olursa olsun düzeltmek için çetin mücadeleleri göze olmaktan çekinmemesi, Ziya Paşa’nın, Konya’da da uzun müddet tutunabilmesini önledi. Ziya Paşa, Konya Valiliğinde ancak bir yıl kalabilmiş, 1878 yılında Adana Valiliğine tayin edilmiştir.[181]

2.3. Adana Valiliği

Ziya Paşa; Ereğli’nin Kureyş-i Kebir köyünden geçerek Çiftehan, Şekerpınarı, Bozantı, Hayvebağı, Sarışıh, Mezaroluk üzerinden Adana’ya gelmiştir. Menzil yerlerinde fazla kalmış olan ziya paşa, yol boyunca pek az konuşmuştur.

Ziya Paşa Adana’ya gelişinin ikinci günü vazifeye başladı. Sabahleyin, Türk memurlarını, öğleden sonra yabancı devletlerin konsoloslarıyla azınlık temsilcilerinin tebriklerini kabul etti.

Ziya Paşa’nın Adana’da ilk Cuma namazına gideceği zaman, halk geçeceği yolu doldurmuştu. Ulu Camiinin imam ve müezzini tarafından da vali için hususi bir yer ayrılarak ipekli seccade serilmişti. Kalabalık tarafından selamlanan Paşa; camide, kendisine ayrılan yere gitmeyerek cemaatin içinde bir safa girdi. Böylece hem gösterişten hoşlanmadığını hem de Huzur-u İlâhi’de herkesin eşit olması gerektiğini anlatmış oldu.

Kur’an-ı kerim ve hadislerden hususi manalar çıkararak namazı üç vakte indiren Gülek sakinlerinden İbrahim Rüştü adlı bir şahısla kendisine tabi olanlar; Ziya Paşa’nın selefi tarafından tevkif ettirilmişti. Büyük bir telkin kuvveti olan İbrahim Rüştü, hapishaneye girdikten sonra, mahkumları da tesirine almıştır. Bunun üzerine Ziya Paşa; bu şahsı çağırtmış, iki saat kadar içtihadıyla ilgili izahatını dinlemiş ve tahliye ettirerek kendisine altı mecidiye harçlık vermiştir. Ziya Paşa, içtihat telkininden vazgeçmesini tavsiye ettiği İbrahim Rüştü’yü belediye tarafından tutulan bir atla köyüne yollamıştır. Bir müddet sonra Ziya Paşa’nın tembihi hakikaten tesirini göstermiş ve İbrahim Rüştü Efendi, evinde Haristan ve Gülistan okuyarak vaktini geçirmeye başlamıştır.

Ziya Paşa Adana’da kültür ve eğitim alanında da faaliyet göstermiştir. Adana’daki kültür faaliyetlerinin en önemlileri: Bir tiyatro binası inşa ettirerek burada temsil vermek üzere, İstanbul’dan başlarında İbrahim’in bulunduğu bir heyet getirtmemsi, bu tiyatro binasında oynanması için Fransızca’dan piyes tercüme etmesi, oynanan oyunların provalarında bulunması, ayrıca halka örnek olmalarını sağlamak maksadıyla, memurların tiyatro izlemelerini mecbur tutmasıdır. Adana halkı, Vali’nin bu faaliyetlerini benimseyememiş, etrafa onun aleyhinde yazılar asmıştır.

Ziya Paşa’nın Adana’daki diğer bir maarif faaliyeti de, kazalarda dahi Rüştiye Mektepleri yokken Gülek Nahiyesinde bir Rüştiye Mektebi açtırmış olmasıdır. Ziya Paşa; bu öğretim müessesesi sayesinde, müçtehid İbrahim Rüştü’nün zararlı tesirlerini, ilim yoluyla önlemek istemiştir. Ziya Paşa’nın Adana valiliği sırasında ortaya koyduğu mektepçilik sistemi çok şümullüdür.

Ziya Paşa, memurların iyi yetişmesine de hususi bir ehemmiyet vermiştir. Hükümet dairesinde Fransızca kursları açtırarak, bütün memurları, bu kursları takip etmeye mecbur tutmuştur. Ayrıca İstanbul’dan bir Fransızca muallimi getirtmiştir. Memurlar açılan bu kurslara, sabahları işe başlamadan önce gelip ders alıyorlardı.

Ziya Paşa, Adana’da imarla ilgili faaliyetlerde de bulunmuştur. Seyhan nehrinin üzerinde bulunan Seyhan köprüsünü tamir ettirdikten sonra Ceyhan nehrinin üzerinde bulunan Misis köprüsünü de tamir ettirmiştir.

Vazifesindeki gayretinden hasıl olan yorgunluk Paşa’yı çok sarsmıştır. Eski rahatsızlığı ilerlemişti.

1880 yılının Mayıs başından itibaren evinden çıkmadı. Uzun ihtimamlara rağmen kurtulamadı. Ve 17 Mayıs 1880’de öldü. Adanalıların göz yaşları arasında Ramazanoğullarının yaptırdığı meşhur Ulu Cami mezarlığına gömüldü.

Ziya Paşa bir ikindi üzeri ölmüştü. Bu haber bütün memleketi ağlattı. Paşa’nın cüzdanından bir altınla üç mecidiye para çıktı. Koca Vali’nin miras bıraktığı yegane maddi serveti bu idi.

Ziya Paşa’nın cenaze merasimi pek parlak olmuştur. 17 Mayıs 1880 tarihinde vefat eden Ziya Paşa’nın Adana Valiliği bir sene on bir ay ve yirmi yedi gün devam etmiştir.[182]

SONUÇ

Asıl adı Abdülhamid Ziyaüddin olup 1829 yılında İstanbul Kandilli’de doğmuştur. Babası Galata Gümrüğü katiplerinden Erzurumlu Feridüddin Efendi’dir. Mahalle mektebini bitirdikten sonra II. Mahmud’un Süleymeniye Cami’inde açtığı orta dereceli okulda eğitim gördü.

Ziya Paşa, bu okuldan mezun olduktan sonra, tercüme odasına girdi. Burada, son Türk klasik edebiyatçılarından Fatin Efendi’nin etkisi altında kaldı ve onun beraberliğinde, geniş bir klasik Osmanlı-İslam kültürü dağarcığı edindi.

Reşit Paşa’nın himayesinde yetişen Ziya Paşa yazdığı şiir ve kasidelerin sarayın dikkatini çekmesi üzerine 1855’te Saray-Hümayun’a katip tayin edildi.

1859’da Reşit Paşa ve 1861’de de Sultan Abdülmecid’in ölmesiyle Reşit Paşa’nın egemen nüfuzu , yerini Fuad ve Ali Paşalar’ın nüfuzlarına bıraktı.Ziya Paşa’nın, Ali Paşa’yı gözden düşürmek için giriştiği bir entrika O’nun kendisine düşman olmasına sebep oldu. Bundan sonra Ziya Paşa’nın hayatında, padişah tarafından İstanbul’a getirildiği, Ali ve Fuad Paşalar tarafından ise çeşitli görevler verilmek suretiyle devamlı olarak İstanbul’dan uzaklaştırıldığı sıkıntılı ve yıpratıcı bir dönem başlamıştır.

Önce Zaptiye Nazırı, sonra Atina elçisi ve daha sonra da Anadolu’da bir vilayete mutasarrıf olarak tayin edilmek suretiyle tedricen devlet işlerinin ana mecrasından uzaklaştırılan Ziya Paşa, bunu takip eden dört yıl içinde de, Anadolu’da çeşitli uzak makamlara gönderildi ve maksatlı olarak mümkün olduğunca sık aralıklarla yeni görevlere atandı. Bunlar arasında Kıbrıs Mutasarrıflığı, Bosna Müfettişliği, Canik ve Amasya Mutasarrıflığını sayabiliriz. Bu, Ali Paşa’nın O’na entrikalarının cezasını çektirme yoluydu. Bu münasebetle, Ali Paşa, Ziya Paşa’nın Amasya Vilayetin’de son bulunuşu sırasında bir komisyon göndererek O’nun faaliyetlerini soruşturmayı kararlaştırmıştır. Ali Paşa’nın amansız kini ve Ziya Paşa’nın idarecilik hayatı boyunca gördüğü kötülükler, Paşa’yı Türkiye’de siyasi reform sorununa el atması gerektiği düşüncesine yöneltti. Bu durum, O’nun başkentteki gayri memnun unsurlarla işbirliği içine girerek Yeni Osmanlılar grubu içinde önemli faaliyetlerde bulunmasının sebebini de izah eder.

Daha önce de görev yaptığı, sıkıntılı yıllar geçirdiği, havası dolayısıyla kendisinin ve ailesinin bir çok hastalığa yakalandığı ve bu hastalıklar yüzünden de aile fertlerinden bazılarını kaybettiği Kıbrıs Adası’na, 1867 yılında mutasarrıflık göreviyle tekrar atanması, Ziya Paşa’nın Mustafa Fazıl Paşa’nın davetini kabul ederek Avrupa’ya gitmesine neden olmuştur.

Ziya Paşa Avrupa’da bulunduğu yıllarda Yeni Osmanlılar cemiyeti içinde yer almış ve çeşitli gazeteler çıkarmıştır. Bu gazetelerdeki yazılarında Tanzimat’ı; kanunlar hazırlanırken şeriat dışı kaynaklara başvurulmasını, yurt içinde yabancı devlet temsilcilerine verilen imtiyazları, yabancıların İmparatorluk topraklarında mülk sahibi olabilme hakkını kazanmalarını, dış ticareti, Avrupa büyük sanayi karşısında Türkiye’de el sanatlarının işlenmez hale gelmesini, Tanzimat’ın getirdiği imkanlardan yabancı himayesinde bulunan azınlıkların faydalanmasını, öğretim sistemimizi, gerçek Türk nazım ve nesrinin ne olduğunun anlaşılmamasını tenkit etmiş; müsavat konusunda fikir yürütmüş; Ali ve Fuad Paşalara hücum etmek için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır.

Ziya Paşa, kendisini davet eden Mustafa Fazıl Paşa’nın aralarındaki mukaveleye rağmen siyasi düşman saydığı Ali Paşa ile anlaşıp kendisiyle arkadaşlarını Ali Paşa'’ı tenkitten men etmesi üzerine Prens'’n kardeşiyle uyuşup, İsviçre'’e çekilmiştir. Burada Hürriyet gazetesini çıkarmaya koyulmuştur.

Hürriyet memleketi diye çekildiği İngiltere’de, gazetesinde Ali Suavi Efendi’nin bir yazısını neşretmesi, hapsine sebebiyet verir. Sahip olduğu Osmanlı konsolidesinden matbaa harflerine kadar her şeyini Londra’da bırakarak firar eder. Mücadelesine; İsviçre Cumhuriyeti’nde orada olmazsa Amerika’da devam edeceğini ilan eder.

Hürriyet mücahidi, bu adı taşıyan gazeteyi çıkarabilme imkanlarına esirdir. İngiltere’ye dönse tevkif edilecektir; İstanbul’da Ali Paşa vardır, kendisini başka bir felaket beklemektedir; Paris, Prusyalılar tarafından kuşatılmıştır. Kendisi para sıkıntısı içerisindedir. Yaşayabilmesi için mali kaynakları sağlayan Hidiv İsmail Paşa; onun istediği tarzda neşriyatta bulunmasına manidir. Hidiv de, tıpkı kardeşi Fazıl Paşa gibi, Ziya Paşa’ya ihtiyaç duyulduğunda Bab-ı Ali’ye karşı kullanılacak bir silah nazarıyla bakmıştır.

Avrupa’da geçirdiği ve beş yıllık sıkıntılı dönemden sonra Ziya Paşa, 1871’de Ali Paşa’nın ölümü ile Türkiye’ye döndü. 1876’da Abdülaziz’in hal’i üzerine tekrar siyaset sahnesinde faaliyete geçti. V. Murad’ın cülusunu takip eden günlerde Ziya Paşa, Maarif Müsteşarlığına getirildi. Ancak V. Murad’ın padişahlığı uzun sürmedi. Tahttan indirilişine mütaakip yerine Kanun-i Esasi’yi kabul edeceğine söz veren Abdülhamid geçti. Kanun-i Esasi’nin hazırlanması işi ise Ziya Paşa, Namık Kemal ve arkadaşlarından oluşan bir gruba verildi. Padişah, kanuna hazırlandıktan sonra 113. Maddeyi ekler. Bu madde ile Padişah tebasından kimi isterse sürme hakkına sahip olabilecektir. Ziya Paşa ve arkadaşları bu maddenin kanuna konmasına karşı çıkmışlarsa da bir netice elde edememişlerdir.

Bir müddet sonra Padişah, Midhat Paşa’yı Taifê, Namık Kemal’i Midilli’ye sürer. Ziya Paşa’yı ise vezaretlik rütbesiyle önce Suriye Valiliği’ne üç ay sonra Konya Valiliği’ne ve bir yıl sonra da Adana Valiliği’ne tayin edilir. Ziya Paşa bu vilayette iki yıl görev yaptıktan sonra 17 mayıs 1880 tarihinde burada vefat etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA

Akyüz, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara, 1953.

___________, Ziya Paşa’nın Amasya Mutasarrıflığı Sırasındaki Olaylar, Ankara,

1964.

Aldan, Mehmet, İz Bırakan Mülki İdare Amirleri, Ankara, 1990.

Apak, Kemalettin, Ana Çizgileriyle Türkiye’deki Masonluk Tarihi, İstanbul, 1956.

Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.2, 1977.

Başlangıcından Günümüze Kadar Türk Klasikleri Tarih-Antolojisi Ansiklopedisi,

C.8, İstanbul, 1988.

Bilgegil, M. Kaya, Türkiye’de Bazı Yeni Osmanlılarla Yeni Osmanlı Taraftarlarının

Bir Millet Meclisi Kurma Teşebbüsü, Erzurum, 1974.

_____________ ,“Ziya Bey’in (Paşa) Fransız Adliyesine Açtığı Bir Dava” Yakınçağ

Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I, “Yeni

Osmanlılar”, Erzurum,1974.

_____________,Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Erzurum, 1970.

Bir Devrin Tarihi: Ziya ve Midhat Paşalarla Kemal Bey’in Hayatlarına Ait

Hatıralar, İstanbul, 1992.

Çelik, Hüseyin, Ali Süavi ve Dönemi, İstanbul, 1994.

Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, İstanbul, 1973.

Göçgün, Önder, Ziya Paşa, İzmir, 1987.

Gözler, H. Fethi, Ziya Paşa’nın Terci-i Bendi İle Terkib-i Bendi Üzerine

Düşünceler, Ankara, 1987.

Hikmet, İsmail, Ziya Paşa Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1932.

Kaflı, Kadircan, Midhat Paşa, İstanbul, 1948.

Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1995.

Kocahanoğlu, Osman Selim, Midhat Paşa’nın Hatıraları, İstanbul, 1997.

Koray, Enver, Yeni Osmanlılar, Ankara, 1984.

Kuran, Ahmet Bedevi, Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Milli

Mücadele, İstanbul, 1957.

Kurgan, Şükrü, Ziya Paşa, Hayatı Sanatı Eseri, İstanbul, 1953.

Kutay, Cemal, Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, İstanbul, 1991.

Kutlu, Şemseddin, Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1993.

Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara, 1998.

Mahmut Celalettin Paşa, Mirat-ı Hakikat, Haz. İsmet Miroğlu, C.I, İstanbul 1983.

Mardin, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul, 1998.

___________ ,“Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimattan Cumhuriyete

Türkiye Ansiklopedisi, C.VI, Fas. 54, İstanbul, 1985.

Öztuna, Yılmaz, Bir Darbenin Anatomisi, İstanbul, 1990.

____________ , Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994.

Sevük, İsmail Habib, Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi, İstanbul, 1944.

Sungu, İhsan, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat I, İstanbul, 1940.

Süreyya, Mehmet, Sicill-i Osmani, İstanbul, 1996.

Toros, Taha, Şair Ziya Paşa’nın Adana Valiliği, Adana, 1940.

Ünal, Tahsin, Türk Siyasi Tarihi, İstanbul, 1998.

T.C.

SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ

TARİH BÖLÜMÜ

BİTİRME ÖDEVİ

Z İ Y A P A Ş A

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. Hasan BABACAN

HAZIRLAYAN

Azize KARAKUŞ

9711305029

ISPARTA – 2001


T.C.

SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ

TARİH BÖLÜMÜ

BİTİRME ÖDEVİ

Z İ Y A P A Ş A

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. Hasan BABACAN

HAZIRLAYAN

Azize KARAKUŞ

9711305029

ISPARTA – 2001

ZİYA PAŞA

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. Hasan BABACAN

HAZIRLAYAN

Azize KARAKUŞ

9711305029

ISPARTA - 2001



[1] Şemsettin Kutlu, Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı Antolojosi, İstanbul, 1993, s. 8.

[2] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt : 2, 1977, s. 868.

[3] Prof.Dr.M.Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Erzurum, 1970, s. 45.

[4] Mehmet Süreyya, Sicill-i Osmani,İstanbul, 1996, s.1716.

[5] Bilgegil, a.g.e., s. 2.

[6] Bilgegil, a.g.e., s. 3.

[7] Mehmet Süreyya, a.g.e., s. 1716.

[8] H. Fethi Gözler, Ziya Paşa’nın Terci-i Bendi ile Terkib-i Bendi Üzerine Düşünceler, Ankara, 1987, s. 1.

[9] Bilgegil, a.g.e., s. 6-7.

[10] H. Fethi Gözler, a.g.e., s. 2.

[11] H. Fethi Gözler, a.g.e., s. 3 2.

[12] Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İstanbul, 1998, s. 374.

[13] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara, 1998, s. 137.

[14] H. Fethi Gözler, a.g.e., s. 4.

[15] İsmail Hikmet, Ziya Paşa, Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1932, s. 8.

[16] İsmail Hikmet a.g.e., s. 8,9.

[17] Bilgegil, a.g.e, s. 9.

[18] H. Fethi Gözler, a.g.e., s. 5.

[19] İsmail Hikmet, a.g.e., s. 10.

[20] H. Fethi Gözler, a.g.e., s. 9,10.

[21] Doç. Dr. Önder Göçgün, Ziya Paşa, İzmir, 1987, s. 1.

[22] Başlangıçtan Günümüze Kadar Türk Klasikleri Tarih-Antolojisi Ansiklopedisi, Cilt:8 İstanbul, 1988, s. 341.

[23] Bilgegil, a.g.e., s. 18,19.

[24] Bilgegil, a.g.e., s. 20,21.

[25] Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara, 1953, s. 16.

[26] Bilgegil, a.g.e, s. 25.

[27] Nihat Sami Banarlı, a.g.e, Cilt:2, s. 869.

[28] Bilgegil, a.g.e, s. 23, 24.

[29] H. Fethi Gözler, a.g.e, s. 12.

[30] İsmail Hikmet, a.g.e, s. 22

[31] Bilgegil, a.g.e, s .27.

[32] Önder Göçgün a.g.e, s. 2,3.

[33] Kenan Akyüz, Ziya Paşa’nın Amasya Mutasarrıflığı Sırasındaki Olaylar, Ankara, 1964, s.1.

[34] Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, s.16.

[35] Bilgegil, a.g.e, s. 34-40.

[36] Kenan Akyüz, Ziya Paşa’nın Amasya Mutasarrıflığı Sırasındaki Olaylar, s. 2.

[37] Bilgegil, a.g.e, s. 41.

[38] Bir Devrin Tarihi: Ziya ve Mithat Paşalarla Kemal Bey’in Hayatlarına Ait Hatıralar, İst. 1992, s. 24,26.

39Bilgegil, a.g.e, s. 41.

[40] İsmail Habib Sevük, Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi 1, İstanbul, 1944, s. 37.

[41] Şükrü Kurgan, Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri, İstanbul, 1953, s. 4.

[42] Kenan Akyüz, a.g.e, s. 2.

[43] Kenan Akyüz, a.g.e, s. 3.

[44] Bilgegil, a.g.e, s. 48.

[45] Kenan Akyüz, a.g.e., s. 3.

[46] Bilgegil, a.g.e., s. 48.

[47] Kenan Akyüz, a.g.e., s. 3-33.

[48] Kenan Akyüz, a.g.e., s. 20.

[49] Bilgegil, a.g.e., s. 66.

[50] Kenan Akyüz, a.g.e., s. 32.

[51] Bilgegil, a.g.e., s. 67.

[52] Bilgegil, a.g.e., s. 68.

[53] Bilgegil, a.g.e., s. 70.

[54] Bilgegil, a.g.e., s. 71.

[55] Bilgegil, a.g.e., s. 74.

[56] Bilgegi., a.g.e., s. 75.

[57] Şerif Mardin, a.g.e., s. 375.

[58] Bilgegil, a.g.e., s. 76.

[59] Şerif Mardin, a.g.e., s. 375.

[60] Bilgegil, a.g.e., s. 76.

[61] Şerif Mardin, a.g.e., s. 376.

[62] Bilgegil, a.g.e., s. 78.

[63] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt:7, Ankara, 1995, s. 66.

[64] Bilgegil, a.g.e., s. 79.

[65] Karal, a.g.e., s. 370.

[66] Bilgegil, a.g.e., s. 79.

[67] Karal, a.g.e., s. 368-373.

[68] Bilgegil, a.g.e., s. 79,80.

[69] Şerif Mardin, a.g.e., s. 130.

[70] Bilgegil, a.g.e., s. 80.

[71] Karal, a.g.e., s. 126.

[72] Şerif Mardin, a.g.e., s. 27.

[73] Karal, a.g.e., s. 131.

[74] Bilgegil, a.g.e., s. 80.

[75] Karal, a.g.e., s. 131.

[76] Bilgegil, a.g.e., s. 81.

[77] Bilgegil, a.g.e., s. 81.

[78] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, cilt:6, Ankara, 1995, s. 5, 8, 22.

[79] Bilgegil, a.g.e., s. 81.

[80] Enver Ziya Karalı, Osmanlı Tarihi, Cilt: 7, s. 15,17.

[81] Bilgegil, a.g.e., s. 82.

[82] Bilgegil, a.g.e., s. 82.

[83] Şerif Mardin, a.g.e., s. 24, 25

[84] Bilgegil, a.g.e., s. 82.

[85] Bilgegil, a.g.e., s. 83.

[86] Bernard Levis, a.g.e., s. 130-134.

[87] Bernard Lewis, a.g.e., s. 135-136.

[88] Şerif Mardin, Yeni Osmanlılar ve Siyasi Fikirleri”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: 6, Fas: 54, s. 1698.

[89] Enver Koray, “Yeni Osmanlılar”, Ankara, 1984, s. 570,571.

[90] Bernard Lewis, a.g.e., s. 150,151.

[91] Bilgegil, a.g.e., s. 83.

[92] Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, Cilt: I, İstanbul, 973, s. 82.

[93] Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İstanbul, 1994, s. 26.

[94] Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Türkiye’ de Bazı Yeni Osmanlılar’la Yeni Osmanlı Taraftarlarının Bir Millet Meclisi Kurma Teşebbüsü, Erzurum, 1974, s. 37.

[95] Şerif Mardin, a.g.e., s. 19.

[96] Şerif Mardin, a.g.e., s. 29.

[97] Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, s. 14.

[98] Enver Koray, a.g.e., s. 566-569.

[99] Bernard Lewis, a.g.e., s. 151-152.

[100] Ebuzziya Tevfik, a.g.e., s. 87-88.

[101] Bilgegil, a.g.e., s. 85-87.

[102] M. Kaya Bilgegil, “Türkiye’ de Bazı Yeni Osmanlılar’la Yeni Osmanlı Taraftarlarının Bir Millet Meclisi Kurma Teşebbüsü”, s. 360-361.

[103] Bilgegil, “Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma”, s. 87.

[104] Şerif Mardin, a.g.e., s. 37-39.

[105] Bilgegil, a.g.e., s. 88.

[106] Şerif Mardin, a.g.e., s. 39-40.

[107] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 28.

[108] Şerif Mardin, a.g.e., s. 41.

[109] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 29.

[110] Şerif Mardin, a.g.e., s. 48-49.

[111] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 30.

[112] Bilgegil, a.g.e., s. 94.

[113] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 31-31.

[114] Bilgegil, a.g.e., s. 98-100.

[115] Ebuzziya Tevfik, a.g.e., s. 63.

[116] Bilgegil, a.g.e., s. 100-101.

[117] Ebuzziya Tevfik, a.g.e., s. 65.

[118] Bilgegil, a.g.e., s. 101-102.

[119] Ebuzziya Tevfik, a.g.e., s. 70-72.

[120] İsmail Hikmet, a.g.e., s. 41.

[121] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 90-91.

[122] Bilgegil, a.g.e., s. 102-103.

[123] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 92.

[124] Bilgegil, a.g.e., s. 103-104.

[125] M. Kaya Bilgegil, “Ziya Bey’in Fransız Adliyesine Açtığı Bir Dava”, Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar-I, Yeni Osmanlılar, Erzurum, 1974, s. 282,284.

[126] M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, s. 105.

[127] Bilgegil, a.g.e., s. 106-114

[128] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 33-34

[129] Cemal Kutay, “Sultan Abdülzaiz’in Avrupa Seyahati”, İst 1991, s. 142.

[130] Bilgegil, a.g.e., s. 106.

[131] Hüseyin Çelik, a.g.e., s.96.

[132]Bilgegil, a.g.e., s. 115-117.

[133] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 98-99.

[134] Bilgegil, a.g.e., s. 118.

[135] Hüseyin Çelik, a.g.e., s. 100.

[136] Bilgegil, a.g.e., s. 118-120.

[137] Bilgegil, a.g.e., s. 123.

[138] Şerif Mardin, a.g.e., s. 58.

[139] Bilgegil, a.g.e., s. 123.

[140] Şerif Mardin, a.g.e., s. 59-60.

[141] İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar Tanzimat-I, İst. 1940, s. 2-80.

[142] Bilgegil, a.g.e., s. 130.

[143] Şerif Mardin, a.g.e., s. 60-63.

[144] Bilgegil, a.g.e., s. 124.

[145] Şerif Mardin, a.g.e., s. 65-67.

[146] Bilgegil, a.g.e., s. 198.

[147] Şerif Mardin, a.g.e., s. 198

[148] Bilgegil, a.g.e., s. 198.

[149] İsmail Hikmet, a.g.e., s. 53-55.

[150] Bilgegil, a.g.e., s. 199-202.

[151] İsmail Hikmet, a.g.e., s. 56.

[152] Bilgegil, a.e.g., s. 206-207.

[153] İsmail Hikmet, a.g.e., s. 57.

[154] Bilgegil, a.g.e., s. 210.

[155] Kemalettin Apak, Ana Çizgileriyle Türkiye’deki Masonluk Tarihi, İstanbul, 1956, s. 24-26.

[156] Bilgegil, a.g.e., s. 213.

[157] Ahmed Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılap Hareketleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1956, s. 82.

[158] Kadircan Kaflı, Midhat Paşa, İstanbul, 1948, s. 105.

[159] Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, İstanbul, 1990, s. 50.

[160] Ahmed Bedevi Kuran, a.g.e., s. 83.

[161] Bilgegil, a.g.e., s. 216.

[162] E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: 7, s. 105.

[163] Bilgegil, a.g.e., s. 217, 218.

[164] Mahmud Celalettin Paşa, Mirat-ı Hakikat, Haz. Doç. Dr. İsmet Miroğlu, Cilt: I, İstanbul, 1983, s. 111.

[165] Osman Selim Kocahanoğlu, Midhat Paşa’nın Hatıraları, İstanbul, 1997, s. 188-189.

[166] Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi, İstanbul, 1998, s. 399.

[167] Bilgegil, a.g.e., s. 220-221.

[168] Tahsin Ünal, a.g.e., s. 400.

[169] Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1994, s. 253.

[170] Bilgegil, a.g.e., s. 228-235.

[171] Ebuzziya Tevfik, a.g.e., Cilt: III, s. 300.

[172] M. Celaleddin Paşa, a.g.e., s. 159.

[173] Mehmet Aldan, İz Bırakan Mülki İdare Amirleri, Ankara, 1990, s. 19.

[174] Bilgegil, a.g.e., s. 236.

[175] Karal, a.g.e., s. 366.

[176] Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, s. 331.

[177] Bilgegil, a.g.e., s. 243-246.

[178] H. Fethi Gözler, a.g.e., s. 17,18.

[179] Bilgegil, a.g.e., s. 268-282.

[180] İsmail hikmet, a.g.e., s. 61.

[181] Bilgegil, a.g.e., s. 283-286.

[182] Taha Toros, Şair Ziya Paşa’nın Adana Valiliği, Adana, 1940, s. 3-41.

0 yorum: